
Merhum Dr.Hamdi Kalyoncu Hocanın 5 yıl önce kaleme aldığı ilgi alanlarından birisi olan “Tasavvuf” konusu ile ilgili yazısını istifadenize sunuyoruz.Bu vesile ile merhum hocamıza Rabbimizden rahmet niyaz ediyoruz
Dinin farklı bir algılaması olan Tasavvuf sadece İslam alemine has bir gelişme değil. Genel adıyla “mistisizm” tarzı yönelişlerin pek çok toplumda mevcut.
“Görünmeyen alem ile ruhsal temas” olarak tanımlaman tasavvuf yada genel adı ile mistisizm insanlığın her döneminde var olduğu araştırmacılar tarafından ortaya konmuş.
İslam coğrafyasında dinin daha derin bir algılama ve yaşanma tarzı sanılan “mistisizm yahut tasavvuf, insanın her zaman sorduğu temel metafizik sorulara bulunan cevaplardan biri olmak itibariyle zamana veya yere bağlı da değildir.“ ( ) Prof. Dr. Erol Güngör, İslâm Tasavvufunun Meseleleri, İstanbul, 1982, s. 191, 166-223.
Böyleyken ve İslam’ın ilk dönemlerinde kimse tarafından adından söz edilmezken Müslümanlar için böyle bir anlayışın nasıl ortaya çıktığını bilmek konumuzun anlaşılması bakımından önemli..
Olaya tarihi seyri içinde bakıldığında bütün yönleriyle masum ve “öze dönüş” amacında olan “zühd hareketi” diye isimlendirilen bir gelişmeyi, sonra da genişleyen İslam coğrafyasında İslam öncesi inançların ve dışarıdan gelen başka başka mistik anlayışların oluşturduğu tarikat yapılanmalarını görüyoruz.
“Zühd Hareketi”nden “Sufizm”e Geçiş
İslam coğrafyasında hicri ikinci asırda ortaya çıkan ‘zühd hareketi..’
Bu hareketin İslami yaşantıdan uzaklaşma ve dünyevileşme temayülleri karşı öze dönüş olarak ortaya çıktığı ifade edilir. Ancak zamanla “öze dönüş” ihtiyacı ile başlayan bu hareket, yeni coğrafyaların fethedilmesi ile değişime uğradığı ve farklı inançların İslam’a monte edildiği görülür.
Önceleri, kısmen de olsa Ehl-i sünnet çizgisinde olan toparlanışlar altı yüzyıl kadar sonra Vahdet-i vücud felsefesi ile bambaşka bir şekle bürünür.
Tarihsel gelişimi içinde konuyu ele alan Prof. Ahmed Yaşar Ocak’ın araştırması oldukça aydınlatıcı görünüyor;
Prof.A.Yaşar Ocak tasavvuf mensuplarının üzerinde birleştikleri tek bir tarifinin olmadığı, yapılan tariflerin sadece, o tarifleri yapan mutasavvıflar, kendilerinde hâkim olan mistik hali izah etmeye çalışmışlar.
Esasta “Tasavvuf, bugün çoğunlukla sanıldığı gibi, “bol bol nafile ibadet etmek, küçük günahlardan dahi şiddetle kaçınabilmek için mümkün olabildiğince toplumdan uzaklaşarak birtakım vird ve zikirler okumak suretiyle Allah’a yaklaşmaya çalışmak” şeklinde anlaşılan bir anlayış değil.
Şihabeddin-i Sühreverdi’nin (öl. 1196) Işrâk ve Muhyiddin-i Arabi’nin (öl. 1240) Vahdet-i Vücud anlayışları gibi birtakım mistik teoriler çerçevesinde, Yaratıcı kudretin (Allah’ın) hakikatine ulaşabilmek için nefsi ve bedeni bu yolda hazırlamaya yönelik…ritüel uygulamalar..” (Prof. Ahmet Yaşar Ocak: Türkler, Türkiye ve İslam; Yaklaşım, Yöntem ve Yorum denemeleri. S. 157-173.)
