
Said Halim Paşa Ve Osmanlı’da İslamcılık
Said Halim Paşa “ İslâmcılık” akımının Osmanlının son dönemindeki en öndeki temsilcilerinden birisi şüphesiz…
O özellikle “Buhranlarımız” adını taşıyan eseri ile Osmanlının son döneminde yaşanan sıkıntılara dikkat çekerek İslamcı bir bakış açısı ile çıkış yolları arayan biri…
Babası eski vezirlerden Halim Paşa olan Said Paşanın dedesi ise eski Mısır valisi Kavalalı Mehmet Ali Paşadır.
Arapça, Farsça, Fransızca ve İngilizce bilen Said Halim sonrasında İsviçre’de yüksek tahsilini tamamladı ve yurda döndüğünde Şura-yı Devlet azalığına tayin edildi.
Trablusgarb Savaşı sırasında İtalyan hükümeti ile sulh görüşmesi yapmak üzere Lozan’a gönderildi ve dönüşte kurulan kabinede Hariciye vekili oldu.
Cihan Harbinin başlamasından sonra Hariciye vekilliğini bıraktı ve yerine Talât Paşa sadrazam oldu.
Savaş sonrası Meclis-i Mebusan’da harp mesulü olarak Talat Paşa ile beraber yargılandı ve Malta Adasına sürüldü. Malta’da iki yıl süren sürgün hayatından sonra İstanbul’a dönmek için müracaat etti fakat bu isteği kabul edilmeyince zorunlu olarak Roma’ya gitti.
Roma da 6 Aralık 1921 de evinin önünde bir Ermeni komitacısının kurşunu ile alnından vurularak şehit düştü.
Naaşı İstanbul’a getirilerek Sultan Mahmud Türbesi bahçesinde yatan babasının yanına gömüldü. “Buhranlarımız” adını taşıyan ve içerisinden bu yazımızda alıntılar yaptığımız meşhur kitabı 1919 yılında yayınlandı…
***
Osmanlı Devleti’nin son döneminde İslam dünyası tam anlamıyla her alanda bir kriz içerisindeydi.
Rönesans ve Reform hareketleri beraberinde batıda sanayi devrimi olmuş, endüstrileşme gerçekleşmiş, İslam dünyasıyla Batı arasında büyük bir gelişmişlik mesafesi oluşmuştu.
Özellikle askeri alanda peş peşe başarısızlıklar yaşanması, önce askeri alanda yapılan ıslahat hareketlerini sonrasında da Milli Eğitim beraberinde devlet kurumlarının yeniden yapılanması ve gündelik hayatın düzenlenmesi sonucunu doğurdu.
Osmanlının gerileme dönemi olan bu dönemde eğitimini batıdan alan, batı kültürü ile yetişmiş yeni bir aydın/düşünür tipini ortaya çıktı. Bu kesim, devletin yüzleştiği problemlere yönelik çözüm arayışlarında tümüyle her anlamda batıyı taklit etmeyi öngörmekteydi.
Diğer taraftan bir kısım Osmanlı aydını da bu sıkıntılı dönemden çıkış yolunun İslam medeniyetinin köklerinden ayrılmadan gerçekleşmesi gerektiğini savunuyordu.
Bu İslamcı aydınlar, Osmanlı devletinin ve İslam dünyasının batı karşında bir gerileme içerisinde olduğunu kabul etmiş; fakat bu gerilemenin sebebinin İslam değil bilakis İslam’dan uzaklaşmak yüzünden olduğunu öngörmüşlerdi.
Buhrandan çıkış reçetelerini de bu yeni dönemin şartlarında İslamın yeniden yorumlanması gerektiği biçiminde yorumlamış; bu reçetedeki ilacın adını da İslam şeriatı olarak koymuşlardı…
Onlar sadece teknik unsurların alınmasının öngörüldüğü kısmi bir batılılaşmadan yana idiler.
Yani bir sentez oluşturma çabası idi bu…
Batı’nın sadece fenni ve ilmi gelişmelerini alarak, bunları İslam’ın kültürel ve ahlaki potası içerisinde eritmenin İslam dünyasına faydalı olacağını savundular.
Bu hususta merhum Mehmed Akif te yazdığı şiirlerde: “Alınız ilmin Garbını, alınız sanatını…” diyerek batı medeniyetinin teknik gelişmişliğini teyit ediyor fakat yine de her noktada taklid edilmemesi uyarısında bulunuyordu…
***
Said Halim de İslam medeniyetinin içine düştüğü sorunların çözümü için adres olarak kendi medeniyetini gösteriyordu.
O, İslam âleminin Batı’ya nazaran geride olduğunu samimi bir şekilde kabul etmekle birlikte Müslüman aydınların bu gerilemeden kurtulma çabalarında kendi mazilerinden uzaklaşmamaları gerektiğini savunanlardandı.
Paşa’ya göre Osmanlı aydınları bu duruma ne yazık ki dikkat etmemekte ve giderek kendi toplumuna yabancılaşmakta idiler.
Said Halim: “Oysa medeniyetin asıl unsurları, gereklilikleri zaten İslam’da mevcuttur, Batı medeniyeti bunu bizden alarak üzerine koymuştur, biz ise şuan bize ait olanı geri almak istiyoruz…” diyerek medeniyet tasavvurunun nasıl olması gerektiğne açıklık getirmiştir.
Dönemin aydın kesiminin İslamiyet’in gerilemenin esas sebebi olduğuna inanmaları ve savunmaları karşısında Paşa, Müslümanların İslamiyet’i tam anlamıyla yaşamadıklarını, şu an var olan İslami yaşam üzerinden İslamiyet’e değer biçilemeyeceğini ifade etmiştir.
O ısrarla tüm yazı ve anlatımlarında İslam’ın inanç, ahlak, toplum ve siyasete dair esaslarını mutlak manada kabul edip uygulanması gerektiğini söyleyerek kurtuluşun bunda, yani mutlak bir şekilde “İslamlaşmak” ta olduğunu belirtmekteydi:
“Osmanlı cemiyeti asırlarca önce teşekkül ederek şöhretli bir medeniyet meydana getirmiş ve dünya tarihinde mühim bir vazife ifa etmiştir. Böyle olduğu halde batıcılar, kendi mânevî ve ahlâkî hayatlarını, sosyal ve siyasî kanun ve olgunluklarını küçümsüyorlar, tahkir ediyorlar. İşte onları, cehalete düşüren, “kendini bilmemek” haline düşüren de budur. Bundan dolayı onlar, bizi millî varlığını elde etmeye çalışan yeni doğmuş bir cemiyet farzedecek derecelere geliyor, geçmiş ve ecdadımızın büyüklüğünden şüphe ediyor, bizi hakir görüyorlar.
Bu acaip düşünce tarzı ile gelişen dimağları ve edindikleri bilgiler onları sonunda şuna sevk ediyor:
Ruhlarının vatan değiştirmesi ve fikren göç!…
***
Said Halim Paşa eserlerinde “İslamcılık” yerine aynı anlama gelen “İslamlaşmak” kelimesi beraberinde “Vahdet-i İslamiyye” ve “İslami tesanüt” (İslam birliği) kavramlarını kullanır.
O, çöküş yıllarında öne çıkan İslâmcı düşünürlerin baş temsilcilerinden birisi ve aynı zamanda İslamcılık fikir hareketinin önde gelen teorisyeni, ideologudur.
İslam şeriati hakkında şöyle der: “Biz o fikirdeyiz ki, İslâm şeriatının ihtiva ettiği ahlâkî, içtimâî ve siyasî düsturlar, insan tabiatına tamamen uygundur ve Âdemoğullarının, kıyamete kadarki hayat ve kaderlerini düzenlemeye lâyıktır.
Bu imanımızdan dolayı, Müslümanların tekâmülünün, İslâm düstur ve esasları dışında mümkün olabileceğini kabul edemeyiz. Türk veya Arap olsun, İranlı veya Hintli olsun; zayıf veya kuvvetli, câhil veya âlim olsun her Müslüman, sadece bu hedefe bağlı ve ona doğru yürüyor olmalıdır.
İslâm âlemi büyük bir ailedir.
Onu meydana getiren milletler bu soylu ailenin çeşitli şubelerini teşkil eder. Müslüman milletler, İslâm dinini kabul etmekle çok büyük ve parlak bir medeniyet kurmaya muvaffak olmuşlardır.
Bugün de İslâm esaslarını daha güzel anlayıp, daha derin bir bilgi ve faziletle tatbik ve icra eder, onlara daha ciddî ve daha samimi bir bağ ile bağlanırlarsa bugünkü gerilik çukurundan yükselerek, şimdiki medeniyetin üstünde yeni bir medeniyet kuracaklardır.
İnsanlar arasında yayılacak olan müsâmaha, adalet ve eşitlik fikirleri, bunlardan doğacak dayanışma âhengi, fertlere bahşedeceği sayısız nimetler ve mânevî hazlar, bu yeni medeniyetin üstünlük sebebini teşkil edeceklerdir…”
Yine O : “Genelde İslam dünyasının özelde de Osmanlının sıkıntılarından çıkması ve kurtuluş saadeti için tam olarak İslâmlaşmaSı gerektiğini” söyler.
“İslâmiyet kusursuz bir bütün teşkil eden en mükemmel ve en son olgunluğa sahip bir insanlık dinidir. Bu özelliği sebebiyle İslâmiyet, beşer hayatını sevk ve idare eden âmillerin bir toplamı olmuştur. Bizim için İslâmlaşmak demek, İslâmiyetin inanç, ahlâk, yaşayış ve siyâsete ait esaslarının tam olarak tatbik edilmesi demektir. Bu tatbikin ise o esasların, zaman ve muhitin ihtiyaçlarına en uygun bir şekilde tefsir edilmesinden sonra yapılması gerekir. Kendisinin Müslüman olduğunu söyleyen bir adamın, kabul etmiş bulunduğu dinin esaslarına göre hissedip, düşünüp, hareket etmesi gerekir. Bunu yapmadıkça, yani İslâmiyet’in ahlâk, hayat ve siyâsetine kendini tamamiyle uydurmadıkça, yalnız Müslümanlığını itiraf etmek ona bir şey kazandırmaz. Hiçbir saadet de elde edemez.
Bir gün gelecek, İslâm gerçekleri, Müslümanlığa karşı çıkan sapıklıkları bir kere daha yenecektir. Hükümdarı, yeryüzündeki Müslümanların halifesi bulunan bu memleket, bir kere daha İslâm milletlerinin başına geçerek, onları mutluluk yollarına sevk edecektir…
***
Müslümanların gerilemesi konusunda hangi faktörlerin etkili olduğunu tartışan Paşaya göre İslam Dünyası; artık ilim ve fen karşısında bilgisizliğini gidermek zorundadır. Osmanlı toplumunun Batı medeniyetinin büyüsüne kapıldığını başka cemiyetlere ait kanun ve nizamların alınması suretiyle sosyal yapıyı değiştirmeye çalışmanın çare olmadığını söyler.
Ona göre; batı hayranlarının hali, hastalıklardan korunmak ve tam bir sıhhate sahip olmak arzusu ile tıp kitapları okuyan kimseye benzer. Bunlar sonunda, kendilerinin bütün hastalıklara tutulmuş oldukları vehmine düşerek, hayatı, mecburen katlandıkları tahammül edilmez bir yük, çaresiz ve uzun bir ızdırap olarak görmeye başlarlar.
Devamla şöyle der:
“Osmanlı medeniyetinin daima batı milletleri medeniyetinden geri kalmış olduğunu sanmak yanlıştır. Çünkü bir zamanlar onlarınkine her bakımdan üstündü. Şu meş’um taklit hastalığına tutulmasaydık bugünkü fark da bu kadar olmazdı. Kendi memleketinin kültürünü, medeniyetini, irfânını inkâr eden veya hakir gören milliyetini kaybeder. Dolayısiyle de, artık onun adına konuşmak, hakkı değildir.
Bizim idealimiz, içtimaî ve siyasî kanaatlerimiz, tamamiyle dinimizden doğmuştur. Dolayısiyle, ona saygı göstermek mecburiyetinde olduğumuz gibi üzerimizdeki bütün haklarını da kabul etmek zorundayız. Yine anlayacağız ki, dinsizlik denilen şey, Lâtin fikrinin düştüğü bir sapıkık halinden ibaret olup, zannedildiği gibi, bir fikrî üstünlük alâmeti değildir…”
***
Said Halim ilk eserlerinde sultan II. Abdülhamid’i istibdatçı ve idaresini de istibdat dönemi olarak değerlendirmiş olsa da hayatının son dönemlerinde Malta’da esaret hayatı yaşarken yazdığı ve 1920’de telif ettiği Hatıraları’nın “Türkiye ve Hilafet” bölümünde II. Abdülhamid’in hilafet politikasını takdirle karşıladığını belirterek şu önemli tespitte bulunur:
“İslâmı çepeçevre sarmış olan uyuşukluktan kurtarma başarısı Abdülhamid’e aitti. Müslüman âlemi, onun boyun eğmeyen direnişinde büyük bir itminan ve bir daha sönmeyecek olan bir cesaret kaynağı bulmuştu”.
Said Halim Paşa, “halifeliğin bağımsızlığını sağlamak amacını güden maddî güç ve kuvvetin varlığı bu yüce görevin icrası için temel şart” olduğunu belirterek hilafetin Osmanlı’ya geçişini belirleyen şeyin “kuvvet” olduğuna dikkat çeker.
Hilafet makamının işgali konusunda en güçlü Müslüman devlet teorisini ve bunun, Hz. Peygamber’in neslinden olmaktan daha geçerli olduğunu ispat” ettiğini belirterek hilafetin Türklerin hakkı olduğunu vurgular…
Yine “ Buhranlarımız” da: “Müslümanların geriliği, ancak yabancı boyunduruğu altına girdikten sonra bütün çıplaklığı ve önemi ile meydana çıkmıştır…” der.
“Müslüman milletler, mütemadiyen değişmekte bulunan zamanın zaruretlerini dikkate almamış, bu değişmeyle meydana çıkan yeni ihtiyaçların, ancak dinlerini daha yüksek ve daha verimli bir tarzda tefsir ve tatbik etmeleriyle karşılanabileceğini anlayamamış, bu yüzden de gerileyip çökmüşlerdir.
Müslümanların gerilemesinin ikinci bir sebebi de, İslâm âlemi ile batılı Hıristiyan milletler arasında ortaya çıkan şiddetli ve sönmez bir din düşmanlığıdır.
İşte o düşmanlıktan doğan sonu gelmez savaşlar, Müslüman milletlerin ilerlemesine ve gelişmesine gözle görülür derecede mâni olmuşlardır. Ayrıca bu karşılıklı nefret, müslüman milletlerin, garpta sür’atle gelişmekte olan medeniyeti tanıyıp ondan faydalanmasına da imkân bırakmadı.
Halbuki müslümanların aşağı görüp tenezzül etmedikleri o medeniyet, gitgide tekemmül ederek garp
milletlerinin üstünlüğünü meydana getirdi.
İşte müslüman milletler bu şekilde aynı hastalığa yakalanmış oldular.
Bu öyle bir illet idi ki, hepsinde bulunduğu için dinlerinden geldiğine hükmedildi.
İslâm âlemi şarkta bitmez tükenmez felsefî münazaralar ile vakit geçirip metafizik vadisinde sonsuz, boş ve kısır çekişmelerle kuvvetten düşmekte iken, beri tarafta, yani garpta genç ve zinde milletler tecrübe metodlarına dayanan yeni bir medeniyet kuruyorlardı. Tabiatın sırlarına nüfuz ederek, sonsuz kuvvetlerden faydalanmayı başarıyorlardı. Fizik ve kimya sahasındaki keşif ve icatlar sayesinde bu medeniyetten doğan görülmemiş sanatlar, az bir külfetle en büyük verimi sağlayacak mükemmel ve sağlam vasıtalar yaptılar.
Bu da garp milletlerindeki zahmetsiz kazanç, sömürme ve tahakküm hislerini son derece artırdı. Şarkın zenginliklerine göz diken bu milletler, cehennemi harp âlet ve cihazları ile bu hâris düşmanlarına karşı müdafaadan âciz kalan İslâm memleketlerini istilâ ettiler.
Hiç duraklamadan gelişme ve ilerlemesini devam ettiren muntazam cemiyetlerin takip ettikleri usul budur…”
***
Paşa, kendini Müslüman olarak kabul eden birisinin bu dinin esaslarına göre düşünmesi ve hareket etmesi gerektiğini belirtir.
Ona göre yalnızca Müslüman olduğunu söylemenin hiçbir anlam ifade etmez.
Din yegâne kurtuluş çaresidir.
Müslüman milletler İslam öncesi bedevilik hayatlarına geri döndükleri için geri kalmışlardır.
Dolayısıyla, Müslüman milletler için çıkış yolu İslamcılık siyasetidir.
Bunun için din yeni ihtiyaçlara cevap vermek üzere yeniden tefsir edilmeli ve batı’daki gelişmeler yakından takip edilmelidir.
İslam dünyasının kurtuluşu için çare; toplumun bütün sosyal ve siyasî hayatını yeniden İslamiyet’in değişmez ve ebedî hakikatleri üzerine kurmaktan ibarettir…
Onun hayat boyu düşüncesinin odak noktası İslam idi.
Ve idealindeki hayat tarzı ise asrı saadetti…
Allah rahmet eylesin mekânı cennet olsun inşallah…
Selam ve dua ile…