İslâm, Akıl ve Mantık Dîni Midir?
“Şüphesiz bu (vahiy) kâlbi olan kimseler için bir uyarıdır” (Kâf 37).
Allah Kur’ân’ın, “aklı ve mantığı olanlar için” olmaktan ziyâde, “kâlbi olanlar için” bir uyarı olduğunu söyler. Çünkü vahiy, Peygamberimiz’in aklına ve mantığına değil, kâlbine indirilmiştir:
“De ki: Cibril’e kim düşman ise, (bilsin ki) gerçekten onu (Kitab’ı), Allah’ın izniyle kendinden öncekileri doğrulayıcı ve mü’minler için hidâyet ve müjde verici olarak senin kâlbine indiren O’dur” (Bakara 97).
Tabi bu, aklı ve mantığı kullanmaya gerek olmaması anlamına gelmez. Aklı ve mantığı kullanmak çok önemlidir, çünkü aklını ve mantığını kullanmayanlar çirkefliğe batacaklardır:
“… O, aklını kullanmayanların üzerine iğrenç bir pislik kılar” (Yûnus 100).
O-hâlde aklı ve mantığı kullanmak, kâlp-merkezli yâni kâlbe indirilen vahiy-merkezli olmalıdır. Zîrâ aksi-hâlde akıl ve mantık da ifsâd olabilir. Çünkü akıl ve mantık “şaşmaz bir kuyumcu terâzisi” değildir ve zamânın, mekânın, toplumun, psikolojinin-egonun, mevcut paradigmanın, sistemin, ideolojilerin, lîderlerin, kahramanların, küfrün, şirkin ve zulmün yönlendirmesiyle şaşabilir, şaşmıştır. Çünkü târih boyunca tüm fitneler ve ifsâdlar, insanların aklını ve mantığını kullanmamalarından dolayı değil, akıllarını ve mantıklarını vahiy-merkezli olarak kullanmamaktan dolayı ortaya çıkmıştır-çıkmaktadır. O-hâlde İslâm kanımca, “vahiy-merkezli olan akıl ve mantık dînidir” diye bir tâbir kullanılabilir. Yoksa vahiyden kopuk olan bir akıl ve mantık zâten bırakın İslâm ile barışmayı ve bağdaşmayı, ona düşman olur. Aydınlanma, sanâyileşme ve modernizm ile gelinen süreçte modern akıl ve mantık, İslâm’a düşman olmuştur ve bırakın İslâm’ın hayâtın içinde görünür olmasını, kâlplerde ve vicdanlarda bile bulunmasına katlanamaz.
Şu da var ki, akıl ve mantık vahiy-merkezli olsa bile, İslâm akıl ve mantık-üstü olduğu için, İslâm mutlak anlamda akıl ve mantık dîni olmaz. Fakat vahiy ile inşâ olmuş olan akıl ve mantık İslâm’ın aşkınlığını ve akıl ve mantık-üstü oluşunu idrâk edebilir.
“İslâm akıl ve mantık dînidir” sözü yanlıştır. İslâm akla ve mantığa büyük oranda uygundur ama akıldan ve mantıktan üstündür. Kur’ân’da aklın ve mantığın almayacağı yerler de vardır. Zîrâ Kur’ân gaybî bir konudur ve vahiy-merkezli olarak inşâ olmuş olsa bile, akıl ve mantık ancak gaybın sınırına kadar işletilebilir ve oradan öteye bir adım bile atamaz. Fakat vahiy-merkezli olunca, vahyin akıl ve mantık ile idrâk edilebilir olan yönü akla ve mantığa açık olur. Zîrâ îman, akla ve mantığa alan açar ve onun çapını genişletir. Bu da İslâm’a göre değerlendirme yapmayı ve İslâm’a göre yaşamayı sevdirir ve kolaylaştırır.
Aslında “akıl” diye bir şey yoktur, “akıl yürütmek” vardır. Çünkü vücûdumuzda bir yerlerde, kendisine “akıl” diyebileceğimiz bir cevher ve maddî bir şey yoktur. İnsanda, rûhtan yada bilinçten kaynaklanan “akıl yürütme yeteneği” vardır. Çünkü insan tek-boyutlu bir varlık değildir ve onun bedenden başka bir de rûhî yönü vardır ki insanı “insan” yapan taraf budur. Mantık ise, “aklın işletilmesine göre konuşmak” demektir.
Lâkin vahiy-merkezli olmayan akıl ve mantık yürütme, “teslîmiyet”in yâni “gayba îmân”ın önüne geçtiğinde tahrif ve inkâr süreci başlar. Çünkü gayb akıl ve mantığın idrâk edemeyeceği bir şey olduğundan dolayı, vahiy-merkezli olarak işletilmediğinde îmandan kopmuş olacağı için inkâra yönelecektir. Îmâna taâlluk etmeyen akıl ve mantık ise ancak hevâ ve heves üretir. Hevâ ve heves ise, kısa vâdede mutlakâ fitne çıkarır ve ifsâd eder.
Bir şeyin doğru olup-olmadığı, “mantıklı olup-olmadığına” bakarak değil, Dünyâ’da “iyi”ye, âhirette ise cennete ulaştırıp-ulaştırmadığına bakarak bilinir. Dolayısı ile “doğru ve hak”, “bilinebilecek” olan değil, “inanılacak” olandır. İnsanı iyiye ve cennete götürecek olan şey, vahiyden kopuk olan akıl ve mantık değil, vahiy-merkezli olarak inşâ olup îmâna ermiş, böylece kişinin îmânını arttırmış olan akıl ve mantıktır. Ancak böyle olanlar cenneti kazanırlar. Çünkü ancak îman edip sâlih amel işleyenler cennete girer ki bunlar da akıllarını ve mantıklarını vahiy-merkezli olarak kullananlardır.
Mantıklı olan her-şey “dîne uygun” demek değildir. Modern insanın mantıklı kabûl ettiği bir-çok şey din-dışı olabilir. Her akıl-yürütme yapan da doğru yapmış demek değildir. Bu bağlamda meselâ arapların dâhilerinden Velid bin Muğire’yi örnek verebiliriz:
“Çünkü o bir düşündü, ölçtü biçti. Kahrolası, nasıl ölçüp biçti. Sonra (yine) kahrolası nasıl ölçüp biçti. Sonra bir baktı. Sonra kaşlarını çattı ve yüzünü ekşitti. Sonra da sırt çevirdi ve büyüklük tasladı (istikbar). Böylece: ‘Bu, yalnızca aktarılarak öğrenilen bir büyüdür’ dedi. ‘Bu, bir beşer sözünden başkası değildir’ dedi” (Müddesir 18-25).
Neden böyle dedi?. Çünkü o aklını ve mantığını kâlp yâni vahiy-merkezli olarak değil, çıkar-merkezli olarak kullanan biriydi. Adanmış bir gönle sâhip olmadığı için aklı ve mantığı hak-merkezli çalışmıyordu. Bu yüzden de vicdânı kabûl etse bile akıl ve mantığı hak-merkezli ve kalp-merkezli yâni vahiy-merkezli çalışmadığı için vahye “eskilerin masalları” demek zorunda kaldı. O üstün aklı ve mantığı onu hakka ve hakîkate ulaştırmadı.
Başta Velid bin Muğire olmak üzere o kadar arap dâhisi ve okumuşları niçin İslâm’ı kabûl etmediler?. Akla ve mantığa uygun olduğunu görmelerine rağmen yine de kabûl etmediler. Çünkü onların derdi akla ve mantığa uygun olması değil, o şeyin çıkarlarına uyup-uymaması idi ki bu aslında modern çağ da dâhil tüm zamanlar için geçerli bir mâzeret olarak kullanılmıştır-kullanılmaktadır.
Fıkh etmek farklı bir şeydir. Akıl ve mantık idrâk edemese de fıkh edebilenler için hakîkat apaçık olarak kendini belli eder. Hakkın sözüne de ancak îmandan kaynaklanan haşyet sâhibi olanlar uyar:
“İçlerinden seni dinleyenler vardır; fakat biz onu fıkh-etmelerine engel olmak için kâlplerinin üstüne kılıflar, kulaklarının içine de ağırlık koyduk. (Onlar) her mûcizeyi görseler de yine ona inanmazlar. Hattâ sana geldiklerinde seninle tartışırlar; o kâfirler: ‘Bu, eskilerin masallarından başka bir şey değildir’ derler” (En-âm 25).
