GenelYazarlardanYazılar

Rusya İle Abd’nin “İdlib”de Sıkıştırdığı Türkiye

Son günlerde “Timur satrancı” ifadesini duymuş veya okumuş olmalısınız… Timur satrancı / Büyük satranç oyunu, klasik satrancın bir başka versiyonu olarak görülebilir. Hatırlanacağı üzere, değişen dünya ve bölge şartları / “yeni denge arayışı” sürecinde, uluslararası “güç oyunları”nın kuralları belirsizleşmiş gözükmektedir. Zaman zaman küresel güçlerin de uymadıklarına şahit olmuş olsak da geçmişte kuralları üzerinde anlaşılan bir oyun söz konusuydu. Artık eski düzen çökme sürecine girdi. Uluslararası kurum ve kuruluşlar fonksiyonlarını yitirmeye başladı. Dolayısıyla da “çok kutuplu” bir dünya dengesine doğru yol alınan süreçte, konjonktürel ve bölgesel düzlemde “oyun kurucu” niteliğini henüz kaybetmemiş güçler, kendi kurallarına göre satranç oyununu oynamak istiyorlar…

Yaşadığımız dünyayı doğru anlamak, anlamlandırmak için de görünenlerin arka planının yanı sıra görünmeyen gerçekliklerin de farkına varmak, artık çok daha önemli hale geldi. Süreçleri tüm boyutlarıyla görebilmek yani… Sistemik okumaların ne kadar önemli olduğu gerçeğine de burun kıvırmamak… En önemlisi de kabaca yüzyılda bir kez yaşandığı söylenen “olağan dışı bir dönem” den geçildiğinin hep farkında olmak… Aksi takdirde gelişmeleri, süreçleri doğru okuma imkânı zorlaşacaktır. Doğru okuduğunu zannedenler ise çoğu zaman yanılacaklardır; yanılmaktadırlar…

Batı felsefesinin / düşüncesinin “temel referans” kabul edildiği bir dünyada yaşamaktayız. Küresel ve bölgesel aktörler, “reel-politik” gerekçelerle her türlü katliamı, talanı, terörist faaliyetleri velhasıl zulmü, gözlerini kırpmadan yapabilmekteler. “Teo-politik” projeler ise hiç bir “ahlaki ve ilkesel” kaygı taşımayan zulümlerin meşrulaştırıcı gerekçelerini ta başından hazırlamış gözükmektedirler. Her ne kadar temel referansı Batı olsa da bazı aktörler, tarihi ve stratejik derinliklerinin belirleyici olduğu gerekçelerle, “yumuşak güç” kullanımını öncelemekteler. Ne var ki “Medeni Vahşet” görüntülerini değiştirecek bir güç henüz ortada gözükmemektedir. Yaratılışın ve hayata gelişin amacına uygun bir şekilde dünyaya nizam verebilecek, gerçek/ilahi adaleti sağlayacak, mazlumun yanında-zalimin karşısında olmayı bir misyon olarak kabul edecek bir güç/örgütlenme/devlet henüz kendini göstermemektedir… Ve ne yazık ki böyle bir iddiada bulunanlar da söylemleri ile eylemleri arasında bir paralellik kuramamaktalar. “Düşünsel ve siyasal duruş”larında bir netliğe ulaşmadan da böyle bir misyonu taşıyacak niteliğe sahip olamayacaklarının da hala farkında gözükmemekteler…

Böyle bir “güçler dengesizliği”nin hâkim olduğu ve “yeni denge” arayışının kural tanımadığı bir dünyada, değişen stratejilerin yanında, değişmeyen projeler sahaya yansımaya devam etmektedirler. Dünyaya hâkim olan güçler, eski kazanımlarını kaybetmek istemezlerken kendi aralarındaki strateji savaşlarının oluşturduğu zaaflarla yeni güçlere de hareket alanı açmaktadırlar. Tabii ki her şeyin üstünde, “Rabbimizin iktidarı elden ele dolaştırmasının tezahürleri”yle karşı karşıya bulunduğumuzu ıskalamamamız özellikle gerekmektedir…

