Genel

‘Yaşlanmak başlanmaktır’

Prof.Dr.Kemal Sayar/Dünya Bizim

Kemal Sayar, eski bir yazısında “Yaşantıya, tecrübeye, bilgiye ve bilgeliğe hürmet, kadim medeniyetlerin geleneğidir. O yüzden bu topraklarda yaşlanmak ‘başlanmak’tır” diyor. Salgın sürecinde birçok Batılı ülke yaşlılarını ölüme terk ettiği bir süreçte tekrar hatırlatmak istedik.

Batı dünyasında yaşlıların giderek yalnızlaştığını biliyoruz. Üretim çarkından çekilen ve tüketici olarak da yeterince dinamik bulunmayan yaşlılar, adeta toplumun kıyısına itiliyor. Yaşlanmanın getirdiği doğal bedensel zayıflık, yaşlı insanların utanmaları gereken bir durum olarak sunuluyor ve devreye anti-aging türü maskaralıklar sokuluyor. Anti-aging ideolojisi bize şunu söylüyor: Genç olan daha iyidir. Beden genç, ince ve güzel görünmelidir ki insanlar onun üzerinden onu taşıyan kişiye değer versinler. Modernite gençliği adeta kutsuyor, bütün hayatı gençliğin kendisini tekrar ettiği bir döngü olarak kurmak istiyor. Bu da yaşamışlığın getireceği derinlik ve adanmışlığı reddetmek anlamına geliyor. Yaşlı insanın biriktirdikleri kıymetsiz gösteriliyor. Burada modernliğin o bildik eski masalıyla karşılaşıyoruz, insana sürgit bir yurtsuzluk duygusu olarak yansıyan köksüzlük,bir ev ve aidiyet eksikliği. Yaşlıyı toplumdan kovan, onun hikayelerini de kovuyor ve yeni nesillere bir önceki neslin hikayeleri yerine sinema stüdyolarında veya dizi film setlerinde çekilen yeni hikayeler takdim ediliyor. Nesiller arasındaki süreklilik duygusu aşınıyor.

Yaşlıya duyulan tiksinti aslında modern Batıda ölümün müstekreh bir olgu olarak karşılanmasından doğuyor. ‘Bir ayağı çukurda olan’ yaşlı kişi, ölümü hatırlattığı için hayattan kovulmak isteniyor. Ölüm çağdaş Batılının sürekli bastırdığı, inkâr ettiği, ona karşı savaştığı, kabullenilemez bir durum. Foucault’yen bir dille konuşacak olursak, nasıl akıl hastalarının maruz bırakıldığı ‘büyük kapatma’ toplumun sahte standartlarına uyum sağlamış ‘normaller’i korumak amacına matufsa, yaşlıların huzur evlerinde temerküz edilmeleri de ölümün her türlü tezahür ve hatırlatıcısını sosyal hayattan tehcir emek amacını taşıyor. Ölümün yokluk anlamına geldiği agnostik bir iklimde bu anlaşılabilir bir savunma gibi görünüyor. Oysa ‘hayatın akıp ölüme katışmaktan başka bir gayesinin olmadığı’ bir kültürde ölüm, yokluk ve nihai son anlamına gelmiyor ve bu yüzden yaşlılık ikrah edilecek bir durum olarak görülmüyor. Yaşlılık Erik Erikson’un dile getirdiği gibi hayatın bütünlüğünün kavrandığı bir durak ve insan oradan, biriktirdiği bilgelikle hayatı seyredebilir. Doğu veya İslam kültürlerinde yaşlılığın bilgelikle bir tutulması, ‘ak sakallı ihtiyar’ların her zaman bir hürmet nesnesi olması, önemli hakikatlerin onların dilinden aktarılması, bu kültürlerde yaşa verilen değeri gösteriyor. Bu kültürler yaşamışlığın kıymetine inanıyor, hayatın sokaklarında yorulmuş bir kişinin henüz yolun başında olan bir başka insana anlatabilecekleri olduğunu varsayıyor. Aslında pek çok geleneksel kültür, önderlik görevini görmüş geçirmiş yaşlılara tevdi ediyor.