Tasavvuf ve İslam’da Zühd Kavramı
Tasavvuf kavramı IX. yüzyıldan itibaren kullanılmaya başlanmıştır.
İslâm’ın ilk yüz yılı içinde zâhid denilen birtakım kimseler tarafından bir “akım” halinde temsil edilmiş zühd kavramını tasavvufla özdeş gören bir yaklaşımın bizi kesinlikle yanlış yola çıkaracağını dikkate almamız gerekiyor. Tasavvufun İslâm’la münasebeti konusundaki tartışmalar temelde bu ayırımın iyi yapılmamasından kaynaklanıyor.
Nitekim tasavvufu, esas itibariyle Kur’an ve Sünnet kaynaklı bir anlayış olduğu, dolayısıyla İslâm’ın özünü oluşturduğu tezini öne sürenler, zühdü tasavvufla özdeş gördükleri için böyle düşünmektedirler.
İslâm sosyal tarihinde zühd, yalnızca İslâmî bir kavram olmaktan öte, bu kavram etrafında bir devirde ortaya çıkmış sosyal bir hareketi de içine alır.
Bu zühd hareketi, İslâm’ın daha ilk yüzyılı içinde belirmeye başlamış olup.. yeni nesillerle eski nesiller arasındaki Müslümanlık anlayışı farklılaşmasının.. ortaya çıkardığı bir çeşit tepki idi…
Bu hareketin merkezi, başta Hicaz mıntıkası olmak üzere, İslâm’ın ilk yayıldığı yerlerdir. Zühd hareketinin bu suretle siyasi ve sosyal değişimlere pasif bir tepki olarak ortaya çıkan kaçınılmaz bir gelişmeydi.
Zira genellikle Peygamber’in hayatta olduğu bir dönemin sonlarını bizzat yaşayan veya bir sonraki nesle mensup bulunan bu kişiler, içinde yaşadıkları toplumum değişen siyasal ve sosyal şartlarının sevkiyle kendilerininkinden farklı birtakım dünyevi değerlere yönelişi.. kabullenemediler.
Bu yüzden, dünya nimetlerine ihtirasla bağlanan bir toplum hayatının kötülüklerinden kaçmak için inzivaya çekilmek ve kendilerini olabildiğince koyu bir dini yaşantıya adamak suretiyle, bir anlamda bu değişimleri, toplumdan kendilerini soyutlayarak protesto ettiler.
Bu protesto hareketi, sözü edilen tepkiden başka hiçbir nazari mistik temele dayanmadığı gibi, organize bir hareket de değildi. Dolayısıyla, sûfi geleneğin sonradan bizzat kendi kökeninde gösterdiği prototipler olarak içlerinde Üveys el-Karani, Herem b. Hayyân, Hasan el-Basri gibi tanınmış birtakım şahsiyetlerin bulunduğu bu kişiler, sonraki dönemlerin mistik teoriler üreten gerçek anlamdaki mutasavvıflarına benzemekten çok uzaktı.
Tasavvuf Nasıl Doğdu?
İlkel toplumların büyü, sihir, afsunları, Yunan’ın felsefesi, Hint ve Fars’ın mistisizmi ve İslâm’ın bazı unsurlarını bir potada eriterek orjinal bir inanç haline gelen tasavvuf 6. yüzyılda en büyük Üstad’ını buldu. Bu Muhyiddin îbn Arabi’dir. Onun hayatında ve fikirlerinde kendinden önceki dönemlerin tasavvufunun bütün özellikleri fazlasıyla yer almıştı.
İbn Arabi Endülüs’te Hıristiyanlıktan, Kuzey Afrika paganlardan, Anadolu ve İran’da Şamanizm, Zerdüştlük ve Maniheizmin’den, Suriye’nin İsmaîliliğinden çok şeyleri alıp tasavvuf düşüncesini yoğurmuş.
