GenelYazarlardanYazılar

İslam’da Aile’nin Önemi

İslam’da aile, ümmeti meydana getiren yapının en temel birimidir. Bir bina için temel ne kadar önemli ise, ümmet için de aile o kadar önemlidir. Fertler aileleri aileler de ümmeti oluşturduğuna göre; bu yapıda fertlerin önemi de asla göz ardı edilemez. Bu nedenle aileyi meydana getirecek olan bireylerden işe başlamak ve konuya bu noktadan bakmak daha yerinde olacaktır. “Otu kopartıp köküne bakarlar” sözü,  çocuklarımıza eş seçme konusunda kullanılan bir kıstas olarak bilinir. Bunun yanında “Helal süt emmiş, insan evladı” gibi özellikler de aranır. İyi bir aile yuvası kurmak için, “Müslim, mütedeyyin, helal lokma ile yetişmiş, ehli namus bir aileye mensup olanları tercih etmekle işe doğru başlamak olacaktır.

Ferdi yetiştiren ilk mektep aile ortamıdır. Bu işin uzmanlarınca 0-3 yaş, çocuğun öğreneceği şeyleri en yoğun olarak öğrendiği zaman dilimi olarak ifade edilmektedir. Bu nedenle bu devrede çocuklarımıza vereceğimiz bilgilere çok dikkat etmemiz gerekmektedir. Biz buna “okul öncesi eğitim” diyelim. Burada öğretici unsur anne baba ve bunların da yanında varsa büyük anne -baba ve kardeşler ile birlikte oluşan aile ortamı olacaktır. Ailenin mutfağında ne pişerse evde onun kokusu hissedildiği gibi, aile ortamında yaşanan ne varsa, o çocukların tertemiz hafızasına kaydedilecektir. Çocuklar ninelerinin şefkatli kollarında huzur bulurken; dedelerinin hayat tecrübelerini, “olgun bir arkadaşın ağzından” dinleyerek büyürler. Bu tip aile yapıları, ferdin doya-doya mensubiyet duygusunu içselleştirdiği ve sosyalleşme sürecine katıldığı bir ortamdır. Genç kuşak, birinci ve ikinci neslin hayat tecrübelerinden istifade eder; burada sosyal, dinî, kültürel ve iktisadî alanda bir dayanışma ve değerlerin aktarımı vardır. Bireyin ruhsal gelişimi bu tip aile yapılarında daha sağlıklı ve dengeli bir seyir izlediği görülür.

Çocukların bu halini daima göz önünde bulundurarak; sevginin, saygının, huzur ve mutluluğun hâkim olacağı bir ortamı hazırlamalıyız. Şiddetin, geçimsizliğin, yalanın, hilenin, hak ve hukuk tanımazlığın, aldatmanın, kavga ve gürültünün ortamından uzak tutmalıyız. Anne ve baba şefkatini, kardeşlerin birbirlerini sevip saymalarını, yaşanan ortamda var olan nimetleri paylaşmayı, feragat ve fedakârlıkların sonuçlarının güzelliğini göstermeliyiz. Dinî ve dünyevi temel bilgileri öğretmeliyiz. Hayat hakkında doğru bilgiler vererek ayakları yere basan, ne yaptığını bilen insanlar olarak toplumsal hayata katılmalarını sağlamalıyız. Böylesine fikren ve ruhen salıklı nesillerin kuracağı insani ilişkiler de daha istikrarlı olacak, kendi içlerinde huzurlu, toplumsal ilişkilerde güvenli ve istikrarlı bir toplum doğacaktır. Geleneğimizde mevcut olan bu yapının önemini,  birinci dünya savaşı yıllarında bizatihi olayın kahramanlarından canlı olarak dinlediğimi sizlerle paylaşmak istiyorum.