Yaşlılık ve onun tezahürleri modern tıbbın uzun süredir ilgisini çekiyor. İnsanların doğal fizyolojilerinin bir hastalık sayılıp tedavi edilmeye çalışıldığı bir zamanda yaşıyoruz. Yaşlılık da tedavi edilmesi gereken bir durum olarak sunuluyor bir süredir. Anti-aging sektörü bu hokus pokustan ekmek yiyor. Yaşlanmakla birlikte bedenimizde meydana gelen değişimleri hissedemeyecek isek hayatın geçip gitmekte olduğunu ve kaçınılmaz sonun yaklaştığının nasıl farkına varacağız? Yaşadıklarımızdan nasıl öğreneceğiz? Hayatın kırılganlığını en önce kendi bedenlerimizin kırılganlığından okuyamayacak isek, yaşamak bize ne katacak? İşte modern tecrübe insanın yaşadıkları ile iç yaşantısı arasına bir duvar örüyor, yaşadıklarımızın iç dünyamıza bir derinlik, bir bilgelik olarak yansımasını önlüyor.

Geniş ailenin kaybedilmesi kapitalizm için bir fayda sağlıyordu, böylece küçül(tül)müş ailenin toprağa ve atalara sadakati kalmayacak, oynaklık ve hareket artacak, yer değiştirmeyle birlikte iş ve tüketim sahaları da genişleyecekti. Ama çekirdek aile bir evvelki nesille en yeni neslin irtibatının kopması, onlardan alınan hayat bilgisinin azalması anlamına da geliyordu. Yaşlılarıyla birlikte büyüyen çocukların sağladıkları aidiyet ve süreklilik duygusunun çekirdek aileyle giderek azaldığını, hatta Batıda giderek yaygınlaşan tek ebeveynli ailelerle çocukların büyük bir sersemlik ve yurtsuzluk hissi yaşadıklarını söyleyebiliriz. Bakım işi giderek artan oranlarda profesyonel kurum ve kişilere devrediliyor ve ailenin yetişkinlerinin çocuklar üzerindeki otoritesi zayıflıyor. Bürokratizmin madenî sesi, aileyi sağırlaştırıyor.

İşte modern Batı uygarlığında yaşlılığın kapıları bütünlüğe değil de ümitsizliğe açılıyor burada. Hayatı üretim ve tüketimden ibaret sayan, ‘üretip tükettiğin kadar varsın’ diyen, reklamlarla kışkırtabileceği yaş dilimlerini kutsayan ve yaşın getirdiği bilgeliği yok sayan bir anlayış. Ölüm korkusu bir hayalet gibi yaşlı insanın yolunu kesiyor ve onları hayata bu ileri yaşlarında coşkuyla katılmaktan alıkoyuyor. Ölümü durdurma sapkınlığı, modern tıbbın kisvesine bürünerek büyük bir endüstriye dönüşüyor. Doğunun tecrübesi ise çok farklı, ilerleyen yaşın ölüme dair farkındalığı çoğalttığı, ölümün hayata tutulan bir deniz feneri olduğu, hayat ve ölümün birbirine katılmaktan özge bir dileğinin bulunmadığı coğrafyalarda, yaşlılık hep selamlanmıştır. Yaşlıların eli bu yüzden öpülür ve bayram günleri en yaşlının evi bu yüzden ilk emirde ziyaret edilir. Yaşantıya, tecrübeye, bilgiye ve bilgeliğe hürmet, kadim medeniyetlerin geleneğidir. O yüzden bu topraklarda yaşlanmak ‘başlanmak’tır.

Daha Fazla

İktibas Çizgisi

İktibas Çizgisi Yönetici

İlgili Makaleler

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

İlginizi Çekebilir

Kapalı