GenelYazarlardanYazılar

“Küfür ehli İslam’dan intikamını tasavvufla almıştır.”

Tarîkat yol, metod demektir. Ama bu yol maddî bir yol olmayıp, Allah’a gitmede takip edilen manevi yol ve yöntemdir. Tarikatlar bir silsile ile Hz Peygambere bağlanan Şeyh merkezli “dini topluluklar”dır. Kaşânî, Tarîkati: “Allah’a gidenlerin, manevî mertebeleri aşıp makamlarda yükselme yolu” olarak tanımlar. (Istılâhâtu’s-sûfiyye, s. 65)

Başlangıçta ferdî-dinî bir hareket şeklinde seyreden tasavvuf, ikinci, üçüncü asırda diğer ekoller gibi şekillenmeğe, veliler yetiştiren, müridlerin siretlerine, huylarına ve ibadetlerine dair özel ilkeler koyan bir okul haline geldi. Mürid, bu yolun kurallarını üstadından alır ve ona tam bir teslimiyetle bağlanır. Toplumda Mürşidsiz yola gidilmeyeceği kanaati yaygın bir hal aldı. Öyle ki Ebu Yezîd el-Bestâmî işi “Üstâzı olmayanın mürşidi şeytandır” konumuna getirdi.

Fıkıh ekollerinde olduğu gibi Tarikatlar da kurucularının adına nisbet edilirler. Başlangıçta Tarikat Pirleri, Tarikat kurmak için yola çıkmış değillerdi. Halkın ve zahidlerin hürmetini kazanmış bu kimselerin etrafına toplananlar, sohbetini dinleyenler, öğütlerini tuttular, hareketlerini, zikirlerini aynen yapmağa çalıştılar. Böylece o zatın adını alan bir tarikat doğmuş oldu. Zamanla icazet usulü, şeyhin elinden hırka giymek âdeti gibi kurallar geliştirdiler ve kurumsal kimlik kazandılar.

Tarikatların ayin ve törenlerinin icra edildiği Tekkeler İslâm’ın kendi dinamiklerinden çıkmış yapılar değildir. Menâkıb kitaplarına göre, ilk tekke/hankâh, Ebu Hâşim Sûfî adına kurulmuştur. Bu kişi Süfyan-ı Sevri ile çağdaştır. (Vefatı: Basra, 161/777-78) Tarihte ilk “sufi” lakabını kullanan kişidir. Kendine has bir rivayet akidesi vardır. Rahipler gibi yünden uzun elbise giyer, Hıristiyanlar gibi hulul ve ittihadı savunurdu.

Nefahat’ül Üns’teki bir mektup bize Tekke fikrinin doğuşu ve kuruluşu ile ilgili bir fikir verir. Ebu Haşim Sufi bir gün ormanda gezerken oranın Hıristiyan Kralına rastlar. Kral “sizin toplanacağınız bir yeriniz yok mu?” diye sorar. Konuşma bu minval üzere devam eder. Anlaşılan Kralın telkini ile Tekke fikri bu konuşma ile hâsıl olur. Bu karşılaşmadan sonra Manastırlar gibi Tekke ve Zaviyeler de daha çok dağ ve tepebaşlarında ve ıssız yerlerde kurulmaya başlar.

Doğru bir değerlendirme yapabilmek için tasavvufu doğru konumlandırmak, doğru anlamak gerekir. Tasavvuf temelde İslami bir disiplin olup sonradan kaynağımdan saptırılan bir anlayış mıdır, yoksa İslam’ın dışında, kendine has inanç, ibadet ve ahlak anlayışı olan farklı bir dünya görüşü müdür? Bu durumu tespit etmeden yapılacak tüm Tasavvuf değerlendirmeleri noksan kalır.

Bu temel soruyla klasik ve güncel tasavvuf kaynaklarına ve tasavvufi pratiklere baktığımızda, Tasavvufun temelinin, iddia edildiği gibi “takva” ve “ihlâs” gibi Kur’anî kavram ve pratiklere değil, Tanrı ve hayat anlayışı olarak antik çağlardan bu yana var olagelen bir algı biçimine dayandığını görürüz. Bu algı biçiminin, hakikat bilgisi yani ilim anlayışından akideye, amelden ahlaka kendine has bir dünya görüşüne sahip olduğu müşahede edilir. Dolayısıyla tasavvuf, İslam’dan bir sapma değil, temel değerleri itibariyle İslam’la çelişen ayrı bir dünya görüşüdür. Özellikle İbn Arabî, Geylanî, Celalettin Rumî gibilerin temsil ettiği yorum ve beslendikleri kaynaklar vahiy değil Hint Mistisizmidir. Bunun içine bir tutam da Türklerin eski dini Şamanizm ve Fars Mecusiliği ilave edilmiştir. Mesela türbe ve yatırlara tevessül Türklerin eski dini Şamanizm’den alınmadır.