Irak cephesinde savaşan Osmanlı ordusu komutanlarından Halil Paşa (Halil Kut), emrinde bulunan askerleri korumak düşüncesiyle onlar çok biz ise az bir kuvvetiz; sizi burada telef etmek istemiyorum diyerek İngilizlere teslim eder. On bin kişilik birliğin,  teslim bayrağını çekmelerine rağmen İngilizler ancak üç gün sonra teslim alıp esir kampına koyarlar.  Gün gelir savaş biter esirler mübadele için gemilere bindirilip İstanbul’a getirilmek üzere yola çıkartılırlar. Ancak askerler nereye gittiklerini bilmemektedirler. Esirler arasında bulunan Kayserili Hamdi Çavuş’un İngiliz komutanla aralarında şu konuşma geçer: “Bizi nereye götürüyorsunuz der Hamdi çavuş? İngiliz komutan, kimseye söylemezsen sana söyleyeyim der. Rotamız İstanbul sizi mübadele için götürüyoruz der. H. Çavuş, peki biz gidiyoruz da siz niçin geliyorsunuz deyince? biz de sizi doğuran analarınızı görmeye geliyoruz der. Bizim analarımızı sen değil evdeki amcamız dahi göremezken, sen nasıl göreceksin? Boşa gidiyorsunuz. Fakat niçin görmek istiyorsunuz analarımızı? Bu işle ne ilgisi var deyince? Komutan, ağzındaki baklayı çıkartır. “Bu savaşa başlarken bizim de sizinde iki yüz bin askerimiz vardı. Bizim o iki yüz bin asker sizlerin eliyle yok oldu. Bir iki yüz bin daha ilave ettik; onunda yüz bini yine sizlerin eliyle yok oldu. Siz de ise hiçbir ikmal ve takviye yapılmadığını biliyoruz. Askeri üstünlük, silah ve mühimmat olarak sizinle kıyas kabul etmeyecek kadar üstünlük bizde olmasına rağmen, nasıl oluyor da sizin bu iki yüz bin kişiniz bizim üç yüz bin kişimizi öldürüyor!!!?  Ve halen karşımızda dimdik duruyorsunuz. Makineli tüfeklerimiz ateş kusuyor. Buna rağmen, bir tek asker geriye dönmeden üzerimize gelmeye devam ediyor.  Bu işin sırrını çözemedik. Bir tek şüphemiz sizi yetiştiren o ailelerinizde kaldı. Onun için bir de onları göreceğiz” der.

İstanbul’a gelirler birkaç gün sonra o İngiliz komutan Hamdi Çavuşla vedalaşmak için yanına gelir. H. çavuş merakla sorar: Ne yaptınız, görebildiniz mi anaları? Komutan, kendinden emin bir eda ile:“Göremedik ama teşhisimiz doğrudur” der. O analar nasıl bir terbiye vermiş ki, aç, açık, silahında mermisi yok süngüsüyle savaşıyor, Ayağında çarığının üstü varsa altı yok. Yalınayak savaşıyor. Yiyecek ekmeği yok, ot köküyle, ağaç yapraklarıyla, börtü böcek yiyerek hayatta kalmaya çalışıyor. Asla korku yok, ümitsizlik yok, moral bozukluğu yok, isyan yok, kaçıp canını kurtarma düşüncesi yok, yok, yok, yok… Yokluklar içinde bu başarının sırrı, dinine, vatanına ve tüm mukaddesatına yürekten inanmış bu kahramanları, o anneler: “Haydi oğlum emanetin Allaha!.. Sizleri bu günler için doğurduk, haydi git. Ya gazi olup şerefinle dönersin baba ocağına başın dik, yüzün ak olarak;  ya şehit olup şerefinle Allah’ın huzuruna varırsın. Düşmana asla arkanı dönme. Bütün gücünle saldırmazsan sana emzirdiğim sütümü helal etmem” diyerek yollamıştı askere!.. İşte o Mehmetleri bu anneler yetiştirip yollamıştı askere. “Çanakkale geçilmez” dedirten, düşmanın ateşine göğsünü siper eden, asla geri dönmeyi düşünmeden, sağanak halinde yağan kurşunlara inat, bir öndeki siperleri tutmaya çalışan, üç saniye sonra öleceğini bildiği halde, gözünü kırpmadan ölüme atılan Anadolu’nun müstezafların evlatları, Mehmetçiklerdi.  Anzak koyunda son neferine kadar şehit olan Osmanlı alayının alay sancağı Avustralya müzesine götürülmüş ve altına şu not yazılmıştır. “Bu sancak esir alınmadı. Son neferine kadar şehit olan Türk alayının bu sancağı, bir ağacın dalına takılmış olarak bulundu.”

İşte bu tespiti yapan İngiliz cephede bozamadığı düşmanı aile yuvasında bozmak için saldıracağı cepheyi keşfederek bütün gayretiyle, aile düzenimizi ve o aile anlayışımızı doğuran inanç dünyamızı yok etmek için elinden geleni ardına koymadan çalıştı. General Lort Gürzon, avam kamarasında yapmış olduğu konuşmada Kuran’ı Kerimi göstererek, “bu kitabı Türklerin hayatından çıkarmalıyız. Bu kitap onların hayatlarında olduğu sürece onları mağlup etmemiz mümkün değildir” demişti. Bu gün itibariyle geldiğimiz noktaya baktığımızda ne kadar muvaffak oldukları görülecektir. Dünün bir ömürlük kurulan aile yuvaları, artık efsane oldu. Bir milyonluk bir şehirde boşanma davalarına bakan beş mahkeme yetişemediği için altıncısına ihtiyaç duyulduğu düşünülürse, ne hale geldiğimizi daha iyi anlamış oluruz.