“Sen ancak, zikre (Kur’ân’a) uyan ve gayb ile Rahmân olan (Allah’)a (karşı) içi titreyerek korku duyan (haşyet) kimseyi uyarırsın. İşte böylesini, bir bağışlanma ve üstün bir ecirle müjdele” (Yâsîn 11).
Peygamberimiz aklı ve mantığı çok güçlü olduğu ve aklını ve mantığını çok iyi kullandığı için değil, “muhteşem bir ahlâk” üzere olduğu için peygamber olarak seçildi. Bu ahlâk o’na sorumluluk bilinci ve İslâm’ı omuzlayabilecek bir dirâyet kazandırmıştı:
“Gerçekten sen, pek büyük bir ahlâk üzeresin” (Kalem 4).
Îman, akla-mantığa bakmaz. Zîrâ îman, akıl ve mantık-üstü olandır. İslâm “akıl ve mantık dîni” olsaydı şu âyet boşa çıkardı:
“De ki: Eğer bütün ins ve cin (toplulukları), bu Kur’ân’ın bir benzerini getirmek üzere toplansa, (onların bir-kısmı bir-kısmına destekçi olsa bile- bir benzerini getiremezler” (İsrâ 88).
“Bütün insanlar ve cinler akıllarını ve mantıklarını sonuna kadar kullansalar bile yine de Kur’ân’ın bir benzerini meydana getirmezlerdi” diyor âyet. Çünkü İslâm, aklı ve mantığı aşan, akıl ve mantık-üstü bir din’dir. Bu nedenle ancak îman edenler, akıllarını ve mantıklarını vahiy-merkezli olarak inşâ edip îmanlarını arttıranlar bu dîni idrâk edip hakkıyla yaşayabilirler.
Aslında “akıl ve mantık” deyip duranlar, işlerine gelmediğinde aklı ve mantığı ellerinin tersiyle itebilirler. Kur’ân, Sünnet, bilim, akıl, mantık vs. istediğiniz delîli getirin, insanların çoğu yine de mevcut zihniyetlerine, alışık oldukları şeylere, hayâllerine, arzularına ve çıkarlarına göre hareket edeceklerdir.
Akla ve mantığa -sözde- çok değer vermelerine rağmen hem tüm insanların hem de müslümanların hâl-i pür melâllerinin nedeni nedir?. Çünkü akıllarını ve mantıklarını vahiy-merkezli olarak kullanmamaktadırlar. Bu da onların akıllarını ve mantıklarını kısırlaştırmaktadır. Oysa vahiy-merkezli olan akıl ve mantık yürütme çok basit bir sonuç verir: Eğer İslâm yeryüzüne hâkim değilse, Kur’ân okunuyor olsa da “hakkıyla okunmuyor” ve “uygulanmıyor” demektir.
Zaman ve mekân, kendi mantık türünü de üretir. Bu tüm zamanlar ve mekânlar için geçerlidir. İşte insanlar bu nedenle târih boyunca üretilen akıl ve mantığı vahyin önüne geçirmeye yada vahyi, İslâm-merkezli olmayan akla ve mantığa uygunluğu oranında kabûl etmişlerdir-etmektedirler.
Allah’ın işine akıl, sır ve mantık ermez yada en azından sonuna kadar ermez. Melekler bile, Allah; “bir halife vâr edeceğim” dediği zaman bu işe akıl erdirememişlerdi de Allah’a bu işin hikmetini sormuşlardı:
“Hani Rabbin, Meleklere: ‘Muhakkak ben, yeryüzünde bir halife vâr edeceğim’ demişti. Onlar da: ‘Biz seni şükrünle yüceltir ve (sürekli) takdis ederken, orada bozgunculuk çıkaracak ve kan dökecek birini mi vâr edeceksin?’ dediler. (Allah:) ‘Şüphesiz sizin bilmediğinizi ben bilirim’ dedi” (Bakara 30).
İslâm Dîni akıl ve mantık dîni değil, “îman edip sâlih amellerde bulunma dîni”dir:
“Îman edip sâlih amellerde bulunanlar, ne mutlu onlara. Varılacak yerin güzel olanı (onlarındır)” (Ra’d 29).
“Dediler ki: ‘Sen yücesin, bize öğrettiğinden başka bizim hiç-bir bilgimiz yok. Gerçekten sen, her-şeyi bilen, hüküm ve hikmet sâhibi olansın” (Bakara 32).
En doğrusunu sâdece Allah bilir.