
İman ve Felsefi İnancın Ayrıştığı Nokta
Allah’a iman,(felsefi inanç değil) insan davranış ve hayat yolunun,(Gayba iman ve Salih amel) ne değer taşıdığına ilişkin ilâhî çağrının, vahyin sadece bilinçle değil, eylem ve yaşam(düşünce ve davranış ) yolculuğu boyunca doğrulanması, ispati meselesi olarak sahneye konulmuştur.
Tarihin hiçbir döneminde (istisnalar hariç) Allah inkâr edilen bir varlık olmamış, aksine tasavvurların bozuk algıların ürettiği “Allah/kul ilişkilerinde söz konusu edilmiştir.
Oysa din alanında bir tanrıdan değil, Allah’dan söz edilir.
Bu alanda söz konusu olan “içsel bağlanma” biçimi, inanç değil iman olarak adlandırılır ve asıl sorun “bir Tanrı’nın varlığı/yokluğu değil, ne söylediği veya ne istediği ve nasıl yaşamamız gerektiğidir.
Tipik örnek olarak Kur’an’da geçen “Allah’a iman edin” mealindeki ayet, “Allah vardır. Sakın varlığını inkâr etmeyin!” demek değildir.
Zaten ontolojik tartışmalar da imanın konusu edilmemiştir.
Öyleyse, dinde felsefi inanç değil de iman konusu olan şey nedir?
Her dinin özelinde, O’ Allah’ın bir çağrıda bulunduğu, bu çağrıya uyanları ödüllendirip ona sırt çevirenleri cezalandıracağına ilişkin bir iddia vardır.
Dinde iman, bir tanrının varlığını onaylamak değil; O Tanrı’nın böyle bir çağrıda bulunup bulunmadığına ilişkindir. Bu konuda vahiyle tespit ve tescil edilmiştir.
İman etmeyenler, O Allah’ın varlığını inkâr edenler değildir; bundan farklı olarak; O Allah’ın bu tür bir çağrıda bulunduğunu kabul etmeyip bu “lütufkâr davete nankörlük (küfür) etmek demektir “iman etmemek”. İman ve felsefi inancın ayrıştığı nokta da burada aranmalıdır. Felsefi İnanç kültüreldir, yorumlardan oluşan bir alt yapısı vardır, iman ise gaybı tasdiktir.İslam özelinde Allah’ın çağrısı, Allah’ın Âdem yahut Adem soyu hakkında mükellef muhataplara varlıklara yönelttiği başka bir çağrı ile ilişkilendirilir:
İblis, Âdem’e secde edin çağrısına “ niye secde edecekmişim! Ben ondan üstünüm(!) Onu topraktan, beni ateşten yarattın! Diye karşı çıkmış ve Allah’ın lütufkâr davetine (emr) nankörlük etmiş, yani kâfir olmuştur.
Kâfir, bir tanrının varlığını inkâr eden değil, Allah’ın davetine nankörlük eden görmezden duymazdan gelendir.
Şeytan’ın iddiası “Allah yok” değil, “Allah’ım, yapamayacağım bir şeye çağırıyorsun!
Bu davete uymayacağım!” isyanından ibarettir.
Melekler ve “yer ile gök arasında KİM varsa hepsi” Allah’ın çağrısına boyun eğer iken Şeytan ve onun insanlardan ve cinlerden dostları Âdem’in veya Adem soyunun secdeye layık olduğuna isyan ederek nankörlük etmektedirler.
İman konusu olan şey, Allah’a ait çağrıyı, Genel olarak “insanın secde iddiasını( itaat ve isyanını) doğrulamak veya doğrulamamak meselesidir.
Bu bağlamda, insan hayatının vahiyle belirlenmiş hukuki kurallarını örten kişi veya kurumsal yapılar da şeytanın isyanından pay almaktadır. Hz, Adem’e secde etmemekle, Allah’ın nizamını ötelemek aynı kapıya çıkmaktadır.
Ve, Veya, Vahyin bazı motiflerini alıp bir çoğunu terk etmek şeklinde pazarlığa; Allah; hiç /asla ve kat’a razı olmamaktadır.
Şeytanın aklını işleterek ürettiği mazeret, vahiyden bağımsız olma isteğinin tezahürü olarak algılanmalıdır.
Ben ve bencilliğin zirveye taşındığı, adeta Allah’a akıl verildiği bir sahnenin güncele taşınması ile ortaya çıkan sahnede gördüklerimizle aynı özellikleri yansıtmaktadır.
İslam’ın çağın problemlerine yetersiz kaldığı tezi gibi, Allah’ı o konuda yetersiz görebilmekle eş değer olarak çağdaş aklın şeytanın temsilciliğine heveslenmesi, hatta onun şubesi olması şeklinde ortaya çıkmaktadır.
Tüm birikimiz, müktesebatımız.
Tabi bilmek; bilgili olmak güzel şey. Lakin, eğer o birikim bizi vahye götürmeye engel oluyorsa!.
Bazı mazeretler üretiyorsa !.
Bir hazine düşünün ki;
Bir ayetini dahi yazmaya insanlığın gücü yetmiyor.
Ben oradan bütüncül olarak başlıyorum. Yani resulün haleflerini de şekillendiren yer, merkez, kaynak, yani vahiyden. Ve ona bağlı olan fiili pratik.
Oradan da beri gelmek istemiyorum, zorunlu olmadıkça.
Oradan beri gelmeden sorun çözenleri örnek alarak orada kalmayı amaç edinmişim.
Yani. Vahyin öğretilerinin şekle dönüşmesi ile oluşmuş bir yapıya hayran ve hasretim.
Bunu benim gibi yaşamayı amaç edinenler de, zihinlerine yerleştirip, amaç edindikleri değerleri duyursunlar, ona çağırsınlar.
İslam’ın aydınlık yarınlara ulaşması, Aklı boş beyni tutukluk yapmış, algıları körelmiş insanlar ile olmaz.
Soran sorgulayan, muhasebe ve mukayese eden, üreten vahye teslim olmuş akıllılar ile ulaşacaktır.
Müslüman olanların ilki olan Allah’ın elçisi ve arkadaşlarının, Allah’a olan güvenleri öyle işlemişti ki içlerine, yarın ne gelecek ne olacak bilmemelerine rağmen, gelen her vahye Amenna demekte, diyebilmekte idiler.
Pazarlıksız iman bu olsa gerek..
Kuranın(vahiy) yönettiği bir elçinin hayatı(vahyin pratiği) örnek alınmadan bütüncül yaklaşımlar üretmek ve isabetli sonuçlar çıkartmak mümkün değil.
Kuran bütünlüğü budur. Kuranın canlı pratiği olan resul (sünnet) bir birinin izdüşümüdür. Emanet adalet ahlak Vahiy bütünlüğü içinde ele alınmak zorundadır.
Dışarıdan ithal düşünceye tenezzül etmeyecek kadar yeterlidir İslam.
Bir devlette olması gereken ilkelerin tümü vardır İslam’da.
Son dönem moda tabirlere bakıp kendimizi aldatmayalım.
Din demek :
Sosyal, siyasal, hukuki, ekonomik, adli kazai cezai insani itikadi ibadi her türlü hükmün olduğu bir düşünce (vahiy)esaslı dindir.