Akıl ve Nakil
“… O, akıl erdiremeyenlerin üzerine iğrenç bir pislik kılar” (Yûnus 100).
“…Bugün size dîninizi kemâle erdirdim, üzerinizdeki nîmetimi tamamladım ve size din olarak İslâm’ı seçip-beğendim..” (Mâide 3).
Bir yazıda şöyle denir: “İslâmî bilgi kaynakları dörttür. Bunlar: 1- Kitap, 2- Sünnet, 3- İcmâ-i ümmet, 4- Kıyas-ı fukahâdır. Bu delillerden ikisi naklin, diğer ikisi de aklın sahasına girerler. Kitap ve Sünnet nakildir. Yâni Kur’ân-ı Kerîm ile Peygamber Efendimizin (asm) Sünnet’i tabîdir ki, bize nakil yoluyla ulaşmıştır. İcmâ-i ümmet ile kıyâs-ı fukahâ da zâten iki nakil kaynağının akıl ile yorumlanmasından ibâret iki alandır. Nakil denilince, âyet-i kerîmeler ve hadîs-i şerifler anlaşılır”. Biz de bu yazıda “nakil” derken “vahyi” ve de vahyin “güzel örneklik” şeklindeki pratikliği olan “Sünnet”i kastediyoruz.
Kur’ân’da akılla direkt ilişkili olan -benim saydığıma göre- 72 tâne âyet vardır (75 diyen de var) ve bu âyetlerin en ünlüsü de Yûnus Sûresi’nin 100. âyetidir. Yâni İslâm Dîni ve Kur’ân, birilerinin zannettiği gibi akla önem vermeyen bir din değildir. Hattâ tam-aksine, Kur’ân, aklını kullanmayanları ağır bir şekilde eleştiriyor ve aklını kullanmayanların pisliğe batacağını söylüyor. Allah akla çok önen verir ve Kur’ân’da bir-çok âyet akla önemin vurgusunu yapar. Aslında Kur’ân’da: “Allah’ın izni olmaksızın, hiç kimse için îman etme (imkânı) yoktur. O, akıl erdiremeyenlerin üzerine iğrenç bir pislik kılar” (Yûnus 100) denildikten sonra aklın önemini gösteren başka bir âyete gerek bile yoktur. Kur’ân, insanlar akıllarını vahiy-merkezli kullansınlar diye indirilmiştir. Zâten vahiy ancak, îman edenlere, sâlih amel işleyenlere ve akıllarını vahyin ışığında kullananlara yol gösterecektir.
Lâkin; İslâm’da merkeze alınması gereken şey, modern kafalıların zannettiği gibi akıl değil, nâkildir, yâni Kur’ân ve Sünnet’tir. Dinde nakil esastır ve dînin hâkim olması gereken hayatta ise akıl “nakil-merkezli” olmalıdır. Aksi-halde akıl “nefis-merkezli” olur ve hayâta din değil şeytan hâkim olur ki, günümüzde olan şey aynen budur.
İslâm, insana aklını kullanması ve tabiatı incelemesi için çağrıda bulunan yegâne dindir. Fakat bu akıl, batı’nın yaptığı gibi nefis-merkezli değil, nakil-merkezli yâni Kur’ân ve Sünnet-merkezli olmalıdır. Bu bağlamda akıl ve nakil el-ele vererek İslâm’ın ilkelerini bugüne yeniden taşımalı ve mevcut Dünyâ’ya bu minvâlde hitâp etmelidir.
Akıl “nakil-merkezli” olmalıdır. Zîrâ aklın üstünde ve ötesinde nakil vardır. Nakil, aklın üstünde ve ötesindedir. Çünkü akıl gayb konusunda âciz kalır. Aslında akıl, akledilebilecek olan maddî şeylerde bile bir miktar yol alabilse de belli bir sınırdan sonra âciz kalır. Meselâ daha, basit bir romatizma bile akıl kullanılarak şifâ anlamında tam anlamıyla tedâvi edilememektedir. Modern-tıp, akıl merkezinde ne kadar gelişirse-gelişsin, kronik hastalıkların kesin tedâvisinde âciz kalmaktadır. Bu bir-çok alanda da böyledir.
