GenelYazarlardanYazılar

Müslümanların Kadim Sorunları

Bir Tespit: İslam toplumunun ilk yüz yılda yaşamış olduğu iç savaştan sonra Hâricîlik-Şiîlik ve Sünnîlik olmak üzere üç dini/siyasi “mezhebe” bölündüğü ilim ehline malumdur. Bunlardan Hâricîlik (zaman zaman Işıd vb. isimlerle ortaya çıksa da), zamanla marjinalize olmuştur. Şiîlik, Yemen mitolojisi ve İran antropolojisi ile doktrinel bir din halini alarak uzun süre muhalefette kalarak varlığını sürdürmüştür.  Sünnîlik ise, Arap siyasal akıl/ahlak ve kültürü olarak İslam toplumlarının ana gövdesini oluşturmuştur.

1- Kuran’da emir ve emanet olarak nitelenen kamusal işlerin, “ehliyet/liyakat” (4/58) ve “şura” (42/38) ilkelerine göre icra edilmesi gerekirken; Emeviler kendilerinin hakkı olduğunu iddia ettiler. Sonra Muaviye tarafından isyan ve zor kullanarak yönetim bu ailede toplandı. Müslümanların gerçekleştirmek istedikleri islah hareketi, kabilecilik arap siyasal aklının “çoban ve sürü” politik kodunun egemen olması dolayısıyla başarılı olamamıştır.

2- Ebu Hanife ve takipçisi İmam Maturidi, savaşın gerekçesini zulüm olarak görürken; Şafii-Arap müfessirler, ayetlerde geçen “fitne” kavramına Kuran’da hiç kullanılmayan, ikincil ve mecaz anlamlar olan “şirk-küfür” anlamını vererek, savaşmanın gerekçesini “Küfür” olarak yorumlamışlardır. 2/Bakara 191-194 ve 8/Enfal-39 ayetler, Müslümanlar ile müşrikler arasındaki “savaş durumu”nda Müslümanların misli ile mukabelede bulunmalarını ifade eder. Savaşın gerekçesi, müşriklerin zalimliğidir.  Çünkü 2/193 ve 8/39. ayetlerde: “ Fitne (zulüm), kalmayıncaya ve Allah (için) oluncaya kadar onlarla savaşın; onlar savaşmaya son verdiklerinde, siz de son verin. Düşmanlık, sadece zalimlere karşıdır.”  denmektedir. Yorumlarında bir de “Ben, insanlar: “Lailahe illellah” deyinceye kadar onlarla savaşmakla emr olundum” diye bir de hadis zikretmektedirler. Bu hadisin “Dinde zorlama yoktur” (2/256) ayeti ile çelişik olduğu, gayet açıktır. Fakihlerin, dış politikanın temeli olarak geliştirdikleri, “Sürekli Savaş Hali” anlamına gelen “Daru’l-Harp” kavramı, aynı mantık tarafından üretilmiştir. İslam tarihi boyunca ülke işgal etme anlamına gelen “Fetih ve Cihat” pratiği, meşruiyetini, bu yorumdan almıştır. Oysa Müslüman olmayan ülkeleri “Daru’d-Davet-Daru’l-İcabe=İslamiyetin tebliğ edileceği topraklar-ülkeler-insanlar” olarak gören âlimlerin görüşü, Kuran’a daha uygundur.

3- Sünniliğin inanç konusunda kurucu mezhebi olan “Mürcie”,  tarafından yanlış bir yorum ile Kuran’daki canlı “iman”ı, ölü itikada evrildi. Kurucu tecrübe döneminden sonra araya uzun zaman girince canlı  “İman”ın, ölü  “itikada” dönüşmesi. İman ile tasdik ayrımını Kuran şöyle yapmaktadır: “Araplar dediler ki: “İman ettik”. De ki: “Henüz iman etmediniz; “Teslim olduk/tasdik ettik” deyin. İman, henüz sizin kalplerinize girmemiştir.” (Hucurat/14). İbn Teymiyye  ve T. İzutsu’nun vukufiyetle ortaya koydukları gibi, Kuran’da iman ile ahlak arasında “kopmaz” bir bağ olduğu halde; Mürcie, bu bağı koparmıştır. Mürcie’ye göre: “Lailahe illallah” diyen, cennete gider. Bu yorum, Hariciliğin yaratmış olduğu terörü ortadan kaldırmış olsa da; bu beleş kimlik tanımının, Sünni dünyada hem imanın, hem de ahlakın zayi olmasına sebebiyet vermiştir. Bu yüzden, tarih boyu ölü bir itikada sahip olan herkes, kendini mükemmel “mümin” sanıp, canlı ve doğru  bir iman etme gayretine girmemektedir.

