
Darul Küfür’de-Harpte faizin hükmü farklımıdır ?
Soru : Rabbimiz’in “iyiliği emretmemiz ve kötülükten men etmemiz” hususunda bizlere yüklemiş olduğu farzın ikamesi bağlamında kardeşlerimizi uyarmak istiyorum. Özellikle Belçika da İmam-ı Azam’a isnat edilen Darul Küfür’de (Darul Harp’te) faizle yapılacak alışverişlerdeki özel ruhsatla yola çıkarak bu ruhsatı(?) can simidi telakki edip faiz batağına giren, zamanla da bu durumu adet haline getiren ve devamına mecbur olduğu bu haram ameliyenin de tesiriyle İslam’ın diğer rükunlerini de hafife alan kardeşlerimi, özellikle henüz bu batağın kenarında olanları uyarmak istiyorum. Belirli kaynaklardan ulaşabildiğim kadarıyla İmam-ı Azam Darul Küfür’de, kafirle yapılacak olan ticari anlaşmalarda müslümanın karlı çıkıp, kafiri zarara uğratabileceği durumlarda faizli alışverişe ruhsat olduğunu belirtmesi (ifadenin yanlış olan kısmı bana aittir). Buradaki genel itibarla Hanefi olan kardeşlerimizin hazır kendi müçtehidi de böyle bir ruhsat vermişken(?) Allah’ın (c.c) ayetini Resulullah’ın sünnetini irdelemeden, hatta kendi müçtehit imamı hangi tür alışverişi müslümanın menfaatine saymış onu dahi araştırma zahmetine girmeden tıpkı bir müçtehit misali, falan hacıdan filan hocadan kendisine kıyas yaparak saplanmış bu batağa… Öncelikle, burada ki ev alımı konusunda yapılan akitleşmeden sizleri biraz bilgilendirmek istiyorum.
Bir müşteri notere yapılacak olan sözleşmesinin masrafı ve biraz da ön ödeme karşılığı olarak yüklü bir para ödedikten sonra
- a) 10 Euro’ya peşin fiyatına piyasadan rahatlıkla alabileceği evi 15 Euro’ya bankaya aldırıyor ve kendisi taksidi bankaya ödüyor, dolayısıyla faiz ödememiş oluyor?
- b) Banka talep edilen ev karşılığında vadeye bağlı olarak ödenecek olan taksitleri düşürüyor veya yükseltiyor ve müşterisine seçme şansı sunuyor.
- c) Direkt faizle para çekip evi kendisi yaptırıyor veya satın alıyor.
Bu durumda “müslümanın kÂrıyla neticelenecek” şartını açıklarken de kafire kira ödemektense bankaya taksit öder, nihayetinde de bu evin sahibi ben olurum gibi savunma geliştiriyor…
Ne dememiz lazım en güzel şekliyle bu insanlara? Bu konunun içtihat konusu olmadığını mı? İmam-ı Azamın yanlış hüküm çıkardığını mı? Yoksa Ebu Hanife’nin öğrencilerinden birine dayandırılan iddiaya göre bu fetvasından vazgeçtiğini mi söyleyelim?
Cevap: Bu konu Hanefi fukahasından İmam Serahsi’nin El Mebsut’un’da nakledilen “Darul Harp’te mümin ile harbi arasında faiz yoktur” hadisine dayandırılmaktadır. Halbuki, sübut ve delaleti kati olan bir delil ile sabit olan bir hüküm zanni bir delil ile değiştirilemez. Faizi yasaklayan ayetin herhangi bir tahsis içermediği de gayet açıktır. Bu haramlık hem müslim hem de gayri müslim için geçerli olduğu gibi harbi olanı ve olmayanı da kuşatıcıdır. Faiz gibi bir illetin düşmana bile uygulanması müslümanın savunduğu düşünceyle çelişkiye düşmesi demektir. Faiz yasağını Resulullah Veda Hutbesi’ni irad ederken bile dile getiriyor ve onun her çeşidinin ayakları altında olduğunu buyuruyor, ‘harbiler hariç‘ demiyor.
Müslüman davet sahibi olan insandır. Dostuna da düşmanına da İslam’ın güzelliklerini her vesile ile sunar. O dostuna karşı dürüst olduğu gibi düşmanına karşı da dürüsttür. Dürüst olmanın tabiatı bunu gerektirir. Aynen namuslu olmak gibi, namuslu olmak için kafire karşı da namusunuzu korumak zorundasınız müslümana karşı da. Bunun inananı inanmayanı olmaz. Ayrıca Kur’an’ın bu konuda ki ayetleri gayet açık ve nettir.
“Allah ticareti helal faizi haram kılmıştır”, “faiz yiyenler şeytan çarpmış gibi kalkacaklar”, “gerçekten iman ediyorsanız faizi bırakın”, “devam edenler Allah ve Resulü’ne savaş açmış olurlar”, “güzel borç vermişseniz darda olana mühlet verin”(2/275-281) gibi kesin ifadelerle sınırları çizilmiştir. Yaşadığınız yer dünyanın neresinde olursa olsun, onların inançları nasıl olursa olsun herkesin yaptığı kendisini bağlar. “Onlar bir ümmetti gelip geçtiler, onların yaptıkları onlara, sizin yaptıklarınız da sizedir”. (2/141)
Batı, dünya görüşünün gereği olarak ekonomisini faiz esası üzerine kurmuş, büyük küçük her işinde faizi asla ihmal etmemiştir. Ev kredisi, araba kredisi, meslek kredisi ila ahir… Her ihsanını alacağı faiz karşılığında hizmete sunmuştur. İşin bu kısmı gayet açık ve anlaşılır iken müslümanların buna kılıf aramak için sarıldıkları çarelere değinmek istiyoruz.
- Ebu Hanife’ye fetva verdirme konusu:
Bizim tanıdığımız Ebu Hanife Kûfe gibi bir beldede yaşaması nedeniyle gelen rivayetleri ince eleyip sık dokuyan ve bu yüzden de kendisine rey ekolünün öncüsü denilen kimsedir. Kur’an’ın açık hükmünün olduğu bir konuda Kur’an’ın emrine aykırı bir fetva verilemeyeceğini bilir. Çünkü Nass olan konuda içtihat yapılamaz. Her müslümanın problemini çözmek için izleyeceği yöntem şudur; konuyla alakalı hükme ulaşmak için önce Kur’an’a bakmak, onda bulamazsa Resulullah’ın sünnetine / uygulamalarına bakmak, onda da bulamaz ise Kur’an ve sünnete aykırı olmamak şartıyla içtihad etmektir.
İçtihad galip zann demektir. Kesin bilgi veya kesin doğru demek değildir. Hiç kimse, falanın veya filanın galip zannını kabul etmek zorunda değildir. Kendi rızasıyla kabul eder ise sonucuna da katlanmak zorundadır. Bu nedenle Ebu Hanife görüşlerini açıklarken “Bu Numan bin Sabit’in görüşüdür. Bana göre doğrudur, yanlış olma ihtimaliyle birlikte dileyen alsın dileyen de bıraksın” dediği nakledilmektedir. Şunu hatırlatmanın yararına inanıyorum, böyle bir fetva olsa bile fetvaların peşine takılarak yaptığınız iş yanlış ise ahirette fetva sahibi sizi kurtaramaz. Bu yol ile kazanacağınız malınız da sizi kurtaramayacaktır. Ama Allah’ın kitabına sarılıp onu ahlak edinmenin sizi dünyada da ahirette de kurtaracağına ise Allah garanti veriyor.
- Olayı zaruret haline yani haram kılınanlarda “darda kalırsanız ölmeyecek kadar yemenizde bir günah yoktur”(16/115-116) hükmüne götürecek olursanız, bu Kur’an’ın yiyecekler konusunda verdiği bir ruhsattır. Bunu bütün haramlara ve yasaklara teşmil etmek mümkün değildir. (16/116) Hiçbir zaman “zorda kalınca faiz alabilirsiniz denmemiştir”. Zaruret denilince konu hayat memat meselesi yani onsuz hayatın devam etmemesi halidir. Hiç kimsenin evi olmadığı için hayatı son bulmaz. Kirada oturanın da, kendi evinde kalanın da hayatı devam ediyor. Bu nedenle ev konusu onsuz hayatın devam etmeyeceği zaruretler cümlesinden değildir.
Ayrıca uygulamayı yapanlar zaruretten de yapmadıklarını kendileri söylüyorlar. Kafiri zarara sokmak ve kendileri karlı çıkmak için yaptıklarını ifade ediyorlar. Bu iş böyle olmamakla beraber böyle olsa bile kafire zarar ettirmek için haram işlenmez. Ona dediğiniz gibi zarar verseniz bile dünyalık menfaatinden olurken!, siz Allah ve Resulü’ne savaş açmak olan bir işe tevessül etmiş oluyorsunuz ki, kimin zararı daha büyük düşünülmesini istiyoruz.
- Darul Harp meselesi noktasından bakıldığında ise kastedilen ülkelerin hiçbiri Darul-Harp değildir.
Darul Harp, harp edilen (fiilen veya hükmen) yer demektir. Yani bu topraklarda harp hukukunun hakim olması gerekir.
Bir beldenin hükmen veya fiilen Darul Harp olması için dünyada İslam devletinin olması lazımdır. İslam devleti demek halkının çoğunluğu müslüman olan devlet demek değildir. Devletlerin ne devleti olduğunu, o devletin hakim olduğu yerde yürürlükte olan hukuki sistem ve o sistemin çıktığı akide belirler. İslam akidesini esas alarak bu akideden çıkan bir hukukla tebasına hükmeden devlet İslam devletidir. Laik akideyi esas alan devletler laik ve demokrat, sosyalist bir akideyi esas alan devletlerin de sosyalist olması gibi.
İşte bu anlamda İslam devleti olan devlet, dünyanın merkezine oturtulur ve diğer devletler İslam devletiyle olan ilişkilerine göre isimlendirilirler. İslam devletine komşu olan veya uzakta bulunup anlaşma yaptığı ve sulh içinde olduğu devletlere “Darul Sulh”, kendilerine belli bir süre tanınıp eman verdikleri devletlere “Darul Eman”, İslam beldesi iken halkı topluca dinden çıkarak İslam devletinden kopanlara, ”Darul Ridde “, savaş halinde olup aralarında herhangi bir anlaşma olmayan devletlere “Darul Harp” denir. Darul Harb’i de iki şekilde ifade etmek mümkündür. Fiilen harbi olanlar, hükmen harbi olanlar. İslam devletine komşu olmadığı halde aralarında herhangi bir anlaşma olmayan devletler hükmen harbidir.
Tanımını yaptığımız bu kavramların hepsi İslam devletinin varlığında olur. İslam devleti yani “Darul İslam” yoksa bu kavramlar da yoktur. O zaman tüm yeryüzü “Darul Küfür”dür. Yani küfrün hükümran olduğu yer demektir.
Peygamberimiz’in ilk on üç yılının Mekke’deki durumu gibi. Mekke’de Peygamber (a.s) ve müslümanlar olmasına rağmen hem Mekke’ye hem de tüm dünyaya küfür hakimdi. Ne zaman ki Medine’de İslam devlet oldu, işte o zaman diğer devletlerle bu devletin hukuken durumu belirlenmiş oldu. Mekke ile harbi iken Yahudilerle ve çevre kabilelerle antlaşma yaparak ”Darul Sulh” olmuştur.
Bu perspektiften dünyaya bakıldığı zaman bu tezin sahiplerinin Darul Harp anlayışı havada kalır. Bulundukları yer Darul Küfür’dür. Fakat aralarında mal ve can güvenliğini temin için devletler arasında dokunulmazlık antlaşmaları vardır. Kimsenin kazandığına el konulmuyor. Kimsenin canına kastedilmiyor. Bunlar güvence altına alınmıştır. Darul Küfür, Darul Harp değildir. Bu nedenle harp hukuku uygulanamaz.
Ayrıca Allah ve Resulü Darul Harp’te faiz alabilirsiniz diye bir hüküm de koymamıştır. ’Serahsi’nin naklettiği haber, ayeti tahsis edemez ve böyle bir haber Peygambere isnat edilemez. ’Hiçbir müslüman Allah’ın hudutlarını belirlediği konuda hudutlara riayetsizlik edemez. Haram her yerde haramdır. Verilen ruhsatların sebep ve hikmeti bellidir. Onların ötesine geçmek doğru bir anlayış değildir.
Malumunuzdur ki, belli bir döneme damgasını vuran ve İslam’ın değerlerini kullanarak siyasi emellerine ulaşmaya çalışanlarca üretilmişti “Darul Harp” mantığı. Bu anlayışla hem yurt içinde ki vatandaşların hem de yurt dışında çalışanların ahlakını bozdular. Öyle şeyler yaptılar ki bu insanlar Darul Harp mantığıyla, değil müslümanlar, gayri müslimler bile tiksindi bu yapılan işlerden. Siz orada biz de burada şahidiz herkes gibi, izaha girmeyeceğiz.
Bu, insanımızı o kadar bozdu ki, bir gün geldi aynı adamlar dün küfür dediklerini en büyük nimet olarak kabul ettiler, kimseden bir itiraz gelmedi. Onların en hızlı asistanları değiştiler, değiştirdiler, yine kimseden bir itiraz gelmedi. Hani derler ya ‘hafızayı beşer nisyan ile maluldür’, gerçekmiş. Bunlar geçmişi tümüyle unutmuş sahnede en son söylenen şarkıyı hatırlıyorlar, “yaşasın demokrasi, varolsun laiklik, gelsin liberallik ve muhafazakarlık”. Şimdi de bir nüans farkıyla, dinler arası diyalog ve ılımlı İslam!
İnsafla geriye dönüp bakarsanız nerden nereye gelmişiz. Darul Harpcilerin gerçekten harb ettiklerini teslim etmek gerekiyor. Ancak bizim değerlerimizle. Hz. Ömer (r.a) şöyle diyor: “Ben kötülerden korkmam. Ancak iyilerin de kötüler kadar cesaret ve şecaat göstermemelerinden korkarım. Nerede şimdi o aslan yürekli mücahitler! Akıncı beyleri! Hepsi bir köşede köşe köşe… İşte insan için en büyük fitne budur. “El malü ve’l-benune fitnetü’l-hayati’d-dünya”. Mal ve evlat dünya hayatının fitnesidir. Kurtul kurtulabilirsen…
- Kafiri zarara uğratmak amacına gelince yapılan bu muamele de kafir asla zarara uğratılmış olamaz. Sistemini kurup rayına oturtan onlardır.
Siz gidip onun sistemine giriyorsunuz. Hiçbir sistem kendini yaşatmayacak çarka onay vermez. Bu nedenle zarara uğrayan onlar değil onların çarkını döndüren sizler olursunuz.
Ebu Hanife gibi bir insan hayatın içindedir. Bilir ki küfür parasızlıktan yıkılmaz. Öyle veya böyle parayı bulur. Ancak küfür siyasi ve toplumsal destekten mahrum kaldığı zaman yıkılıp gider. İnançlar ve fikirler hayata sahiplenenlerinin eliyle tutunurlar. Sahip çıkanlarla da varlıklarını sürdürürler. Şu sosyal gerçeklik hiçbir zaman değişmez. Ormanı kesen baltanın sapı ağaçtandır. Bir şeye mani olmanın yolu yine kendisinden geçer. Fikre fikirle, paraya parayla karşı durulur.
- Bu olayın bir başka boyutu da neredeyse bir ömrü kapsayacak kadar uzun süreli borç altına girmedir. Bir insan için hiç de hoş olmayan bu durum da değerlendirilmelidir diye düşünüyoruz.
Peygamberimizin şu uygulamasının bu konuda yeterli bir açıklama olacağını düşünüyoruz. Asrı Saadet’te bir müslüman vefat edip musallaya konulunca Resulullah (a.s) soruyor: “Bu kardeşinizin kimseye borcu var mı? Varsa, borcu içinizden ödemeyi kabul eden var mı?” Ödemeyi kabullenen olursa geçip cenazeyi kıldırıyor. Kefil olan çıkmazsa “Kardeşinizin cenazesini siz kılıp kaldırın” buyuruyor ve kendisi kıldırmayıp gidiyor. Borçlu olmanın insanı ne hale getirdiği malumdur, bunun da düşünülmesi gerekir diyoruz.
Bir başka husus da fıkıh ve fıkıh kitaplarıdır. Fıkıh kitapları, dinin kaynağı değildir. Bir dönem yaşamış olan alimlerin düşüncelerini ve dinden anladıklarını nakleden kitaplardır. Kendi yaşadığı dönemin problemleriyle ilgili düşünceler ortaya koyarlar. Bu gayet doğaldır. Herkes yaşadığı dünya ve hadiseler hakkında fikir beyanında bulunarak hayata katılır. Hiç bir düşünce, olayın içinde bulunduğu şartlardan bağımsız olarak ortaya konmaz. Bizim yanlışımız, olay ile olay hakkında fikrine müracaat ettiğimiz insanın arasında yüzlerce yıllık bir zaman farkının bulunduğunu görmemektir. Halbuki, her olayın kendine özgü zaman, mekan ve içinde bulunduğu şartları vardır. Hüküm bu şartlara göre verilmelidir. Bu nedenle fetvalar umum ifade etmez, hadiseye ve şahsa özeldir. Peygamberimiz (a.s) şöyle buyurur:
“Sizler hasımlaşarak bana geliyorsunuz. Ben de sizi dinleyip ifadenize göre sen haklısın sen haksızsın diyorum. Ben ancak bir insanım, gaybı bilmem. Kime hakkı olmayan bir şeyi vermişsem benim vermemle o şey size hak olmaz. Kim böyle bir şeyi alırsa ancak ateş almış olur.”
Dileğimiz odur ki kimse ateş almasın. “O gün insana mal ve evladın hiçbir faydası olmaz. Ancak selim bir kalp ile gelen kimsenin durumu müstesna” (onun bütün kötülüklerden uzak olan kalbi Allah’ın huzurunda fayda verecek ve onu ilahi rahmete ulaştıracaktır inşa Allah) (26/88-89) diyoruz.