Akılla her-şeyin bilinip çözülebileceği inancı bâtıldır. İnsanlık târihinde insanın başına gelen zulümler ve kötülüklerin yarısı, aklı kullanmamaktan dolayı ise, yarısı da aklı nefis-merkezli kullanmaktan dolayıdır. Akıl, nakilsiz yâni vahiysiz kullanıldığında fitneye döner ve ifsâd eder ki modern zamanlarda nakli inkâr ve iptâl edenlerin “akıllarını kullanarak yaptıkları zulümler”, tüm insanlık târihinde meydana gelen kötülüklerden ve zulümlerden kat be kat fazladır.
Modern insanlar ve müslümanlar, naklin yerine aklı koymak uğraşındadırlar. Bu bağlamda moderne uymayan nakli akılla aşırı yoruma tâbi tutarak hakîki anlamından saptırmaktadırlar. Akıl, hattâ en saf akıl, eğer vahyin ortaya koyduğu sözleri ve metodu ortaya koyabilecek olsaydı, insanlık târihinin dâhileri, aynı-zamanda peygamber de olurdu. Oysa akıl, daha kendi yaptıkları yüzünden ortaya çıkan fitneleri ve ifsâdı bile düzeltebilecek bir çâre ortaya koyamıyor ki bu, aklın ilahlaştırıldığı ve modernitenin hâkim olduğu günümüzde bile böyledir. Nakil olmadığında akıl ne kadar kullanılırsa-kullanılsın sorunlar bitmeyecek ve tam-aksine katlanarak artacaktır.
Akıl, insanı ancak gaybın kapısına kadar getirir ve orada bırakır. Zîrâ akıl delille çalışır ve gaybın bir delîli olmadığı için akıl o noktada işlevsiz ve âciz kalır. Akıl delîlin götürebildiği yere kadar gider. Oradan sonra ise îman devreye girer. Naklin bir sonucu olan îman bu nedenle aklı tamamlar ve ona yol gösterir, çünkü ondan üstün ve ötedir. Akıl gayb konusunda çâresizdir. Allah, âhiret, melek, cennet-cehennem, vahiy, cin, rûh, bilinç ve hattâ aklın kendisinin bile ne olduğu hakkında Allah’ın bildirdiği azıcık bilgiden başka bir bilgi ortaya koyamaz. Çünkü çapı yetmez, yaratılıştan kendine verilen aklî kapasite yetersiz kalır.
Modernite modern insanı sürekli olarak “akılla her-şey bilinir” sözüyle kandırmaktadır. Böylece modern insan da nakli yâni vahyi bir tarafa atarak aklıyla her-şeyi bilebileceği ve düzeltebileceğini sanarak ömrünü boşuna harcar. Üstelik bunu, “süper akıllıların” ortaya çıkardığı sonsuz fitnelerle uğraşırken söylemektedir.
Aklı olmayanların elbette dîni de olmaz fakat din yâni nakil olmadan da akıl küresel anlamda iyilikler ortaya koyamaz. Zîrâ din olmadığında akıl, ne olduğunu bile bilmediği ve bilemeyeceği nefsinin güdümüne girer. Nefs onu istediği yöne sürükler. O hâlde akıl “yönlendirilmesi ve kullanılması gereken” bir şeydir. Böylece ya nefsin yönlendirmesine girecek ve nefis-merkezli kullanılarak fitne üretip ifsâd edecek, yada naklin yönlendirmesiyle kullanılarak hakkı ve hakîkati ortaya koyacak ideâl bir Dünyâ kuracaktır.
İnsan ne kadar akıllı olursa-olsun yanlış sonuçlara ulaşacaktır:
“Çünkü o bir düşündü, ölçtü biçti. Kahrolası, nasıl ölçüp biçti. Sonra (yine) kahrolası nasıl ölçüp biçti. Sonra bir baktı. Sonra kaşlarını çattı ve yüzünü ekşitti. Sonra da sırt çevirdi ve büyüklük tasladı (istikbar). Böylece: ‘Bu, yalnızca aktarılarak öğrenilen bir büyüdür’ dedi. ‘Bu, bir beşer sözünden başkası değildir’ dedi” (Müddesir 18-25).