4- Sünnilikte “ahlak”ın sponsorluğunu Tasavvuf ve Tarikatlar üstlenmiştir. Tasavvuftaki “ahlak”ın, Kur’an’daki hali ile (Takva-Salih Amel) ilahi- kamusal bir sorumluluk değil; dünyadan bir kaçıştır (Züht). Sabri Ülgener’in ortaya koyduğu gibi, -Selçukilerde olmasa da- Osmanlıda Tasavvuf ve Tarikatlar, toplumun dünyaya (politika-iktisat) karşı mesafe bilincini zayıflatarak-çürüterek onun çökmesine zemin hazırlamışlardır.[1]

5- Düşünce, duygu ve davranıştan oluşan Kuran’daki dini aktın, Kelamda “kuru akılcılık”; Hadisçilerde “nakilcilik”; Fıkıhta ahlaktan kopan (Hile-i şeriyye/Kitabına uydurma) ve kılı kırk yaran “şekilcilik” ve Tasavvufta duygularda boğulmaya (aşk, fena, hulul…) dönüşmesi ile gerçekleşmiştir. Bu duruma Kur’an’da baştan sona kadar işleyen insan ruhunun bütüncül işlevleri (düşünce, duygu ve davranış) birlikte dikkate alınmamasından düşülmüştür.

6- Peygamberimizin her söylediği vahiy midir? Hz. Peygamberin dini tebliğ ederken arzusuna göre konuşmadığı ve din adına söylediklerinin indirilmiş vahye dayandığı görülmektedir: “Arkadaşınız ne saptı ne de azdı. O arzusuna göre de konuşmuyor. İndirilmiş bir vahiyden başkası değildir o.”(Necm/2-4). Ayette kastedilen vahyin Kuran olduğu son derece net olmasına rağmen hadis rivayetlerini kurtarmaya ve peygamberimize isnat etmeye çalışanlar bu ayeti çarpıtarak ayette kastedilen şeyin peygamberimizin Kuran dışındaki sözleri yani hadisler olduğunu iddia etmektedirler. Hâlbuki delil olarak sundukları bu ayetin doğrudan ifade ettiği şey Hz. Peygamberin insanlara dini bildirimde bulunurken kendinden değil Allah’ın kendisine vahyetmiş olduğu ayetlerden bildirimde bulunduğudur. Bu ayeti delil getirerek hadisleri vahy-i gayri metluv olarak kabul edenler var. Eğer böyle olmuş olsaydı hadisleri sahih ve uydurma diye tasnife tabi tutanlar çok büyük bir yanlış içinde sayılmalıdır. Çünkü vahiy olan bir şeye kimsenin uydurma deme hakkı yoktur. Hem böyle kabul edip hem de ayırıma tabi tutanlar ne yaptığını bilmiyor demektir.

7- Kur’an’ın ısrarla üzerinde durduğu konulardan birisi, Hz. Peygambere hissi mucize verilmeyeceğidir.  Şu ayetler bunun delilidir: “Ona Rabbinden ayetler (:mucizeler) indirilmeli değil miydi?” dediler. De ki “Ayetler yalnızca Allah’ın katındadır. Ben ise, ancak apaçık bir uyarıcıyım.” Kendilerine okunan kitabı sana indirmemiz onlara yetmedi mi? Bunda iman eden bir kavim için bir rahmet ve bir hatırlatma vardır. (Ankebut, 29/50-51) “Bize yerden pınarlar fışkırtmadıkça sana kesinlikle inanmayız.” dediler. “Ya da sana ait hurmalıklardan ve üzümlerden bir bahçe olup aralarından şarıl şarıl akan ırmaklar fışkırtmalısın. Veya iddia ettiğin gibi, gökyüzünü üstümüze parça parça düşürmeli ya da Allah’ı ve melekleri karşımıza getirmelisin. Yahut altından bir evin olmalı veya gökyüzüne yükselmelisin. Bize okuyabileceğimiz bir kitap indirinceye kadar senin yükselişine de inanmayız. De ki Rabbimi yüceltirim. Ben ancak resul olan bir beşerim?” (İsra, 17/90-93)