Arabi ve diğerleri tamamen İslam dışı olan bu düşüncelerini İslami terimler ile ifade etmeleri sebebiyle kabul görmekte pek de zorlanmamışlar.
Bu toplumların İslam öncesi kültürü de zaten bu şirk kültüründen oluşuyordu.
Bir taraftan Manî, Zerdüşt dinini ve İşrâkî felsefesinin bazı özelliklerini alırken, kelamcılardan ve Fahreddin Razî ile İbn Sina’dan öğrenip İslami renklerle süslediği düşüncelerine ancak din alimleri itiraz edebilecek güçte idi. Arabi onları da “evliyanın deccalları” olarak ilan etmişti.
Arabi’de yok yoktur. O, her inanç ve kültürden aldıklarını kendi öğretisine katmıştı.” ( ) Üç Müslüman Bilge, S. Hüseyin Nasr, S. 113,114,172; El-Fütuhat el-Mekkiye, İbnul Arabi,Yay. Haz; Prof. Dr. Nihat Keklik, 2 cilt, (İbn Arabinin eserinden fragmentler biçiminde hazırlanmış) İUEF. Yayınları. S. 2/A-3, 2/B-409-411
“Tasavvuf dediğimiz, mistik bir takım teoriler temelinde gelişen asıl sûfilik akımı, Abbasiler’in ilk yüz yılını takiben bu altyapı üstünde eski İslâm öncesi mistik kültürlerle temas sonucu.. bir sentez oluşmasında Kur’an-ı Kerim’in pek çok âyeti ve pek çok kavramı kullanıldı.. Bu kavramların içi, bu mistik kültürlerden ödünç alınan mistik muhtevalarla dolduruldu. Ayrıca, başta Peygamber’in bizzat kendisi olmak üzere, Ashâb-ı Suffe tâbir edilen bir kısım sahâbi ile bazı ilk dönem İslâm büyüklerinin tarihsel hayatları deforme edilerek bu yeni kavramlara uygun hale getirildi…
Tarihsel perspektif içinde tasavvufun, bizzat teorik çerçevede İslâm’ın içinden doğan bir mistik vakıa olmaktan ziyade, zühd hareketinin, İslâm’ın ilk yüzyılından itibaren, önce Emevi, sonra Abbasi İmparatorluğu’nun alabildiğince geniş toprakları üzerinde, yani İran ve eski Mezopotamya’daki özellikle Budizm, Maniheizm gibi dinlere dayalı Hind-İran mistik kültürleriyle, Hellenistik dönemin Gnostik ve Neoplatonik felsefi etkileriyle ve nihayet köklü bir Yahudi ve Hıristiyan mistik geleneğinin kalıntılarını taşıyan Mısır ve Suriye mıntıkalarındaki mistik kültürlerle birleşerek yarattığı bir sentezin ürünü…
Tasavvufun böyle bir sentez olarak tarih sahnesine çıkabilmesi.. ancak IX. yüzyıldan itibaren söz konusudur.
Tasavvuf cereyanının ilk temsilcileri, Mâ’rûf-i Kerhi (öl. 815), Zünnûn-ı Mısri (öl. 860), Seriyy-i Sakatı (öl. 865), Bâyezid-i Bistâmi (öl. 874), Cüneyd-i Bağdadi (öl. 910), Hallâc-ı Mansûr (öl. 922) ve daha bazıları, genellikle bu ve müteakip yüzyılın insanlarıdır.
Tasavvuf dediğimiz bu sentezin, İslâm’ın beşiği olan Hicaz’da değil de.. Mısır, Suriye, Irak ve İran gibi, yüzlerce yıllık eski mistik dinlerin ve kültürlerinin izlerini hâlâ canlı bir biçimde koruyan ülkelerde ortaya çıkmış olması da anlamlıdır…