Üstün zekâya sâhip bir Arap dâhisi olan Velid bin Muğire, burada aklını nakil-merkezli olarak kullanmayıp da nefis-merkezli kullanınca, vahyin âyetleri belki de kâlbini etkilemiş olsa bile, çıkarına endekslenmiş olan beynini yâni zekâ ve mantığını etkilemediğinden dolayı, apaçık bir nûr olan âyetler için, “eskilerin masalları” deyivermişti.
Gerçekten zekî olanlar yâni “temiz” insanlar, akıllarıyla, bilgileriyle ve beyinleriyle kibirlenmeyen ve aslında bildiklerinin ve zekâlarının ne kadar da yetersiz olduğunu fark edenlerdir. Sokrates “zeki olduğumu biliyorum, çünkü hiç-bir şey bilmediğimi biliyorum’’ demişti. Zîrâ hakîkate zekâ ile değil, îman ve îmânın yönlendirdiği nakil-merkezli akleden kâlp ve bu kâlp ile yapılan sâlih amellerle erilebilir.
Nefis-merkezli akıl yüzünden ortaya çıkan sorunları yine salt nefis-merkezli akılla çözmeye çalışmak ahmaklıktır. Demokrasinin ortaya çıkardığı sorunların “daha fazla demokrasi” ile çözüleceğini sananların yaptığı gibi. Oysa nefsin güdümündeki yada yeterli şekilde kullanılmayan aklın ortaya çıkardığı sorunları ancak, naklin kılavuzluğundaki akıl çözüp bitirebilir. O hâlde nakil-akıl birliği zorunludur ve keyfî değildir. Nakilsiz akıl, “nefsin kuşattığı akıl”dır ki ondan pek de faydalı ve doğru bir şey ortaya koyması beklenemez. Nefsin güdümündeki akıl ancak, nefsin hoşuna giden şeyler ortaya koyar ki, nefsin egemenliğindeki modern çağ ve modern insan, nefsini kışkırtan bu aklı ilahlaştırmıştır.
Aklı nefsin kontrôlüne girmiş olan kişi bâzen, hiç-bir yarar görmediği şeyi “iyi” olarak kabûl ederken, içinde yarar bulabileceği şeyi de “kötü” olarak kabûl eder. Yâni nefsin kontrôlündeki akıl her zaman iyiyi-kötüyü doğru bir şekilde ayıramaz. Böyle olunca da yapması gereken şey, nakle teslim olmaktan başkası değildir:
“Savaş hoşunuza gitmediği hâlde üzerinize yazıldı (farz kılındı). Olur ki hoşunuza gitmeyen bir şey, sizin için hayırlıdır ve olur ki, sevdiğiniz şey de sizin için bir şerdir. Allah bilir de siz bilmezsiniz” (Bakara 216).
Öyleyse ‘iyi’ ve ‘kötü”nun insanın tasvir ettiğinden farklı bir anlamının bulunduğu açıktır. İnsanın aklına yatan şey her zaman iyi olmayabiliyor. O hâlde mutlak iyiliğin ve doğrunun kaynağı Allah ve O’nun gönderdiği vahyin yâni naklin kılavuzluğuna ihtiyaç vardır.
Gazali: “Mükellefiyetler (yükümlülükler) akıldan değil, şeriattan (nakil) kaynaklanır” der. Çünkü nakilsiz akıl yâni nefsin güdümündeki akıl kişiye sorumluluk yüklemez. Hattâ nakilsiz akıl, insandan tüm sorumlulukları uzaklaştırmakla uğraşır durur.