Tasavvufun kökenleri konusunda Müslüman ve Batılı uzmanlar arasında şu üç eğilimin ortaya çıktığı görülür:

1- Tasavvufun kökenleri İslam’dan önce veya İslam’a çağdaş harici mistik ve felsefi kültürlere dayanır. Çoğunluk bilim adamlarının görüşü bu minval üzeredir.

2- Bazı Müslüman ilim adamlarının ve Sufi çevrelerin görüşü ise tasavvufun tamamen İslam kaynaklı olduğudur.

3- Yukarıdaki iki görüş arasında duran ilim adamları ise tasavvufun esasen İslam (Kur’an ve Hadis) olduğunu ama teorileşme aşamasında, İslam’ın yayılma sürecinde antik, çağdaş felsefi ve kültürlerden etkilendiği görüşünü benimsemişlerdir. Tasavvufun bu süreçte Yahudi, Hristiyanî, Zerdüştî, Maniheist hatta Budist kültürlerden belli ölçüde etkilendiği ileri sürülür.

Yukarıdaki eğilimlerden birincisi bizim görüşümüze yakın olup bu çalışma bu minval üzere devam edecektir. Serlevhada yer alan ifade Tasavvuf ve İslam kitabının müellifi merhum Ercüment Özkan’a aittir. Tasavvuf adı altında birçok şeyin İslam’ın asli kaynağına bulaştığı tespitini yaptıktan sonra, bu “intikam felsefesinin” altını şöyle doldurur: Kurdun kuzu postuna bürünmesi gibi, Tasavvuf da “şirk” anlayışını İslam postuna bürüyerek halka sunmuştur. Tasavvufun Tevhid İnancı’na verdiği zararı başka hiç bir küfür, hiç bir batıl inanç verememiştir. İslâm’a savaş meydanında karşılık veremeyenler, onu bu şekilde içerden çürütüp yıkma yolunu seçmişlerdir. Bu bağlamda Dr. Hamdi Kalyoncu’nun; “Anadolu insanının inanç denizinde şirkten yana ne pislik varsa hemen hemen tamamı bu ırmaktan gelir.” şeklindeki teşhisi de merhumun ne kadar isabet ettiğini gösterir.

Müşrik, dindardır ve dini bir kimliğe sahiptir. Ancak tevhidî ölçüler ve dini hakikatler açısından yanlış bir yola sapmıştır, tevhide şirk bulaştırmıştır ve bu durum dinsizlikten farklı bir şeydir. Kurdun kuzu postuna bürünmüş bu şekli; Şeriati’in deyimi ile “Tevhid Dini”nin tam karşısında pozisyon alan “Şirk Dini”dir ve insanlık tarihinin en eski dini olarak kabul edilmiştir.

Hiçbir kınayıcının kınamasından çekinmeyerek tasavvufun İslam’dan ayrı bir din olduğunu haykıran Ercüment Özkan’ın bu çıkışını, görüntü itibari ile Bâtılın, Hakk kılığında servis edilmesi; tasavvufun Allah’ın dinine vekâleten onu temsil ediyor olması şeklinde okumak gerekir. Olayı bu şekilde tavsif etmede bir aşırılık/mübalağa görmediğimiz gibi, belki meramımızı ve amacımızı tam ifadeden aciz bile olduğumuz söylenebilir. Bizde Tasavvufun, -Hakk kılığına büründüğü için- Allah’ın kullarını rahat ve kolayca kandırabilen en büyük batıl bir yaşam biçimi olduğu kanısındayız. Tasavvufun akla, mantığa sığmayan zırvaları başta Hinduizm’den ve diğer sapkın inançlardan kültürümüze geçen sapıklıklardır.

Tasavvuf kelimesinin etimolojisi hakkında rivayet muhtelif. Kavramının hangi kültür havzasına ait olduğunun tartışmalı olması nedeniyle de herkes olayı meşrebince değerlendirmiştir. Arabca “suf”, Yunanca “sophia” (hikmet) ve ya “ashab-ı suffa’’ya izafeten verildiği iddia edilen bu isim, aslını nereden alırsa alsın, kökeni neresi olursa olsun Müslümanların gündemine girdiğinden bu yana bir kısım insan ve Tasavvuf taraftarlarınca İslam veya İslamın özü olarak servis edilmiştir.

Araştırmacılar, Tasavvufun en erken hicri üçüncü/miladî sekizinci asır başında ortaya çıktığını söylüyorlar. Tasavvufun başlangıcını her ne kadar Hz Peygamberin şahsına, O’nun en yakın arkadaşlarından Hz Ebu Bekir, Hz Ali ve daha başkalarına isnad etmek isteseler de, Kur’an’ı ahlak edinen Peygamberin pratiğinde, Peygamberi örnek alan arkadaşları ve Kur’an’da tasavvufla ilgili açık ve anlaşılır motiflere ve referansa rastlamak mümkün değildir. Ayrıca Kur’an ve hadislerde de “Tasavvuf” kelimesi geçmemektedir. Bu nedenle bazı âlimler kelimenin Hindistan veya Yunan kaynaklı olduğu görüşündedirler.