Bu bağlamda geniş bir çerçevede ele alınması gereken Irak-Suriye eksenindeki gelişmeler, hızla yeni bir döneme doğru yol alıyor… Doğu Akdeniz-Libya ve diğer gelişmeleri birbirleriyle bütünlük içinde okumamız gerektiğini unutmadan son yaşananları değerlendirirsek, öncelikle, neler oluyor İdlib-Suriye’de? ABD ve Rusya, son zamanlarda, aşama aşama neyin peşindeler? Başka bir deyişle, ABD-İsrail ikilisinin müttefikleriyle birlikte bölgedeki stratejik adımları karşısında Rusya, hangi hesapların peşinde? Mevcut şartlarda İdlib-Suriye’de hangi oyunlar oynanmak isteniyor? Ve bunun gibi soruları da kapsayan bir okumaya ihtiyaç olduğuna şüphe yok…

İdlib-Suriye Düğümü…

Hiç şüphe yok ki konuyla ilgili bugüne kadar -değişik bakış açılarıyla- birçok yazı okumuş, uzman görüşleri dinlemişsinizdir. Ancak bunların büyük bir çoğunluğu beni ikna edemedi. Ya da tüm farklılıklarına karşın söz konusu değerlendirmelerin “sistem-içi” niteliğe sahip olmaları hususu Müslümanlarca dikkate alınmadı. Evet, birbirlerinden farklı perspektiflerle yazılmışlardı bunlar… Lakin Müslümanların ilke ve kaygılarını yansıtmamaktaydılar. Hatta bunların içinde, kendilerini “İslam ile tavsif eden” ama ‘düşünsel ve siyasal duruşta bir netliğe ulaşamamış’, dolayısıyla okumalarının bir boyutuyla “sistem-içi” kabul edilebilecekler de vardı. Ve bahse konu kişi ve yapılar, hatalı tanımlamalar, hatalı anlamlandırmalar ve hatalı kavramsallaştırmalarla konuları ele aldılar. Bir yandan sistemin bir tarafı olarak konulara yaklaşırlarken diğer yandan da ayet ve hadislerle konuyu değerlendirmekten geri durmadılar. Eklektik çizgilerinde ısrar ettiler…

Dolayısıyla konuyu net bir şekilde anlayabilmemiz için öncelikle Irak-Suriye eksenindeki yaşananları, -taraf olan aktörleri ve bugünlere taşınan süreçleri- doğru okuyabilmemiz ve doğru bir yerden bakarak analiz etmemiz gerekmektedir…

Rusya, Soçi’de imzalanan “İdlib Mutabakatı”na rağmen -malum bahaneler öne sürerek- Türkiye ile gelişen diyalog ve işbirliği düzeyiyle uyumlu olmayan bir adım attı. Güya “sütrenin gerisinde” kalarak Suriye rejim güçleri ve onlarla birlikte hareket eden unsurlara yol vermesiyle başladı, İdlib’deki savaş… ABD’de -bir köpek balığı misali- yaralı Türkiye’yi köşeye sıkıştırmak üzere pusuya yattı… Ancak Türkiye’nin, kimilerince beklenmeyen reaksiyonu gündeme geldi. Bahar Kalkanı operasyonu’nun yanı sıra Türkiye, bölgedeki gelişmelerden hem sorumlu hem de etkilenecek olmalarına rağmen uzakta durmayı, risk almayı tercih eden AB ülkeleri nezdinde diplomatik girişimlerde bulundu. Harekât ile birlikte de AB ile Türkiye arasındaki Göçmen anlaşmasını askıya aldı; uluslararası hukuk çerçevesindeki geçişlere engel olmayacağını deklare etti… Her ne kadar ‘Corona virüs’ nedeniyle dünya kamuoyundaki etkisi kırılmış olsa da bu sonuç, hem AB, hem Rusya, hem de ABD açısından beklenilmemekteydi… Türkiye açısından ise, deklare ettiği sonuçları elde edememiş olsa da önemli bir hamle olarak gözüktü, bu adımlar… Mevcut konjonktür /dönemsel dengeler dikkate alındığında tabii…

Öyleyse İdlib’deki geçici ateşkes ve tarafların iddialarını değerlendirebilmek için öncelikle, bu aşamaya nasıl gelindi? sorusunu da cevaplandırmamız gerekmektedir. Kısaca özetleyelim…

  • Değişen şartların zorladığı bölgede yeni bir denge arayışı sürecinin belirli bir aşamasında, ‘ABD’nin strateji değiştirmesi’ ile partneri/stratejik ortağı Türkiye, önce bocaladı. Sonra mevcut şartlarda, ‘denge politikası’ ile güvenlik ve gelecek kaygılarının gereklerini yapmaya çalıştı…
  • ABD’nin strateji değişiminin oluşturduğu boşlukta Rusya Suriye’ye girdi… Suriye’de ABD, Rusya ve bunların kontrolündeki “terör örgütleri”nin kontrolündeki bölgeler oluştu; bu durum neredeyse Suriye’nin tamamında etkili oldu…
  • Rejimin çökmesini istemeyen ABD ve Rusya, terör yapılarını kullanarak stratejilerine uygun adımlar attılar… Bu arada, terör örgütleri PKK/PYD ile DEAŞ arasında -arka planı artık bilinen- devirler gerçekleşti. Terör örgütü oldukları çok açık yapıları, çeşitli vesilelerle meşrulaştırmaya çalışan ABD ve Rusya, Suriye içindeki muhalefeti “terörist” olarak nitelendirmekten geri durmadı…
  • Suriye’de, “stratejik direnç hattını korumak” için bulunduğunu ifade eden İran’ın, bölgedeki konjonktürün değişmesiyle, özellikle ABD-İsrail tarafından Suriye’den tasfiyesi gündeme geldi. Rusya da zaman zaman ABD-İsrail ikilisiyle paralel olmayan bir duruş sergilemiş olsa da son planda İran’ı Suriye’de istemediğini çeşitli vesilelerle belli etti. Nitekim son gelişmelerle birlikte Rusya’nın İran’a bakışının arka planının netleşmeye başladığını görebilmekteyiz…
  • Türkiye ise, ABD’nin strateji değişiminden önce, Suriye’de “Kontrollü Demokratik Değişimi” kendi lehine görürken, ABD’nin “Kaos Stratejisi” ile birlikte “güvenlik ve gelecek” kaygılarıyla hızla ABD stratejisinin karşısında yer almak zorunda kaldı. Bu yüzden de, arka planda ABD-İsrail’in bulunduğu birçok operasyon ve darbe teşebbüsüne maruz kaldı. Ve yeni şartların zorlamasıyla Türkiye, Suriye içindeki muhalefet ile işbirliği içinde yeni bir stratejiyi tavizsiz uygulamaya devam etti. Bu arada Türkiye, Suriye’nin bütünlüğüne de vurgu yaptı. Bu olmazsa da kendisine yakın Suriyelilerin bu coğrafyada söz sahibi olmasının kendi güvenliği ve geleceği için “olmazsa olmaz”lığını kabul etti…
  • Uluslararası sistem içinde “meşrutiyet” arayışını hiç terk etmeyen Batı referanslı Türkiye, ABD ile Rusya arasındaki dengeyi kollayarak yeni adımlarına kapı araladı. Rusya-Türkiye-İran üçlüsünün Astana ve Soçi süreçleriyle oluşturduğu vasattan en çok Türkiye yararlandı…
  • Zeytin Dalı, Fırat Kalkanı, Barış Pınarı Harekâtlarıyla sadece Suriye’de değil, Irak-Suriye ekseni, Doğu Akdeniz’de önemli hamleler yapabildi Türkiye…
  • Astana ve Soçi süreçleri, bir taraftan Türkiye’nin istediklerinin bir kısmını sahaya yansıtırken diğer taraftan da Rusya-İran-Suriye rejiminin coğrafyadaki hâkimiyet alanlarını giderek arttırdığına şahit olduk. Halep, Hama ve bu şehirlere yakın yerlerde insansız alanlar oluşturuldu. Bazı bölgelerde de PKK/PYD’nin kontrolüne verildi. En son Soçi mutabakatı (2018) ile de Suriye’nin değişik yerlerinden göçe zorlananlar İdlib’e sıkıştırıldı. Ya da içinde bulunulan şartlar böyle bir sonuca zorladı. İdlib, Türkiye ve Rusya’nın garantörlüğü altındaydı artık…
  • Aynı zamanda, İdlib’de diğer bölgelerden göçe zorlananlardan bir kısmının, Rusya, İran’ın terörist olarak nitelediği, Türkiye’nin de -bir kısmını- terörist kabul ettiği yapılar olduğu malumdu. Ve bunların nasıl bir çözüm süreciyle devre dışı bırakılacağı konusu da aslında bilinmekteydi. Lakin, Rusya’nın bu konuyu çözmek yerine Türkiye’yi sıkıştırmak üzere kullandığı zamanla netleşti. Ve bir taraftan Türkiye’nin teröristlerle ilgili taahhüdünü yerine getiremediği gerekçesini -her fırsatta- kullanmak isteyenler, öte yandan terör örgütü olduğundan şüphe olmayan PKK/PYD ve DEAŞ ile her türlü işbirliğini yapmaya devam ettiler. Bölgesel ve küresel “işbirlikçileri” ise “algı yönetimi” ile kamuoyunu manipüle etmekten geri durmamaktaydılar. Son planda, 2019’un son dönemlerinde de güya teröristlerle mücadele bahanesiyle başlayan bombalamalar giderek yoğunlaştı… Amaç İdlib’in tamamı ya da bir kısmını boşaltmaktı. Aynı zamanda Türkiye’nin, ABD-İsrail ve Rusya’nın zımni mutabakatı ile sıkıştırılarak yeni bir testten geçirilmek istenmesi, İdlib’de provokasyonları yoğunlaştırdı…

Bahar Kalkanı ve Moskova Ateşkesi’nin Sonuçları

Ve… Türkiye, başlangıçta, “anında misliyle” karşılık verdi. Ama deklare ettiği hedeflere ulaşmada acele etmediği gibi konunun taraflarıyla yoğun diplomatik görüşmeler yaptı. Zira Türkiye, İdlib-Suriye ve Libya’da ciddi krizler yaşanmasının bölgede hareket alanını daraltacağının farkındaydı… İdeolojik ve siyasi kimliğinin kendisine açtığı alanda ABD ve NATO’ya mahkûm olmanın da ne anlama geldiğinin bilinciyle adımlarını atmaya özen gösterdi. Yani, Türkiye, burada, iki önemli kaygı taşıyarak tüm diplomatik imkânlarını kullanmaya çalıştı. Bunlardan birincisi Rusya lideri Putin ile ilişkilerin geldiği düzeyi daha ileriye taşıyamasa da devamından yana olma zorunluluğuydu. İkincisi de ABD ve NATO’nun tüm olumsuz yaklaşımlarına karşın, Batı ile derin ilişkileri belirli bir süre daha devam ettirme mecburiyetiydi. Ve Rusya-ABD dengesinin devamı gerekmekteydi…

Şüphesiz Putin, -konjonktürel nitelikte de olsa- Türkiye ile ciddi işbirliklerini torpilleyecek adımlar attı. Ama Türkiye’nin -içinde bulunduğu şartlarda ve mevcut güç dengelerinde- Rusya’ya karşılık vermesi mümkün değildi. Kısa ve orta vadede aleyhine olabilecek askeri adımlar atmak yerine, diplomasiyi sonuna kadar kullanması gerektiğinin farkına vararak süreci yönetti. Öte yandan da Bahar Kalkanı Harekâtı ile hedefe Suriye rejim güçlerini koyduğu malum operasyonları yapmakta da tereddüt etmedi. Ve Moskova Anlaşmasıyla “ateşkesi” sağlamış oldu. Aynı zamanda, sürecin başlangıcında deklare ettiği hedeflere tam olarak ulaşamasa da ciddi kazanımlar elde etmiş de oldu. Türkiye’nin en önemli kazanımı da Bahar Kalkanı Harekâtıyla, bölgede, “yumuşak gücü”nün yanında askeri güç olarak da üstünlüğünü ilgili taraflara göstermiş olmasıdır. Bir başka kazanımı da ateşkesi sağlamış olması ve bunu, daha önceki mutabakatlara göre güçlü zeminlere oturtabilmesidir… Zira, tıpkı Barış Pınarı Harekatı gibi burada da  “anlaşmaya uyulmaması halinde harekata kaldığı yerden devam edileceği” maddesi konuldu… Ki bu, “Adana Anlaşması” ve BM’nin terörle mücadele kurallarıyla birlikte Türkiye’nin meşruiyet zeminini güçlendirmektedir. Aynı zamanda Moskova Anlaşmasıyla oluşan vasat, İdlib’deki sivil halka yönelik saldırıları da durduracağa benzemektedir. Bu da 2,5 milyon sivil halkın göçünü engelleyecektir. Dahası, İdlib halkı ve diğer yerlerinden edilmiş Suriyelilerin “güvenli bölgeler”de iskânını da mümkün kılabilecektir…

İdlib’in Suriye’de herhangi bir şehir olmadığı herkesin malumudur. Mevcut dengede İdlib, stratejik bir öneme sahip olduğu gibi, Suriye’de bir “siyasi çözüm” söz konusu olduğunda da yerlerinden edilmiş ve/veya edilmekte olan Suriyelilerin geleceği için kritik bir öneme sahiptir. Adeta Türkiye’nin bir sınır kenti görünümüyle İdlib, sınır güvenliği açısından da vazgeçilmez bir coğrafyadır… Bahar Kalkanı harekâtıyla İdlib bölgesinde elde edilen kazanımlarıyla Türkiye, -ilk fırsatta- Barış Pınarı Harekâtında yarım kalan operasyonlarını tamamlamayı isteyeceği de şimdiden öngörülebilir. Keza Afrin’in güneyindeki PKK/PYD terör örgütlerinin tasfiyesi konusu da gündeme gelirse şaşırmamak gerekir. Lakin tüm bunlar sahaya yansıyacak olsa da Irak-Suriye sınırı ekseninde kurulması planlanan bir devlet projesine karşı durma konusunda Türkiye tek başına kalmış gözükmektedir. Bu bağlamda ABD-İsrail ikilisinin “Teo-Politik” hedefleri de dikkate alındığında, bölge insanı, özellikle de “Müslüman Kürtler”in ‘yılanın deliğinden bir kez daha ısırılmamaları’ stratejik öneme sahiptir. Orta ve uzun vadeli hesapları, planları doğru okuyabilmek artık bir zorunluluktur… Ki bölge gerçekleri ve dinamikleri de bunu gerektirmektedir…

Son planda, bölgeye ve Müslümanların yaşadıkları tüm coğrafyaya yönelik planlar malumdur. I. ve II. Dünya Savaşları sonrasında Osmanlı bakiyesi bölgenin ne hale getirildiği de -son zamanlarda- çok net görülmektedir. Ayrıca  bir gerçeklik daha hızla netleşmektedir. Ki bölgede yeni bir Batı referanslı Türkiye gerçekliğiyle karşı karşıyayız. Değişen küresel ve bölgesel şartların açtığı alanda Türkiye, bir taraftan ciddi bir “güvenlik” kaygısının tezahürlerini sergilemektedir. Diğer taraftan da güçlü bir “gelecek” beklentisi içinde olduğunu ve bunu giderek daha belirginleştirdiğini ortaya koymaktadır. Zaten reel-politik gerçeklikler de bazı gelişmeleri, her zamankinden daha net okumamızı gerektirmektedir. Özellikle Müslümanlar, “düşünsel ve siyasi duruş”taki netlikle söz konusu gelişmeleri okumak durumuyla karşı karşıyalar…

(Ilımlı) Laik-Demokratik/Batılı Türkiye Cumhuriyeti, sapkın/eklektik çizgisinin tüm frenlemelerine karşın geçmişini aramaktadır. “Yeni denge arayışı süreci” ve yaşanmakta olan küresel ve bölgesel düzlemdeki şartlar da Türkiye’ye bu alanı açmış gözükmektedir. BOP ve GOP ile “yumuşak gücü”nü sahaya yansıtan Türkiye, sürecin yeni aşamasında, silahlı gücünü (Hard Power) kullanabilme yönünde güçlü hazırlıklarını sahaya yansıtmaktadır. İç ve dış muhalefet bunu görmek istemese de bu bir reel-politik gerçeklik olarak karşımızda durmaktadır…

Unutmayalım ki bu reel-politik gerçekliğe karşın Müslümanların, temel referansı Batı olan Türkiye’yi doğru okumaları gerekmektedir. Aksi takdirde reel-politik gelişmeler -geçmişte olduğu gibi- insanımızın, “Sırat-ı Müstakim”den sapmasını daha da derinleştirici bir işlev görecektir…

Daha Fazla

İlgili Makaleler

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

İlginizi Çekebilir

Kapalı