Akıllarını ilahlaştıranlar, ilahlaştırdıkları aklın ne olduğunu bile bilmedikleri için, onu “beynin işleyişinin bir sonucu” olarak görürler. “Bilinç, akıl, şuur, rûh vs. beynin yâni insanın bir sonucudur” derler. “Eşyânın işleyişi mânevî olanı belirler” derler. İnsan sâdece bedenen değil, komple eşyâdır onlara göre. Zâten onlara göre rûhî-mânevî yön, eşyânın işleyişinin bir sonucudur. Dolayısı ile rûh, vahiy, peygamber, kitap ve gaybın her alanının kaynağı insandır. Buradan çıkan zorunlu iki sonuç şudur: 1- Eşyâdan başkası yoktur ve Allah düşüncesi de Allah da -hâşâ- eşyânın bir sonucudur. 2- İnsan öldüğünde Allah, gayb ve mânevî olan yönü de ölür ve yok olur gider. O hâlde bu mantık yürütme, “insandan başka varlık ve ilah yoktur” diye bir sapıklık ile sonuçlanır.
Aklın belirlediği her zaman doğru değildir. Hattâ Dünyâ’daki tüm akıllar bir şeye “doğru” dese bile, o şey eğer nakle aykırı ise yine de “yanlış” olur. Bakın meselâ nefis-merkezli (yada nakil-merkezli olmayan) modern akıl ile yapılan yasamada, naklin “haram” diyerek yasakladıkları içki-zinâ-kumar-fâiz gibi ana unsurlar serbest bırakılmakta ve hattâ bunları nakil esas alınarak eleştirmek bile yasaklanmaktadır. Hâlbuki bunlar apaçık bir şekilde toplum yapısını bozan başlıca unsurlardır.
Akıl ve nakil aynı değerde yan-yana olamaz. İkisinden biri diğerinin tahakkümünde olmalıdır. Eğer akıl naklin yönlendirmesinde olmazsa, nakil aklın tahakkümüne girer ki bunun sonucu nakli iptâl etmeye kadar varır. Zîrâ akıl naklin üstüne çıkarıldığında, -akıl mutlak olmadığı için- mutlakâ başka bir şeyin güdümünde olacağı için kendisine en çok rüşvet veren nefsin güdümüne girer. Oysa akıl naklin güdümünde olduğunda işler değişir ve her-şey yoluna girer. İslâm târihinde çoğu zaman akıl iptâl edilip yok sayılmış olsa da, İslâm’a göre akıl mutlakâ nakil-merkezli kullanılması gereken bir şey olduğundan dolayı yok sayılamaz. Nakil aklın yönlendiricisi olduğunda akla sorumluluk yükler ve onu kullanır. Akıl naklin yönlendiricisi olduğunda ise ya ifsâd eder yada yok eder. Modern zamanlarda bunun örneğini çok net olarak görebiliyoruz. Modernite ile birlikte akıl ilahlaştırılırken nakil ise yok sayılmıştır. Nakilden mahrûm kalan akıl, vicdansız ve merhâmetsizlik batağına batar ve mutlakâ zulmeder.
Akıl ilahlaştırıldığında insan için -güyâ-mümkün olmayan hiç-bir şey kalmaz. Hâlbuki insan için kâinatta çok az şey mümkündür.
Aklı aşırı öne çıkaranlar, nakli aklın nesnesi yapmışlardır. İslam filozoflarından bâzıları, nakli aklın bir sonucu olarak görmüşlerdir. Hattâ bu nedenle de apaçık îman umdelerini bile “nefis-merkezli akıl yürütme” demek olan “akılcılık” merkezinde yorumlamışlardır. Bu kişiler aklını çok beğendikleri Aristo’yu peygamber îlan etmişlerdir. Bunları hicvedenler olmuştur ve bu hicivlerden biri şu şekildedir: “Siz Yunan filozoflarını sanki peygamberlerinizmiş gibi düşünerek, kâfirlerin ilimlerini kendinize şeriat olarak aldınız”.