Büyük çoğunluğu hurafe veya mitolojik hikâyelerle süslenerek anlatılan mucize iddiaları, birçok yönden vahyin gerçeklerine aykırı tasvirler içermekle birlikte, dile getirilen iddialar giderek yerleşik bir inanç doktrinine dönüşmüş ve adeta sorgulanamaz addedilerek Hz. Peygamber’in risaletinin bir parçası haline getirilmiştir. Böylece Kuran’ın tanıttığı peygamber yerine, tamamen rivayet kültürüne dayanan ve daha ziyade, olan yerine olması tasavvur edilen bir peygamber portresi oluşturulmuştur. Böyle bir peygamber portresi ise vahyin tanıttığı peygamberden öte, adeta beşeri özelliklerinden arındırılıp olabildiğince mucizelerle veya olağanüstülüklerle bezenmiş bir peygamber kimliğinden başka bir şey değildir.

8- Kadere İman’ın İman Esaslarına Dâhil Edilmesi: Kadere iman, İslam’ın iman esasları arasında yoktur. Çünkü iman esaslarını Kuran belirler. Kuran iman esaslarının neler olduğunun Bakara/177 ve Nisa/136. Ayetlerde bildirmiştir. Emeviler döneminde, Kuran’ın ‘fırkalara ayrılmayın /itikadi partiler oluşturmayın’ diye şiddetle yasakladığı bölünmeler yaşanır. Birbirini tekfir eden Şia, Havaric, Mürcie, Cebriyye, Mutezile gibi mezhepler ortaya çıkacaktır. Cebriyye /Fatalizm bunlardan biridir. Bir kısmı saray beslemesi de olan bu kimselere göre; İnsanların başına ne geliyorsa, Allah’ın dilemesi ve takdiriyledir. Meğer Müslümanlar sarhoş, katil, ahlaksız Emevi krallarından ne çekiyorlarsa, bu Allah’ın zavallı Müslümanlara yazdığı alın yazısından dolayı idi! Bu Yezidlerin yaptığı tüm fena şeyler de, kendilerinden kaynaklanmıyordu! Medine’nin sahabe kızlarına, hanımlarına tecavüz ediyorlarsa, ya da bunu askerlerine yaptırıyorlarsa bunda Emevi zalimlerinin zerre kadar suçu yoktu(!) Kaderlerinde bu tecavüzlerin olacağı yazılıydı(!) Kader hükmünü icra ediyordu, o kadar! Bu nedenle Emevilerin zalim krallarına isyan etmek, Allah’ın kaderine, dilemesine isyandı. Allah’a karşı gelmekti (!) Kaderi kabul etmemek de, Emevi zalimlerine isyan etmek demekti (!)Allah dilemeseydi bu zalim idarecileri başınıza getirmezdi. Mademki; her bir şey O’nun dilemesi ve takdiri iledir, rızası iledir. Öyleyse krallara boyun eğin. Kaderinize teslim olun(!)

