GenelKavram

Kerahet Vakitleri

Mekruhun kelime anlamı hoş görülmeyen, uygun bulunmayan, hoşlanılmayan şey demektir. Bu insanın herhangi bir şey için hissettiği duygu anlamına geldiği gibi, dinde yapılması veya terk edilmesi uygun görülmeyen davranışlar için de kullanılmaktadır.

Fıkıhta kerahet vakti olarak ifade edilen vakitler, güneşin doğuş, batış ve tam tepede bulunduğu vakitlerdir. İslam âlimlerince kerahet vakitlerinde namaz kılınması mekruh görülmüştür. Farz – nafile bütün namazların kılınmasının mekruh olduğu söylenen vakitler üçtür:

1: Güneşin doğuşundan itibaren ışınları gözleri kamaştırır hâle gelinceye kadarki sabah vakti, kerahet zamanıdır. Bu vakit, güneşin doğuşundan sonraki takriben 45-50 dakikalık bir zamandır.

2: İkinci kerahet vakti, güneşin göğün tam ortasına dikilmesi anından batı tarafına doğru açılmaya başladığı ana kadar geçen süredir. Bu da yaklaşık 40 dakikalık bir zamandır.

3: İkindiden sonra, güneşin sarararak göz kamaştırmaz duruma geldiği andan başlayıp güneş batıncaya kadar süren vakit de kerahet vaktidir. Buda güneşin batmasından 45 dk. Öncedir. Kerahet kelimesinin ayeti kerimede şöyle ifade edildiğini görüyoruz:

“Hoşunuza gitmediği halde savaş size farz kılındı. Sizin için daha hayırlı olduğu halde bir şey hoşunuza gitmeyebilir. Sizin için daha kötü olduğu halde bir şey de sizin hoşunuza gidebilir. (Sizin için neyin iyi ve ya kötü olduğunu) Allah bilir, siz bilemezsiniz.” (Bakara 2/216)

Burada tabiat olarak insanın hoşuna gitmeyecek olan savaşın, Allah Teâlâ tarafından inananların üzerine farz kılınışının hikmetini zikrederek işin sonucunun hayır olduğu gösteriliyor. Nice güzel görülen şeylerin hayatın içinde sonucu itibariyle şer olduğu, nice şer gibi görülen işlerin de yine sonucu itibariyle büyük bir hayır olduğu görülmektedir. Hiç kimse ilacı sevdiği için içmez. Tabiatı gereği acıdır, kokusu hoş değildir, yâda iğne yaptırmak gibi insana başta acı verebilir ama sonucu itibariyle insanın hayrına olduğu için buna katlanır ve tedavi olur. Her doğum sancılı olur. Fakat o sancının ardından göz aydınlığı olan sevimli bir bebeğin gelmesiyle tüm acıların unutulup sevince döner. Savaşın sonunda da malın, canın ve mukaddesatın korunması; zaferin müjdesi de tüm acıları unutturur.

Dinde de açık Naslar ile sınırları kesin çizilmeyen, fakat İslam ve insan fıtratının hoşlanmadığı bazı konularda ortaya konulan düşüncelere de “mekruh” denilmiştir. Birinin kerih gördüğünü öbürünün görmediği üzerinde kesin bir ittifakın olmadığı konulardır. Bunlar, şari’in maksadına uygun düşünceler olabileceği gibi uygun olmayan düşünceler de olabilme ihtimali her zaman göz ardı edilmemelidir. Aynen İslam âlimlerinin içtihatları hakkında olduğu gibi. İşte hangi vakitlerde hangi namazların kılınmaması gerektiği konusunda da ortaya konulan mekruh hükmü de böyledir. Mezheplerin konu ile ilgili hâkim kanaatleri şöyle özetlenmektedir: Bu vakitlerde:

1: Farzın kazası dâhil bütün namazlar kılınmaz diyen Hanefiler.

2: Farzın kazası kılına bilir diyen Maliki ve Şafiiler.

3: Yalnız nafile namazlar kılınmaz diyen Süfyani Sevri.