Ernest Renan; “İslam amansız bir akıl düşmanıdır” demişti. Oysa Kur’ân 72 tâne, akıl ile ilgili âyet içermektedir ki bu âyetlerin efendisi de Yûnus 100. âyettir. İslâm akla düşman değildir, İslâm “nefsin güdümündeki akla” düşmandır, “naklin yönlendirmesindeki akla” değil. Çünkü nefsin yönlendirmesindeki akıl sürekli olarak fitne üretip ifsâd etmekte ve bir-çoklarını mahrûm ve mazlum bırakmaktadır. Süper(!) silahlar nefsin yönlendirmesindeki akıl ile îcat edilmiştir ve yeryüzünü kana ve zulme boyamaktadır.
Merkeze alınması ve standartlaştırılması gereken şey akıl değil nakildir. Yada “nakil-merkezli akıl”dır. Nakil Allah’ın sözü olduğu için şaşmaz, fakat akıl nefs tarafından etkilenebildiği için şaşması çok olasıdır. Zâten aklın ilahlaştırıldığı ve merkeze alındığı modernizmde aklın çapsızlığından dolayı idrâk edilemeyen şeyler inkâr edilmeye başlanmıştır. Nefsin kontrôlündeki akıl pozitivizmi îcat etmiştir ve mânevî olanı yok saymaktadır. Yine, nakilsiz akıl gaybı inkâr eder, zîrâ idrâk edemez. İdrâk edemediklerini yok sayar bu yüzden. Mûcizeyi, vahyi vs inkâr eder. Zîrâ anlamlandıramaz. Anlamlandıramadığı şeyi yok sayar. Zâten kendisinden daha üstün bir şey görmez. Akıl îmânın yerine konduğunda fitne üretir ve ifsâd eder.
Nakli yerip aklı ön-plâna çıkaranlar, akıl kemâle erdiği için artık dîne de gerek olmadığını söylerler. Bakın Fazlurrahman ne diyor:
“Kur’ân’ın ‘son vahiy’ ve Hz. Muhammed’in ‘son Peygamber’ olduğu gerçeği, insanlığın gelişmesi açısından oldukça anlamlıdır. Bu demektir ki; insan, öyle bir olgunluk seviyesine çıkmıştır ki, artık onun hazır vahyin yardımına ihtiyâcı yoktur, insan, kendi ahlâkî ve fikrî kurtuluş kaderini kendisi çizebilir. Ayrıca İslâm, insanı, sâhip bulunduğu aklî ve ilmî güçler konusunda şuurlandırarak insanlığın gelişmesinde önemli bir rôl oynadı. Kur’ân vahyinden ayrı olarak, aynı sürecin gerçek târihte de yer aldığı görülmektedir. Şöyle ki, İslâm medeniyeti, hem düşünce hem de ilim alanında eski devirlerin sır tellâllığını yapan atmosferini silip süpürerek, onun yerine modernliğin ilmî ve uyanık rûhunu getirdi ve böylece söz-konusu modern tutumun doğmasını sağladı”.
Akla, Allah’ı -hâşâ- apaçık bir şekilde gösterseniz bile akıl yine de O’nun Allah olduğunu kabûl etmez. Zîrâ O’nun Allah olduğunu kabûl edecek bir argümanı yoktur.
Akıl bâzen de îmâna ve kurtuluşa engel olur. Hz. Nûh’un oğluna seslenmesi ve oğlunun güyâ aklını kullanmasıyla kurtulacağını zannetmesi buna örnektir:
“(Gemi) onlarla dağlar gibi dalga(lar) içinde yüzüyorken Nûh, bir kenara çekilmiş olan oğluna seslendi: ‘Ey oğlum, bizimle birlikte bin ve kâfirlerle birlikte olma’. (Oğlu) Dedi ki: ‘Ben bir dağa sığınacağım, o beni sudan korur’. Dedi ki: ‘Bugün Allah’ın emrinden, esirgeyen olan (Allah)dan başka bir koruyucu yoktur’. Ve ikisinin arasına dalga girdi, böylece o da boğulanlardan oldu. Denildi ki: ‘Ey yer, suyunu yut ve ey gök, sen de tut’. Su çekildi, iş bitiriliverdi, (gemi de) Cudi üstünde durdu ve zâlimler topluluğuna da: ‘Uzak olsunlar’ denildi” (Hûd 42-44).