İktidarı ele geçirmek için her türlü yola başvuran Muaviye b. Ebi Süfyan, sonunda emeline kavuştu. Fakat liyakat ve ehliyet ile değil, baskı ve cebir ile elde tutulmaya çalışılan bu iktida­rın tabiatına uygun bir ideoloji gerekliydi.  Emevî despot rejimi yolsuzlukları, haksızlıkları, sefaleti ve zulmü ‘kader’in bir sonucu olarak gösterip halkı ‘Allah’ın takdiri /yazgısı’ ile kandırma yoluna gitti. Özgür iradeyi savunan Ma’bed el-Cühenî (Ö.83), Abdulmelik b. Mervan yönetiminin isteğiyle idam edilmiştir. Gaylân ed-Dımaşkî ise (Ö.120) Hişam b. Abdulmelik yönetiminin isteğiyle önce dili, sonra başı kesilerek işkenceyle öldürülmüştür. Hakkı savunmanın bedelini hayatlarıyla ödemişlerdir. Kader, Emeviler tarafından halka dayatılmış, karşı çıkanlar ise en şiddetli biçimde cezalandırılmıştır. Gaylân’ın suçu bu kadar da değildir. O, imamet(halife olmak) için Kureyş’e mensup olmayı da gerekli görmez. Üstelik bir de halifenin şura ile seçilmesini ister. Görüldüğü gibi suçu çok büyük(!) Kraliyet resmi âlimi Evzâî’ye göre Gaylân isyancıdır.[2]

9-Mevcut din dili, genel bir dil değil; kelam, felsefe, tasavvuf, fıkıh, hadis, tefsir gibi ilmi disiplinlerin ortak dilinden oluşan özel bir dildir. Bu disiplinlerin hepsinde de zamanın siyasal anlayışlarının etkisi vardır. Bu dil ile bugün kitlelere, dinin içeriği ve mesajını iletmek mümkün olamamaktadır. Yani din diye aktardığımız şey tarihin ta kendisi olmaktadır. Diğer bir ifadeyle bir zaman dilimindeki din algılarını din diye sunmaktır. Bu dille yazılmış metinleri ancak ilahiyatçılar veya özel gayret sarfedenler anlayabilmektedir. Yani bu disiplinlerin kavramlar dünyasını anlamak, özümsemek ve yeni bir kalıba dökme işi zor bir iştir. Mevcut din dilini doğrulayanlar; istsinasız herkesin bu işi yapabileceğini iddia etmiş oluyorlar. Bu disiplinlerin dili özel bir dildir. İsteyenler bu alanda kendilerini yetiştirmelidir ve bu elzemdir. Fakat buralardaki mesaj ve sadra şifa düşünceler bu özel dil içerisinde kaybolup gitmektedir. Genel bir dil olmadan, düşünceler yerleşmez, topluma ulaşmaz, toplumdan rağbet görmez.

10- Kurtarıcı (Mehdi) bekleme düşüncesi, kendilerine yapılan zulmü engelleyemeyen toplumların ideolojisidir. Ezilen toplumlar, siyasal ve dini yapılanmalarındaki başarısızlıklarını örtbas etmek için, kendilerini karanlıktan aydınlığa çıkarıp, zalimlerden intikamlarını alacak ve yaşadıkları bozuk toplumsal yapıyı kılıç zoruyla değiştirecek bir kurtarıcıyı daima beklemişlerdir. Onun hâkimiyeti altında geçecek dönemi, inançsızlığın ortadan kaldırıldığı, düşmanlarının yok edildiği ve doğal düzende olumlu yönde değişikliklerin söz konusu olacağı bir çeşit altın çağ şeklinde hayal ederler. Bu zaman diliminin genellikle dünyanın sonuna kadar süreceği ve ardından da kıyametin kopacağı ifade edilir. Kurtarıcı bekleyen toplumlarda kurtarıcının geleceği bildirilen zaman diliminin ahir zaman (:dünyanın sonu) olduğu dikkat çekici bir husustur. Çünkü toplumların büyük çoğunluğu kendilerinin ahir zamanda yaşadığına inanmaktadırlar. Bu yüzden her toplum, Mehdî’nin kendi zamanında geleceğine inanmak için sebepler bulmuş ve böylece ümitlerini geleceğe taşımıştır. Yaşadıkları her olayı, Mehdî’nin gelişine bir basamak veya hazırlık olarak algılayarak bu uğurda geçmiş ve gelecek tüm tarihi dramatize etmişlerdir.