Kur’an da üç tip aileden söz edilmektedir. Birincisi insanlığın atası sayılan Âdem (as) ile Havva’ annemize dayanan insanlık ailesi ki, buna Nisa suresi birinci ayetinde:

“Ey insanlar! Sizi bir tek nefisten yaratan ve ondan eşini yaratıp ikisinden birçok erkekler ve kadınlar türeten Rabbinizden korkun; kendi adına birbirinizden dilekte bulunduğunuz Allah’tan ve akrabalık bağlarını koparmaktan sakının. Şüphesiz Allah sizin üzerinizde gözeticidir.”             Peygamberimizin veda hutbesinde de şöyle bahsedilmektedir:

“Ey insanlar! “Rabbiniz birdir. Babanız da birdir. Hepiniz Âdem’in Çocuklarısınız, Âdem ise topraktandır.” Buyrulan ve inananı inanmayanı tüm insanlığı kapsamına alan insanlık ailesidir.

İkincisi ise, insanlar arasındaki nesep bağına /kan bağına dayanan, Anne-Baba ve çocuklardan başlayan, Yakın ve uzak akrabalardan oluşan aile anlayışı. Kur’an, evlilik, anne – baba –evlat -ebeveyn ilişkilerinde ve miras konularındaki ilahi hükümlerde İslam bu yapıyı esas alır. Bu yapı, anne baba ve çocuklardan meydana gelen ve nikâh akdiyle temelleri atılan nesebe dayalı aile anlayışıdır. Bu aile ile ilgili olarak Rabbimiz şöyle buyurur:

“Kendileriyle huzura kavuşmanız için size kendi nefislerinizden eşler yaratıp aranızda sevgi ve merhamet var etmesi de O’nun ayetlerindendir. Şüphesiz ki bunlarda düşünen bir kavim için ayetler vardır.” (Rum 30/21)

Bu ilişkinin meşruiyeti için izlenecek yol konusunda evlenilmesi helal olan kadınlarla mehirlerini vererek, evlenilmesini, aralarında adaletin gözetilmesini istemektedir. (Nisa 4/3-4) Ailenin her türlü sorumluluğunu kavvam olarak isimlendirilen ailenin yöneticisine yüklemektedir. (Nisa 4/34)  Evleneceği hanımlara mehirlerinin ödenmesi (Nisa 4/4), Ayrılan eşlere uygun nafakanın verilmesi (Talak 65/6), Çocukların velayetinin babaya ait olması ve süt emdiği sürece anneye karşılığının ödenmesi gibi sorumlulukların tümü, kavvam kılınan baba’ya yükletilmiştir.

“Annelerden, çocuklarını, emzirmeleri konusunu tam olarak isteyenler için anneler, tam iki yıl emzirirler. Çocuk kendisine ait olan babaya da emzirenin yiyecekleri ve giyecekleri geleneklere uygun olarak bir borçtur. Bununla beraber herkes ancak gücüne göre mükellef olur. Çocuğu sebebiyle bir anne zarara sokulmadığı gibi, çocuğu sebebiyle bir baba da zarara sokulmasın. Varise düşen de yine aynı borçtur. Eğer ana ve baba birbirleriyle istişare edip, her ikisinin de rızasıyla çocuğu sütten kesmek isterlerse kendilerine bir günah yoktur. Eğer çocuklarınızı başkalarına emzirtmek isterseniz vereceğinizi güzellikle verdikten sonra, bunda da size bir günah yoktur. Bununla beraber Allah’tan korkun ve bilin ki, Allah yaptıklarınızı görür.” (Bakara 2/233)

Ailede ebeveynin sorumlulukları bununla da sınırlı değildir. Çocukların olgunlaşıp ne yaptıklarını bilinceye kadar, onların iyi bir insan, sadık bir Müslüman olmaları için, yapılması gereken her şeyi yapmakta yine ebeveyn üzerine bir borçtur.