Dînimiz akla değil, îmâna dayanır; onu akla dayandırmak, “altından kalkamayacağı bir yükün altına sokmak” demektir.
Saf akla kalsa nakli inkâr eder. Zîrâ onu temellendiremez. Neyle temellendirecek ki?. Çünkü akıl ancak maddî olanla temellendirme yapabilir. Gaybı, nakli, vahyi ve Allah’ı madde ile temellendirmede akıl çâresiz kalacağı için, madde ile somut bir inanç temellendirmesi yapılamaz. Fakat akıl, maddeye bakarak onun bir yaratıcısı olduğunu ve naklin de işte bundan bahsettiğini görerek nakli kabûl eder ve naklin yönlendirmesine göre hareket eder. David Hume:
“İnsan aklı, mâhiyeti gereği hiç-bir zaman tanrı inancını temellendiremez, dolayısıyla Dünyâ’ya dayanarak ileri sürülen bütün ispat, delil ve görüşlerin bir anlamı olmaz; kısacası, bu alanda aklın herhangi bir görevinden ve başarısından söz edilemez. Dînî inanç sistemleri rasyonel değerlendirmeye tâbi tutulamaz” der.
İnanma, delil ve ispât standartlarına uygun bir iş değildir. Eğer öyle olsaydı, yâni Tanrı başta olmak üzere, inanılması gereken diğer konular objektif ölçülerle kavranmaya müsâit şeyler olsalardı, o zaman zâten inanmaya, dolayısıyla riske girmeye gerek kalmazdı.
Akıl kişiyi îmânın kapısına kadar götürür. İşte orada kişi sağlam bir irâdeye sâhipse inanır, değilse inanmamaya devâm eder. Îmânı kabûl eden irâdenin mekânı kâlptir. Yoksa îman, “bir delîlin sonucuna dayanan bir fikrî tasdik” değildir. Zâten “Hak din”, tümüyle rasyonel ve mâkûl olmak zorunda değildir, zîrâ gaybdan bahsetmektedir.
Merkeze nakil yâni vahiy değil de akıl alındığında, İslâm rûhânîliğini kaybeder ve aklîliğe indirgenir. Ruhsuz akıl ise kişiyi maddeye meftûn eder. Maddeye meftûn olan insan maddeyi ilahlaştırmış demektir.
Akılcılık lâikliğin teorisidir. Akıl nakilden ayrıldığında, “akılcılık” ortaya çıkar.
Nefis-merkezli akılda rûhânîlik ve mânevî duygular yoktur. Bu, nakil-merkezli akılda olur. Nakilde hem rûhânîlik hem de akıl vardır. İnsanın yapısı ise hem aklî hem de rûhânî yapıdadır. O hâlde merkeze alınması gereken şey akıl değil nakildir ve bu nedenle akıl naklin yönlendirmesinde olmalıdır.
Müslüman olarak akla uygun olmayan dînî hükümlere uyuyoruz. Meselâ çok sıcak yaz günlerinde yaklaşık 17 saat boyunca oruç tutmanın aklî bir yanı yoktur. Ama bunu yine de yapıyoruz. Aklımızı dinlemiyoruz ve îmânımıza göre hareket ediyoruz. Çünkü îmân akıldan üstündür.
Akıl standart değildir ama nakil standarttır. İnsan sayısınca farklı akletme-şekli vardır. Bu nedenle aklı merkeze aldığımızda nakli iptâl edeceğimiz gibi, sayısız inanışlar ortaya çıkar. Nakilsiz akıl, aklî olgunluğunu tamamlamış değildir ve hiç-bir zaman da tamamlayamaz. Oysa nakil tamamlanmıştır:
“…Bugün size dîninizi kemâle erdirdim, üzerinizdeki nîmetimi tamamladım ve size din olarak İslâm’ı seçip-beğendim..” (Mâide 3).
En doğrusunu sâdece Allah bilir.