4: O günün ikindi namazı ve cenaze namazı kılınabilir diyen Hanefi ve Şafiiler olmak üzere dört maddede özetlenebilir. Şimdi bunların dayanmış olduğu delillere baktığımızda Kur’an da bu konuyu ilgilendiren ayet yoktur. Ancak İslam literatürüne girmiş peygamberimizden nakledilen üç hadisin varlığını görüyoruz:

1:“Biriniz herhangi bir namazı unuttuğunda hatırladığı zaman kaza etsin” hadisi. Buradaki “kaza etsin” ifadesi kılmak anlamında “eda etsin-kılsın” manasında olduğu muhtemeldir. Çünkü Peygamberimizin uygulaması da böyledir. Bir savaştan dönüşte Peygamberimiz uyumuş; uyandığında sabah güneş doğmuş ve yükselmişti. Namazımız ne olacak diye endişeyle bakan arkadaşlarına Allah’ın elçisi o günün sabah namazını topluca eda olarak kıldırmıştır. Bu gibi durumlarda bir Müslüman, uykuda ise uyanınca, unutmuşsa hatırlayınca o namazı hemen eda eder. Bu konuyla ilgili Bakara 286. Ayette “Ya Rabbi! Unutarak veya hata en yaptıklarımızdan dolayı bizleri sorumlu tutma” şeklinde dua etmemiz önerilen ayete dayanılmaktadır.

2: “Kim gün batmadan ikindi namazının bir rekâtına yetişirse, ikindi namazına yetişmiş olur” hadisi. Yine buradaki ifade de, gün batımına çok az bir zaman kaldığında bir rekâtını kılacak kadar bir süre varsa ve o insan bu namazı kılmaya başlamışsa; o namazı kılar bitirir ve namazını da vaktinde kılmış olur denilmektedir.

3: “Resulullah bu üç vakitte (güneş doğarken tepede iken ve güneş batarken) namaz kılmaktan nehyetti” denilen hadistir. (Bidayetil Müçtehid ve Nihayetül Muktesıd c/1 s/150) Bu hadis ise ilk iki hadisle çelişmektedir. Birini söyleyen Resulullah (a.s.)’ın diğerini söylemesi mümkün değildir. Bizce iki olumlu hadisin bulunması ve bunun yanında bir de fili uygulama ile sabit olmuş bir hükmü; diğerleriyle çelişen tek hadise tercih etmek, Kur’an’ın ruhuna daha uygun gözükmektedir. Bu üç vakitle ilgili görüş ortaya koyan mezheplerin ağırlıklı düşüncesi de; başlanan bir namaz bitirilir, hazırlanmış bir cenaze defnedilir” şeklinde özetlemek mümkündür. Ayrıca “İkindi namazı kerahet vaktine kadar geciktirilmişse, namaz kazaya bırakılmaz, sünneti terk edilerek sadece farzı kılınır. Hatta güneş batmadan evvel iftitah tekbiri alınarak ikindinin farzına durulsa, namazda iken güneş batsa, bu bile sahih olur. Namaz kazaya kalmış olmaz, vaktinde eda edilmiş sayılır. Bu ikindi namazına has bir durumdur” denilmektedir. İkindi namazı için durum bu olunca, sabah namazı fecrin doğmasından başlayıp güneş doğuncaya kadar kılınamamış ise o günün zevaline kadar yine eda olarak kılınma durumu söz konusudur. Sebebi yukarıda peygamberimizin uygulaması ile ifade edilmişti.

Bu vakitlerle ilgili Allah Teâlâ’nın Kur’an’da yasaklayıcı bir emrinin olmadığına göre, Peygamberimizin kendiliğinden böyle bir yasak koyduğunu söylemekte uygun düşmemektedir. Zaten “kerahet” hoş karşılanmayan, iyi görülmeyen anlamında kullanılan bir ifadedir. Helal ve haram gibi kesin bir hüküm içermemektedir. Ayrıca birinin kerih gördüğünü bir başkasının bir başka sebeple hoş görebilmesi de söz konusudur. Özellikle vaktin namazının kazaya bırakılması daha büyük bir iş olduğuna göre; nafile bir ibadet için vakit söz konusu değildir. Ne zaman olsa onu yapacak uygun bir vakit bulunabilir. Fakat vakitlerle kayıtlı olan bir namazı eda edecek kadar vaktinde zaman bulabilmiş isek, eda etmek daha sevimli gelmektedir. Namaz vakitlerini belirleyen çizgiler kalın çizgilerle çizilirken bir vaktin başlangıcı bir önceki vaktin bitiminden başlar bir sonraki vaktin başlangıç çizgisine kadar devam eder. Bu iki çizgi arasında kılınan namaz başı da olsa sonu da olsa vaktinde kılınmış demektir. Cenaze ve nafileler için ise vakit kaydı yoktur. Uygun zaman ve zemin bulunduğu zaman eda edilebilir. “Uykuda olan uyanınca, unutan da hatırlayınca namazını eda etsin” ifadesinden anlaşılan; kişinin içinde bulunduğu hal ve şartlara göre namazını eda etmesi istenmektedir. Normal bir durumda ise vaktin başında ferden veya cemaatle eda etmek en uygun olanıdır. Sünnetteki uygulaması da bu minval üzere yapılmıştır. Bu uygulama ilk günden itibaren aynen devam ettirilmektedir. Ancak istisnai durumlar da olmuştur. Allah Teâlâ her insanı içinde bulunduğu şartlara göre hesaba çekecektir. Bu nedenle elçisine hayat memat söz konusu olan savaş ortamında gerekli ikazları yaparak namazlarını kısaltmalarını buyurmuştur:

“Yeryüzünde sefere/ savaşa çıktığınız zaman kâfirlerin size kötülük etmelerinden endişe ederseniz, namazı kısaltmanızda size bir günah yoktur. Şüphesiz kâfirler, sizin apaçık düşmanınızdır.”

“Sen onların aralarında bulunup da onlara namaz kıldırdığında içlerinden bir kısmı seninle beraber namaza dursun. Silahlarını da yanlarına alsınlar. Bunlar secdeye vardıklarında diğer bir kısmı arkanızda beklesin. Sonra o namaz kılmamış olan diğer kısım gelsin seninle beraber kılsınlar ve ihtiyatlı bulunsunlar, silahlarını yanlarına alsınlar. Kâfirler arzu ederler ki, silahlarınızdan ve eşyanızdan bir gafil olsanız da size ani bir baskın yapsalar. Eğer size yağmur gibi bir eziyet erişir veya hasta olursanız silahlarınızı bırakmanızda bir vebal yoktur. Bununla beraber ihtiyatı elden bırakmayın. Kuşkusuz Allah kâfirlere alçaltıcı bir azap hazırlamıştır.

“O korkulu zamanda namazı kıldıktan sonra, gerek ayakta, gerek otururken ve gerek yanlarınız üzerinde hep Allah’ı zikredin. Korkudan kurtulduğunuzda namazı tam erkânı ile kılın. Çünkü namaz müminlere belirli vakitlerde yazılı bir farzdır.” (Nisa 4/101-103)

“Sana vahyedilen Kitabı oku ve namazı kıl. Muhakkak ki namaz hayâsızlıktan ve kötülükten alıkoyar. Allah’ı anmak elbette en büyük ibadettir. Allah yaptıklarınızı bilir.” (Ankebut 29/45)

Bu ayeti okuduktan sonra her Müslüman’ın şu hesabı yapması gerekmektedir. “Ben bunca zamandır namaz kılıyorum, benim namazım bu dünyadaki aşırı duygularıma ve kötülük yapmama mani oluyor mu? Yoksa namazımla davranışlarım arasında hiçbir bağlantı kurmadan “o ayrı bu ayrı” diyerek namazımı hayatıma karıştırmıyor muyum? Namazdaki halimi namaz dışında da devam ettiriyor muyum? Yanlışa varan elim titriyor, yalana varan dilim dolaşıyor mu? Yoksa bu konuları hiç düşünmeden kendimce bir yol mu çiziyorum kendime? İla ahir yapıp ettiklerimizle namazın bizde icra etmesi gereken bu aksiyonunu anlamaya çalışmalıyız. Varsa bize ne mutlu! Şayet yoksa esas düşünmemiz gerekenin bu olduğunu ve kendimizi yeni baştan hizaya getirmemiz gerektiğini unutmayalım…

Daha Fazla

İlgili Makaleler

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

İlginizi Çekebilir

Kapalı