“Ey iman edenler! Kendinizi ve aile efradınızı yakıtı insanlar ve taşlar olan cehennem ateşinden koruyunuz. Onun üzerinde görevli, çok haşin ve korkunç görünümlü, Allaha asla isyan etmeyen, emrolunduğu şeyleri harfiyen yerine getiren melekler vardır.” (Tahrim 66/6)

Bu ve benzeri ayetler ile ebeveynleri göreve çağıran Rabbimiz, gün gelip çocukların da ebeveyn oldukları, eski ebeveynlerin de çocuklaşacağı dönemde de, evlatları anne ve babaya karşı göreve çağırmaktadır:

“Rabbin, sadece kendisine kulluk etmenizi, ana-babanıza da iyi davranmanızı kesin bir şekilde emretti. Onlardan biri veya her ikisi senin yanında yaşlanırsa, kendilerine «Öf!» bile deme; onları azarlama; ikisine de güzel söz söyle. İkisine de acıyarak tevazu kanatlarını indir. Ve şöyle de: «Ey Rabbim! Onların beni küçükten terbiye edip yetiştirdikleri gibi, sen de kendilerine merhamet et.”(İsra 17/23-24)

“Eğer Rabbinden umduğun (beklemek durumunda olduğun) bir rahmet için onların yüzlerine bakamıyorsan, hiç olmazsa kendilerine gönül alıcı bir söz söyle.” (İsra 17/28)

Biz insana, ana-babasına iyilik etmesini tavsiye ettik. Annesi onu zahmetle taşıdı ve zahmetle doğurdu. Taşınması ile sütten kesilmesi, otuz ay sürer. Nihayet insan, güçlü çağına erip kırk yaşına varınca der ki: Rabbim! Bana ve ana-babama verdiğin nimete şükretmemi ve razı olacağın yararlı iş yapmamı temin et. Benim için de zürriyetim için de iyiliği devam ettir. Ben sana döndüm. Ve elbette ki ben Müslümanlardanım.” (Ahkaf 46/15)

Allahtan başkasına mutlak bir itaat söz konusu olmadığı için aile ilişkileri içerisinde kime hangi konularda itaat edeceğimizi, hangi konularda etmeyeceğimizi de imhal ederek şöyle buyurmaktadır:

“Eğer onlar seni, hakkında bilgin olmayan bir şeyi (körü körüne) bana ortak koşman için zorlarlarsa, onlara itaat etme. Onlarla dünyada iyi geçin. Bana yönelenlerin yoluna uy. Sonunda dönüşünüz ancak banadır. O zaman size, yapmış olduklarınızı haber veririm.” (Lokman 31/14-15)

“Ey iman edenler! Eğer küfrü imana tercih ediyorlarsa, babalarınızı ve kardeşlerinizi (bile) veli edinmeyin. Sizden kim onları dost edinirse, işte onlar zalimlerin kendileridir.” (Tevbe 9/23)  Son olarak nihai tavrımız konusunda:

“Ey Rabbimiz! (Amellerin) hesap olunacağı gün beni, ana-babamı ve müminleri bağışla!” (İbrahim 14/41) diyerek son görevimizi de güzellikle yerine getirmemiz istenmektedir.

Üçüncüsü ise, inanç birliğini esas alarak oluşturulan aile anlayışıdır ki; Bu konuyla ilgili ilk olaya Nuh tufanı diye ifade edilen felaket geldiği zaman Nuh (as):

“Gemi, dağlar gibi dalgalar arasında onları götürüyordu. Nuh, gemiden uzakta bulunan oğluna: Yavrucuğum! (Sen de) bizimle beraber bin, kâfirlerle beraber olma! Diye seslendi.”

“Oğlu: Beni sudan koruyacak bir dağa sığınacağım, dedi. (Nuh): «Bugün Allah’ın emrinden (azabından), merhamet sahibi Allah’tan başka koruyacak kimse yoktur» dedi. Aralarına dalga girdi, böylece o da boğulanlardan oldu.” (Hud 11/42-43)

Nihayet tufan sona erip ayakları karaya basınca Nuh (as) boğulan oğlunun durumunu öğrenmek için rabbine yöneldi:

“Nuh Rabbine dua edip dedi ki: «Ey Rabbim! Şüphesiz oğlum da ailemdendir. Senin vâdin ise elbette haktır. Sen hâkimler hâkimisin.»