“Kurtarıcı beklentisi!” bireysel ve toplumsal zeminde “cehd ve gayreti” değersizleştiren, direnme gücünü kıran, yap(a)madıklarını dini kılıflara(!) sığınarak örten/erteleyen bir kitle ortaya çıkarmıştır. Kurtarıcı bekleme hali sığınma psikozu içerisinde başvurulan bir yoldur. Konjonktürel şartların, siyasi başarı ve başarısızlıkların savunulması veya oluşması umuduyla yönelinen bir motivasyon yöntemidir. Bu olgu, tarih boyu hemen her inanç ve toplumda görülmüştür. Bir olgunun kabul ve reddinin asıl gerekçesi öncelikle onun hakikat olup olmamasıyla ilgilidir. “Kurtarıcı beklentisi!”  zihinsel bir olgudur. Somut dünyada bilimsel veya vahyi bir dayanağı yoktur.  Mehdi beklentisi birçok Müslümanı ümitsizliğe ve görevini yapmamaya sevketmiştir. Öyle ya mehdi gelecek ve dünyayı düzeltecek, zulümleri önleyecek, insanlara hidâyet dağıtacak… Bu hayal, nicelerini boş beklentilere sevketmiştir. Niceleri bu umut sebebiyle yapması gereken en basit görevleri bile savsaklamış, kendisine zulmedenlerle mücadele etmeyi terketmiş, zalimlere karşı çıkma görevini gelecek mehdiye bırakmıştır.

11- Küfür ehli İslam’dan intikamını tasavvufla almıştır (Ercüment Özkan).  İbn Arabî (1165-1240) Endülüs Hıristiyanlığından ve felsefesinden bir şeyler alır.  Sonra  Kuzey Afrika kavimlerinin paganik özelliklerinden,  Mısır dinindeki sihir, büyü, harf ve sayıların tılsımları, Anadolu ve İran Şamanizmi, Zerdüşlüğü ve Maniheizminden, Suriye’nin İsmaililiğinden de çok şeyleri alır. Sonra oluşturduğu tasavvuf düşüncesine Yahudiliğin batınî yorum sosunu ekleyerek bir inanç ve yaşantı sistemi/din oluşturmuştur.

“Mistik dini akımlar olan Hinduizm, Maniheizm, Hermescilik, Yeni Platonculuk ve bunun İlahi dinlerdeki tezahürleri olan Yahudilikteki “Kabbalizm”, Hristiyanlıktaki “Ruhbanlık/Manastır Hayatı” ve İslam’daki “Tasavvuf”, dinin hem Tanrı(aşk-kader) hem de Ahiret (zühd) ile insanın kendine ve dünyaya yabancılaşmasının teolojik versiyonlarıdır; pasif nihilizmlerdir.” Şu halde Hz Peygamberin vefatından çok sonralara rastlayan tasavvufun etkilenme alanı eski İran ve Hint dinleriyle, Hıristiyan mistizmine dayanır. Orta Asya başta olmak üzere fütuhatlar neticesinde Müslüman olan unsurlar, eski kültürlerine ait inançlarını, adetlerini, yaşam biçimlerini ve bu dinlere ait kurum ve kavramları tamamen terk etmek yerine İslam döneminde “İslamileştirme” yolunu benimsemişlerdir. Bu yeni bir form için tasavvuf bulunmaz bir imkân olmuştur.

Tasavvuf alanında eser veren pek çok kişi vardır. Ölüm tarihleri verdiğimiz en önemlileri şunlardır: Haris el-Muhasibi (857), Cüneydi Bağdadi (909),  Hallacı Mansur (921), Tirmizi (932), Kuşeyri (1072), Gazzali (1111). Gazzali İslam arazisinde gecekondu olarak boy gösteren tasavvufa/tarikata imar izni vererek varlıklarını meşrulaştırmıştır.


[1] Sabri F. Ülgener, İktisadi Çözülmenin Ahlak ve Zihniyet Dünyası, İst, 1981, s. 52)

[2] Montgomery Watt, İslam Düşüncesinin Teşekkül Devri, Çev; E.Ruhi Fığlalı, s.105-106

Etiketler
Daha Fazla

İlgili Makaleler

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir