GenelYazarlardanYazılar

‘Öğretilmiş Çaresizlik’

‘Uzun süre aç bırakılan bir köpek balığı daha sonra bir akvaryuma yerleştirilir ve akvaryumun ortasına bir cam bölme konur. Cam bölmenin diğer tarafında köpek balığının yiyebileceği bir balık bulunmaktadır. Yiyeceğe ulaşmaya çalışan köpek balığı her seferinde bu cama çarpmaktadır. Defalarca yaptığı denemelerin ardından köpek balığı hiçbir şey yapmamaya başlar. Hatta öyle ki aradaki cam bölme kaldırıldığında bile hiç o tarafa gitmemektedir.’ Engellenmişlik, öfke, hayal kırıklığı, umutsuzluk gibi duyguları içerisinde barındıran “öğrenilmiş çaresizlik’, bıkkınlık, yılgınlık, boş vermişlik gibi duyguları da beraberinde getirir. Ne denmişti: “taşı delen suyun gücü değil sürekliliğidir.”

Yıllardır İnsanımıza ‘aba altından sopa’ gösteren yerel ve küresel emperyaller, en ufak bir uyanışa, kıpırdanmaya bile göz açtırmamaktalar. Çıkarlarına ters düşen ve gelecekte kendileri için tehdit oluşturan ne kadar yapı/oluşum var ise ya hedefinden saptırılmakta, ya sistem içerisine çekilerek eritilmekte, yada tepeden inme yöntemlerle imhaya girişilmektedir. Sürekli deneyip, deneyip aynı noktaya gelmemiz bizlerin de aklını başına getirmesi gerekirken “aynı delikten” defaatle ısırılmamız, ‘bir daha ısırılmayalım’ dememizi gerektirirken, ‘biz nerede yanlış yapıyoruz’ sorusunu sormamız gerekmez miydi?  Bu tür sorgulamaya gitmeyenlerin, başka bir yol daha var mı ki diye arayışa geçip  tefekkür etmeyenler, aynı yöntemi  ve usulleri deneyip duranlarda zaman içerisinde ellerinin  yana düşmekte olduğunu ve çaresizleştiklerini görmekteyiz.

Yukarıdaki  deneyde köpek balığını harekete geçiren de sindiren de inancıdır! Önceleri açtır karnını doyurma inancından dolayı harekete geçmekte, eylemde bulunmaktadır. Defaatle kafasını cama çarpması sonucunda onda şöyle ikinci bir inanç oluşmakta ‘ben ne kadar hareket etsem, eylemde bulunsam da amacıma ulaşamıyacağım’ bu inançtan dolayı cam engel kalktığı halde o daha önceki inancını terk etmiştir. Avı yanında dolaşsa bile ona dokunmamaktadır. Tıpkı bu deneyde  olduğu gibi Müslümanların ‘öğretilmiş çaresizlikler’ içerisin de olduklarına üzülerek şahitlik etmekteyiz; eskinin mücahidi, davası uğrunda fedakarlık yaparak koşturan, dava uğrunda;gecesini gündüzüne katan,  şimdi ise yorgun, bıkmış, yılmış, yıkılmış her şeyden vaz geçmiş bir hal içerisindeler. Siz bu kardeşlere, hak dava üzerinde olduğunuzu, bize düşenin azim ve gayretle yapılması gerekeni yapmak olduğunu, gerçek başarının dünya endeksli değil Allah’ın rızasına uygun olması gerektiğini, Allah elçilerinin bile bir kısmının bu yolda canlarını verdiklerini, uzun süre mücadele etmelerine rağmen çok az insanın onlara iman etmeleri onların dünyevi başarıları olamasa da Allah onlardan razı olduğunu kitabında bildiriyor… Deseniz de üzerlerine serpilmiş ölü toprağını kaldırmak/ataletten kurtarmak çok zor gibi gözüküyor…

İman ettiğini iddia edenler açısından bu bir yanılgıdır; mümin Allah’a güvenen, O’na dayanan ve O’nu razı etme davası ve sevdası içerisinde olan kişidir. Kim ne derse desin, ne yaparsa yapsın mümini bu uğraştan döndürecek bir şeyin olmaması gerekir! Ta ki  takatinin son noktasına gelip “Allah’ım yardımın ne zaman” diyene kadar mücadeleye devam etmek zorunluluğu vardır, takatinin bittiği yerlerde zaten sorumlu değildir. Her bireyin takatinin nereye kadar olduğunu kendisi daha iyi bilir!.

Şöyle bir iddiada bulunsak yanılmış olur muyuz?; İslam’ın doğru şekilde bu günlere gelmesinde Mekke de ilk iman eden müminlerin çok büyük katkısı vardır. Tarihi süreç içerisinde onların sayısı azaldıkça bu işin bozulduğunu görmekteyiz. Tıpkı Muaviye’nin söylediği gibi; yaptığı yanlışlar kendisine hatırlatıldığında; “senden önceki Ebu Bekir ve Ömer böyle yapmıyordu” dediklerinde o da “Ebu Bekir ve Ömer’ in yanındaki  yardımcıları bana getirin bende onlar gibi yapayım” dediği rivayet olunmakta. Mekke de iman etmek her kişinin harcı değildi, çünkü iman edenler bedel ödüyor, mahrumiyete uğruyor ve toplumdan tedriç ediliyordu. Bir şeyi bedel ödeyerek elde etmekle hazır bulmak arasında çok büyük fark vardır. Zahmet çekerek kazanılan şey değerlidir, kadri kıymeti bilinir ve muhafaza edilir. Mekke de eziyet gören müminler ilk baskı ve yıldırmalarda vaz geçip dönselerdi bu gün onların adları bile anılmayacaktı belki de. İmanda sebat göstermeleri, hedeflerinden sapmamaları, taviz vermemeleri, ölüme varan işkencelere göğüs germeleri, onlara Medine İslam devletini bahşetti. Bize de düşen aynı şekilde imanda sebat etmektir.  Sohbetlerimizi süslemesi için Süheyb-i Rumi, Habbab bin Eret, Ammar bin Yasir ve Bilal’in direnişini hep anlatır dururuz değil mi? Bilal’in işkence gördüğü o günlerde biri kulağına şunları fısıldasaydı “Bilal sen çok kısa zaman da Mekke’yi fetih etmeye geleceksin, hem de Allah elçisiyle Kabe içerisindeki putları kıracak, damında ezan okuyacaksın” denseydi. Bizler Bilal’in yerinde olsaydık herhalde şunu derdik “kardeşim sen bizimle dalgamı geçiyorsun, ben kızgın taşların altında iniliyorum, Mekke sokaklarında çocukların oyuncağı olmuşum sen ne dediğinin farkında mısın” derdik galiba. Ama çok değil yirmi bir yıl sonra bunların hepsi oldu! Demek ki  zafer bizlerin uğraşına, sebatına ve kararlılığımıza bağlı, aslında mümin için gerçek zafer Allah’ın rızasını kazanmak olmalıdır.

Çaresizlik bir kader, doğuştan var olan bir olgu değildir. İnsanlar ve hayvanlar “yılgınlığı/çaresizliği” sonradan yaşayarak öğrenirler. Sonucu değiştirecek olmasına rağmen bir çaba göstermeme hali, pasiflik, zihinsel yetersizlik, kaygı ve korku insanımızı kuşatmakta “ ne yaparsa yapılsın bu durumdan kurtulmak imkansız” inancı yerleştirilmeye çalışılmakta bunu yapanlar bu konuda da epeyce başarılı olduklarını söyleye biliriz. İnsanımız bu çaresizliği bizzat yaşayarak öğrenmesinin yanında, kitle iletişim araçları da ( Radyo, tv, sosyal medya, internet, yazılı basın vs ) sürekli kendi gibi düşünenlerin cezalandırıldığını, mahrumiyetlere uğradığını görmesi/duyması da biz ne yaparsak yapalım bu olumsuzluklardan kurtulamayacağız pisikosuna girmesine sebebiyet vermektedir. Oysa ki bu çaresizlikten kurtulmanın yolu; bıkmadan usanmadan bir daha, bir daha denemek, deneyen kaybedebilir ama denemeyen zaten kaybetmiştir her halükarda küçükte olsa bir çıkış yolu aramaktır. ‘Hiçbir şey yapmayanların sonuçlardan şikayet etme haklar da yoktur.’