“Allah buyurdu ki: Ey Nuh! O asla senin ailenden değildir. Çünkü onun yaptığı kötü bir iştir. O halde hakkında bilgin olmayan bir şeyi benden isteme! Ben sana cahillerden olmamanı tavsiye ederim.” (Hud 11/45-46)

Burada açıkça ifade edildiği gibi Allah bir aile olmayı aynı inançta birleşen insanlar olarak tanımlamaktadır. Bununla birlikte Ahzab suresinde de:

“Peygamber, müminlere kendi canlarından daha yakındır. Eşleri, onların analarıdır. Akraba olanlar, Allah’ın Kitabına göre, (mirasçılık bakımından) birbirlerine diğer müminlerden ve muhacirlerden daha yakındırlar; ancak, dostlarınıza uygun bir vasiyet yapmanız müstesnadır. Bunlar Kitap’ta yazılı bulunmaktadır.” (Ahzab 33/6)

Bu ayette ifade edilen hakikat, “Peygamber müminlere canlarından daha yakın, onun eşleri de müminlerin annesidir”  cümlesi, yine manevi bir aileye yani İman ailesine işaret etmektedir. Surenin devamındaki 53. Ayetinde ise: “…Ondan sonra hanımlarını da ebediyen nikâh edemezsiniz. Çünkü bu Allah katında çok büyük bir günahtır” buyrulmaktadır.  Yine bu anlayışın devamı olarak Hucurat suresinde: “Müminler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin ve Allah’tan korkun ki esirgenesiniz.” (Hucurat 49/10) buyrulması da bu ailenin çocuklarının kardeş olduğunu ilan etmektedir. Bunları bir aile çatısı altında birleştirdiğimiz zaman, en tepede Peygamber (as) ve eşleri, tüm ümmet de bu ailenin çocukları olduğundan bir birlerinin kardeşleri olmaktadır.

Şimdi bunu sosyolojik açıdan değerlendirdiğimiz zaman tüm ümmet bir aileyi oluşturmakta; her fert kendi ailesini koruyup kolladığı gibi, tüm ümmetin malını malı gibi, canını canı gibi koruyup kollayacaktır. Bu ümmetin fertleri, İmanda, İlah’ta, Ailede ortak paydada buluşmaları, milleti ve devleti birbirine en sağlam bağlarla bağlamaktadır. Çünkü bu ideal peygamber (as) dan sonra da bu inanç baki kaldığı sürece, ümmet bu değerleri yaşatmak, koruyup kollamak durumundadır. Geçmişten günümüze uzanan hayat anlayışında şu ifadeler anonim hale gelmişti: Bir yokluk anı kastedilerek, “Müslümanın malı ortaktır”, “komşusu açken tok sabahlayan bizden değildir” gibi. Çünkü onun anlayışında mülkün sahibi Allah’tır. Elinde olanlar sadece geçici bir zaman ondan istifade eden kimselerdir. Elinde olanı toplumun ihtiyacına sunmak o imkânı en doğru şekilde değerlendirmektir. Bu nedenle Rabbimiz gerçek iyiliği şöyle tanımlar:

“İyilik, yüzlerinizi doğu ve batı tarafına çevirmeniz değildir. Asıl iyilik, o kimsenin yaptığıdır ki, Allah’a, ahiret gününe, meleklere, kitaplara, peygamberlere inanır. (Allah’ın rızasını gözeterek) yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışlara, dilenenlere ve kölelere sevdiği maldan harcar, namaz kılar, zekât verir. Antlaşma yaptığı zaman sözlerini yerine getirir. Sıkıntı, hastalık ve savaş zamanlarında sabreder. İşte doğru olanlar, bu vasıfları taşıyanlardır. İşte muttakiler bunlardır.” (Bakara 2/177)

Sonuç olarak, bu gün en acil ihtiyacımız olan şey nesebe dayalı aile anlayışını İslam’ın ilkeleri doğrultusunda yeniden canlandırıp hayata dâhil etmek. Bunun devamı olarak ta İman ailesini ümmet bilinciyle yaşanır kılmaktır. Serada gül yetiştirmek ile doğaya bahar gelmeyeceği gibi, bireysel olanı toplumsal kılmadıkça da ümmet olup ayağa kalkmamız mümkün değildir. Kendisini bu aileye mensup sayan her fert, elinde bulunan İslam’ın surlarına ait olan taşı surdaki yerine koyması gerekiyor ki, bu kalenin surlarını yeniden yapmış olalım. Böylece İslam’ın her ferdinin haremi ismetine uzanan küfrün eli, bu ümmetin üzerinden çekilsin. Değerlerimizi talan edemesin. Kardeşi kardeşe kırdıramasın. Mezhebi ayrılıkları kavga ve savaş sebebi yapamasın. Mücahitlerimiz silahını din kardeşine değil din düşmanlarına çevirsin. İnananlar kardeş olduklarının farkına varsınlar da hep birlikte Allah’ın ipine sımsıkı sarılsınlar. İşte o zaman bir buçuk milyarlık İslam âlemi varlığını her ortamda hissettirecek, hayatın öznesi olacaktır.

Etiketler
Daha Fazla

İlgili Makaleler

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir