
Öncelikle hadis ve sünnet deyince ne anladığımızı anlatabilmek için bu iki terimin tanımlarını yapmak istiyoruz.
Hadis; Hz. Muhammed (a.s)’ın herhangi bir konuda söz, fiil ve takrirlerini bir senet zinciriyle rivayet edenlerin sözleridir. Veya “Peygamber böyle söyledi diyenlerin sözleridir.” Çünkü bu sözlerin hiç birisi Peygamberimizin ifade ettiği kelimelerle rivayet edilmemiş, Peygamber(as)’ın sözlerinden anladıklarını kendi kelimeleri ile nakletmişlerdir. Hadis literatürüne vakıf olanların malumudur ki, Kur’an ayeti gibi Peygamberimizin ifade etmiş olduğu lafızlarla, bir tek hadis rivayet edildiği söylenmekte idi, ( “Men kebze aleyye…”) bu hadis, lafzî mütevatire örnek olarak gösterilirdi. Ona da “müteammiden = bilerek” lafzı sonradan ilave edilmiştir iddiasıyla yaralanmıştır. Geriye kalan mütevatir, sahih, hasen zayıf….ibareleri ile yapılan tüm rivayetler mana ile yapılan rivayetlerdir. Bu nedenle sübutu itibariyle zannilik ifade ederler. Bu rivayetleri bize ulaştıran insanların da, insan olduğunu ve insandaki hata ve noksanlıklarla muallel olduğun unutmamalıyız. Bu sözleri, karşımızda Allah’ın Elçisi var da ondan işitiyor değiliz. Ondan böyle işittiğini söyleyen kaçıncı şahıstan dinlediğimizi unutmamalıyız. Eğer peygamber (as) dan dinliyor olsaydık, ona uymak bize farz olurdu.(Ahzab 33/36)
Sünnetin kelime manası: Bir kimsenin hiç ayrılmadan bir ömür takip ettiği yol, usul ve yöntem demektir.
Konu “Sünneti Resulullah” olduğuna göre Peygamberimizin bir ömür hiç ayrılmadan takip ettiği yol, usul ve yöntem, Allah Teâlâ’nın Kur’an ile kendisine vah yetmiş olduğu yoldur. Bu gerçek şöyle ifade edilmektedir:
“İşte biz böylece sana da emrimizden Ruhu / Kur’ ân’ı vahyettik. Yoksa sen kitap nedir? İman nedir? Bilmiyordun. Fakat biz onu bir nur kıldık. Onunla kullarımızdan dilediğimizi doğru yola iletiyoruz. Şüphesiz ki sen de insanları doğru bir yola götürüyorsun.” (Şura 42/52)
Bu nedenle Sünnet; Hz. Muhammed (a.s)’ın bütün yönleri ile Kur’an’ı bir yaşam biçimi olarak ortaya koymasındaki takip ettiği yol ve yaşam biçimidir diyoruz. Bu anlamdaki “sünnet “ farz gibidir. Bu sünnete uymadan din yaşanamaz yaşanmış olamaz. Örneğin, namazını Peygamber (as) kıldığı gibi kılmayan kimse namazı kılmış olmaz, sadece hevasını tatmin emiş olur. Diğer ibadetler içinde hüküm aynıdır.
Kısaca tanımlarını verdiğimiz hadis ve sünnetin niçin birbirinden ayrılması gerektiğinin izahı ise şöyledir:
“Bilindiği gibi Peygamberimiz kendi sözlerinin yazılmasını yasaklamış. “Benden Kur’an’dan başka bir şey yazmayınız” demiştir. Bu nedenle hayatta iken sahabeden bir iki istisna dışında hadisler yazılmamıştır. Hz. Ömer kendi zamanında konuya yeniden eğilmiş, uzun süre düşünüp gözlemledikten sonra valilerine bir genelge göndererek hadisleri yazdırmaktan vazgeçtiğini bildirmiş, yazanların kitaplarını toplatarak yaktırmıştır. Bu konuda Hz. Ali (ra) da aynı yolu izlemiştir.
Emevi döneminin sonuna yakın olan Ömer b. Abdülaziz döneminde halifenin emriyle İbni Şihab Ez Zuhri tarafından hadisler toplanarak yazılmaya başlanmıştır. Bu dönem ile peygamberimizin irtihali arasında yaklaşık yüz yıl vardır. Yazılı nakil başladıktan çok sonraları elimizdeki hadis külliyatı dediğimiz kitaplar teşekkül ettirilmiştir.
Bu Müelliflerin yaşadıkları tarihleri verdiğimiz zaman konu daha iyi anlaşılacaktır:
İmam Malik ölümü: H.179, hadis tarihinde en erken İmam malikin MUVADDA’I yazılıp kitap haline getirilmiştir. Ahmed Bin Hambel : H. 241, Buhari H. 256, Müsli H.261, İbni Mace H.273, Ebu Davud H.275, Tirmizi H. 279, Neseî H. 304 görüldüğü gibi ortalaması 200 yıl etmektedir ki, Hadisin yazılı nakline başlandığından da bir yüz yıl geçtikten sonra bu kitaplar meydana getirilmiştir.
Kitaplaştırmak için toplanan bu sözler o kadar değişikliğe uğramış ki, peygamber (as) dan lafzen / söylediği kelimeleri aynen muhafaza ederek rivayet edilen mütevatir olan hadis sayısı bir taneye kadar indirilmiştir. O hadis de şudur:
“Kim bana (bilerek) bir yalan isnat ederse cehennemde ki oturacağı yere hazırlansın.”(Bu hadise de “Müteammiden =bilerek” lafzı sonradan ilave edilmiştir. Bu eleştiri çağdaşımız olan imam Gazali tarafından getirilmiştir.
Nakiller aynı lafızlarla nakledilmemiş. Peygamber (a.s)’dan duyan duyduğunu, anladığı şekilde mana ile nakletmiştir. Sonra her dinleyen anladığını diğerine aktarmış böylece söz Peygamber (a.s)’ın olmaktan çıkıp, nakledenlerin anlayışı ve ifade biçimi olmuştur.
Sonuçta, birbirini nakzeden hadisler, peygamberin söylemesi mümkün olmayan sözler, Kur’an’la çelişen ifadelerden geçilmez olmuştur. Bununla beraber cerh ve tadil usulü doğmuş, ancak bu yöntem daha çok hadislerin ravilerine bakmak şeklinde işletilmiştir. Esaslı bir metin tenkidi yapılmamıştır.
“Metinleri nakledenler kötü niyetli olduğundan farklı şekilde nakledildi” demek her hadis için veya her ravi için mümkün değildir. Siz iyi niyetli olsanız bile, sözü söyleyenin maksadını doğru olarak anlamadan doğru olarak nakletmek mümkün değildir.
“Rivayetlerde bir anlatan, bir de anlatılan vardır. Bununla beraber birde anlaşılan vardır. Anlaşılan ile anlatılan aynı şey ise, söz doğru anlaşılmış demektir. Bununla beraber, anlatanın anlattığını dinleyen kimselerin aklı, zekâsı, bilgi birikimi, his ve duyguları ve bilincinde var olan sabık malumatı aynı değildir. Kendisinde olan ile anlamaya çalışacaktır. Anlama faaliyetinde amaç, anlatılan ile anlaşılanın aynı noktada örtüşmesidir. Hadislerin nakillerinde bu amacın, her zaman ve zeminde yakalanamadığını görüyoruz.
Peygamberimizin vefatından hemen sonra Sahabe arasında şu sözlerin düzeltilmiş olması bunun en açık örneğidir:
Ömer ve ibni Ömer’den : “Ölünün yakınlarının ağlamasından ölü azap çeker.”Şeklindeki rivayete Hz. Aişe validemiz :”Sizler yalancı olmaksızın hadis rivayet ediyorsunuz. Ama kulak hata edebilir. Allah’a yemin ederim ki peygamber böyle bir şey söylememiştir. Allah’ın kitabı size yeter” dedi ve Hiçbir günahkâr başkasının günahını yüklenmez (53/38) ayetini okudu.Yine İbni Ömer :”Allah Resulü Bedirde müşriklerin cesetlerinin atıldığı kuyunun başında durdu ve dedi ki, “Onlar benim söylediklerimi duyuyorlar.”Yine Hz. Aişe validemiz bu sözün aslının şu şekilde olduğunu söylüyor:
“Onlar (müşrikler) şimdi kendilerine söylediğimin hak olduğunu biliyorlar.” Ve bunun arkasından da şu ayeti okudu:” Dirilerle ölüler bir değildir. Doğrusu Allah dilediği kimseye işittirir. Ama sen kabirlerdekilere işittirecek değilsin.”(35/22)
İsra olayını anlatan nakilleri de şöyle düzeltir: Amir (r.a) Hz.Aişe (r.a) ya sorar ‘:“Ey Anacığımız! Muhammed (a.s) Rabbini gördü mü? “ Hz. Aişe Validemiz şu cevabı verir:“ Söylediğin şey tüylerimi ürpertti, senin üç meseleden haberin yok mu?
1-Kim sana Muhammed (a.s) Rabbini gördüğüne dair rivayette bulunursa yalan söylemiştir. “gözler onu idrak edemez fakat O gözleri idrak eder. O latiftir ve her şeyden haberdardır.(6/103) Vahiy veya perde arkasından olmaksızın Allah’ın bir insanla konuşmuşluğu yoktur.” (45/51) ayetlerini okur.
2-Kim sana yarın ne olacağını bildiğine dair bir rivayette bulunmuşsa yalan söylemiştir.”Hiçbir nefis yarın başına ne geleceğini bilmez.”(31/34)
3-Kim sana Resulullah’ın bir şeyler gizlediğine dair bir haber verirse yalan söylemiştir” dedi ve ardından şu ayeti okudu:
“Ey Resul! Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan O’nun elçiliğini yapmamış olursun. Allah seni insanlardan koruyacaktır. Doğrusu Allah, kâfirler topluluğuna rehberlik etmez.” (Maide 5/67)
Bu sebepledir ki Hadis diye gelen sözlere, “Peygamber (as) ın söylediğini söyleyenlerin sözleridir” diyoruz. Gerçek de bu değil mi? Aksi halde doğru olmayan bu sözü peygamberimize isnat etmiş oluruz ki, bunun vebali daha büyüktür.
Buna rağmen hadis olarak gelen sözlere bakarız. Bu sözler Kur’an’ın ruhuna uygunsa alır amel ederiz, değilse bırakırız. Bunu yapan ilk insan da biz de değiliz. Buharî ve Müslim kitaplarının ön sözünde şöyle söylüyorlar:
Buharî, 600.000 hadis içerisinden 4.500 hadis aldığını, Müslim ise 1.000.000 hadis içerisinden 3.000 hadis aldığını ifade etmektedir. Eğer bu rivayetler senedinde bir kopukluk olmadan aynı lafızlarla peygamberden gelmiş olsa idi ne Buhari’nin ne de Müslim’in bunları bırakması mümkün olmazdı. Koydukları yöntemin sonucu olarak hepsini almak zorunda kalırlardı. Onlar bu ayıklamayı senetlerine bakarak yapmışlardır. Eğer metin tenkidiyle de yapmış olsalardı, Kur’an ile çelişen bunca hadisi almazlardı. Çünkü hiçbir Peygamber kitabına aykırı bir söz söylemez ve davranışta bulunmaz. O, kitabı hayata geçirmek için gönderilmiş bir elçidir.
İşte bu nokta da sünnetle hadis arasında ki fark daha belirgin bir şekilde ortaya çıkıyor. Sünnet; Peygamberimizin Kur’an’ı ahlak edinerek ortaya koyduğu yaşam biçimidir. Peygamberimiz Elçilik görevi boyunca Kur’an’ı yaşamış ve bu sünnetinden asla ayrılmamıştır. Allah Kur’an’da neyi nasıl yapmasını istemişse öyle yapmış, emrolunduğu gibi olmaya çalışmıştır.
İşte bu yaşam tarzı sosyal ilişkilerinden namazı kılma biçimine, ordu komutanlığından hac edişine, aile reisliğinden mahkeme hâkimliğine, aile düzeninden ekonomik uygulamalara varıncaya kadar sergilediği yaşam tarzı, kuşaktan kuşağa intikal etmiştir.
Bu nedenledir ki Medine’nin imamı İmam Malik (r.a) kendisine nakledilen bir hadisi Medine cemaatinin yaşantısına bakar, onların uyguladığını görürse alır, görmezse almazmış. Gerekçe olarak ta:
“Eğer Peygamber (a.s) bu cemaatin içinde böyle bir şey yapmış olsaydı, bu insanlar da onu yaparlardı.”demiştir.
Allah’ın elçisi hiçbir zaman Kur’an’dan ayrılmamış ve onu ahlak edinmiştir. Hz. Aişe (r.a)’dan Peygamberin ahlakını soranlara şöyle dediği rivayet edilir:
“Siz Kur’an okumuyor musunuz?
– Evet okuyoruz.
– O halde Peygamberin ahlakı Kur’an’dır” buyurarak Peygamberin ahlakının ve anlayışının kaynağını göstermiştir. O bu sünnetinden hiçbir zaman ayrılmamış, bütün insanları da Kur’an’a uymaya, anlayıp yaşamaya çağırmıştır.
Bu nedenle, bu anlamdaki sünnetin dindeki yeri aynen farz gibidir. Onsuz dini yaşamak, hayata geçirmek mümkün değildir