İçerisinde büyüdüğümüz ülkemizde kimlik oluşturulurken sanırım farkında olarak/olmadan bizlere ‘öğretilmiş çaresizlik’  öğretilmekte çocukluktan ergenliğe en çok duyduğumuz şey; bunu yapma, söyleme, dokunma vs. Yasak ve baskıcı bir metotla insanı sindirerek kabullenmeyi öğretiyor. Oysa insan sorgulayan, düşünen ve merak eden bir varlıktır, bu yasakçı zihniyet içerisinde gelişen/geliştiren birey değil, var olanı önce yargılayıp sonrada mecburen kabullenen uslu insan/toplum haline dönüşerek hayata başlıyoruz. Herkes bu halden şikayet ederken eline imkan geçen, hemen ilk fırsatta aynı şeyleri bir alt devresine yapmaktadır; ebeveynler çocuklarına, öğretmen öğrencisine, usta çırağına, amir memuruna, memur vatandaşa vs. İnsana sorgulamayı değil de kabullenmeyi, ezberciliği öğretiyoruz, sonrada şikayette bulunuyoruz; ‘neden kaliteli insan yetişmiyor, niye başaramıyoruz, neden üretemiyoruz, toplumumuz niye iki yüzlü? Çünkü bu sistemin sahipleri yıllarca toplumu tek tip insan olmamız için militarik eğitimden geçirdiler. Siz düşünmeyin, siz anlamazsınız, sizler bir şeyi başaramazsınız, sizden adam olmaz, olsa olsa ‘uslu vatandaş olur’…dediler.

Bunca olumsuzluklarla bu güne gelen toplumumuz, adete ‘düşünce kabızı’ olmuş her şeye negatif bakıyor; aklınıza bir fikir gelir ne kadar olumsuzluk varsa sıralanır; ‘kardeşim memleketi sen mi kurtaracaksın, senden önce bizim bir tanıdık bu işi yapmaya kalktı başına olmadık gelmedi sonun da batırdı, sen kafayı mı yedin bu devirde böyle şey olur mu…’ daha denemeye bile kalkmadan bir çok şevk kırıcı negatif söylemle karşılaşır engellenirsiniz.

Doğu toplumlarının yanlış kaderci anlayışı/inancı da ‘öğretilmiş çaresizlikle’  örtüşmektedir. ‘Bu senin kaderinmiş ne yapacaksın, kadere karşı gelinmez, alın yazın silinmez gibi söylemlerle adeta çeresizliğe boyun eğdirilmektedir. Dinde oluşan kast sistemi de  bu olguyu beslemektedir; Yukarıda işaret etmeye çalıştığımız ne kadar yıldırıcı, bıktırıcı ve usandırıcı tavırları bu sahada da  görmekte/yaşamaktasınız;  Siz ‘Allah kitabında böyle/şöyle buyuruyor‘ dediğinizde hemen tepkiyle karşılaşıyor ‘sen kim oluyorsun da Kur’an’ı anlamaya çalışıyor, hüküm veriyorsun, bunu anlamak için şu ilimleri okudun mu? Alimler, evliyalar, hocalar var’…

Mantık aynı mantık, ‘biz sizin yerinize düşündük veya birileri düşündü, sizin düşünmenize gerek yok.’ Bu anlayıştır yıllardır sırtımızı kündeden kaldırmayan, tarihte zalimlerin ve desbotların işine çok yaradı bu anlayış. Günümüzde ise emperyalistlerin ekmeğine yağ sürmektedir. Tarihte kalanlar tarihi yazamazlar. Bu günü yaşayanlar, bu çağa sözü olanlar, bu çağda varlık gösterenler tarihe iz düşebilirler.

Aslında çözüm çok basit; Allah elçisi Muhammed aleyhisselamın ilk günden itibaren   başladığı yerden başlayıp, onun metodunu takip ederek tavizsiz bir şekilde, saf arı duru ayetleri tevhidi düzlemde hayatımıza  hakim  kılarak, Allah’ı razı etmenin dışında başka bir gaye gütmeden, insanları da buna davet ederek Medine’mize doğru yol almaktır vesselam…

Daha Fazla

İlgili Makaleler

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

İlginizi Çekebilir

Kapalı