Kavramın kökeninin/aidiyetinin sûf (yün) kelimesinden geldiğine kesin gözüyle bakan bir kısım araştırmacının tezine göre; sûfî kelimesinin de ilk olarak Kûfe’de kullanıldığı iddia edilir. Bu iddiaya göre Kûfe’de bütün zahitler yün giymişlerdir. Buradan hareketle yünden yapılmış elbiseler giyen kimselere izafeten “Tasavvuf” kavramının da sûf kelimesinden türediği iddia edilmiştir. Böyle bir dayanak bulma çabasının tasavvufun yerliliğine ve İslam’a uygunluğunun tescili gayreti olarak yorumlanabilir. Malum olduğu gibi Şirk Dini’nin en önemli marifetinden biri işi kitabına uydurmak, bahaneler ve gerekçeler üretmektir. Tasavvuf Dini’ne de İslami referanslar bulma gayreti buna benzemektedir.

Tasavvuf kelimesinin “Ehil-i suffa” ile ilişkilendirilme gayreti İlhami Güler’e göre gerçeği yansıtmaz. “İslam toplumunun çok erken dönemde yaşamış olduğu iç savaş (Büyük Fitne) ve akabinde neredeyse “seküler” kodlara sahip olan “Emeviler”in zorla iktidara gelmesi, birçok sahabi ve samimi dindarda hayal kırıklığı yaratarak, siyasetten (ganimetten) ve dünyadan koparak inzivaya (i’tizal) çekilmeyi doğurmuştur. Peygamber döneminde bu tip azınlık gurupların girişimini, Hz. Muhammed’in azarlayarak reddettiğini biliyoruz. “Suffe Ashabı”, iddia edildiği gibi Tasavvuf’un başlangıcı değildir; onlar, sahiden yoksul kimselerdi. Sonradan da dağılmıştır. Mistik tip, bir insanlık dini modu olarak evrenseldir. Ancak bireysel olarak kalması evladır. Onun örgütlenerek (Tarikat) ortadoksi halinde kitleselleşmesi, kitleleri felç edebileceği gibi; ana öğretiyi/teolojiyi de tahrip eder. İslam dünyasında olan da biraz budur. Bu öğretinin “Din” haline gelmesi “Hinduizm”dir: Ganj’ın, ineğin, farelerin, martıların… Tanrısallaşması; kavramdan-fizikten kopma; sanrıların cenneti; ruhun şiirsel/coşkusal, başıboş rüya görmesidir.”

İbn Arabî (1165-1240) Endülüs Hıristiyanlığından ve felsefesinden bir şeyler aldıktan sonra, Kuzey Afrika kavimlerinin paganik özelliklerinden, Mısır dinindeki sihir, büyü, harf ve sayıların tılsımları, Anadolu ve İran Şamanizmi, Zerdüşlüğü ve Maniheizminden, Suriye’nin İsmaililiğinden de çok şeyleri alıp oluşturduğu Tasavvuf düşüncesine Yahudiliğin batınî yorum sosunu ekleyerek bir inanç ve yaşantı sistemi/din oluşturmuştur.

“Mistik dini akımlar olan Hinduizm, Maniheizm, Hermescilik, Yeni Platonculuk ve bunun İlahi dinlerdeki tezahürleri olan Yahudilikteki “Kabbalizm”, Hristiyanlıktaki “Ruhbanlık/Manastır Hayatı” ve İslam’daki “Tasavvuf”, dinin hem Tanrı(aşk-kader) hem de Ahiret (zühd) ile insanın kendine ve dünyaya yabancılaşmasının teolojik versiyonlarıdır; pasif nihilizmlerdir.”

Şu halde Hz Peygamberin vefatından çok sonralara rastlayan tasavvufun etkilenme alanı eski İran ve Hint dinleriyle, Hıristiyan mistizmine dayanır. Orta Asya başta olmak üzere fütuhatlar neticesinde Müslüman olan unsurlar, eski kültürlerine ait inançlarını, adetlerini, yaşam biçimlerini ve bu dinlere ait kurum ve kavramları tamamen terk etmek yerine İslam döneminde “İslamileştirme” yolunu benimsemişlerdir. Bu yeni bir form için tasavvuf bulunmaz bir imkân olmuştur. Farukî’nin şu mealde bir sözünü hatırlıyorum: “Tasavvuf gönülleri fethederek İslam’ın en uzak diyarlara kadar taşınması ve oralarda hüsnü kabul görmesinin şerefini taşıdığı gibi, pek çok yerde bâtıni ve sapık düşüncelerin yayılmasının, insanın insanı İlahlaştırmasının ve İslam Ümmeti’nin geri kalmasının da sorumluluğunu üstlenmelidir.”

Tasavvufun İslamileştirmesine tipik bir örnek de “vesile” inancıdır. “Ey iman edenler! Allah’a karşı sorumluluğunuzun bilincinde olunuz. O’na daha yakın olmak için bir yol arayınız ve kurtuluşa ermek için O’nun yolunda cihad ediniz” (5/Maide: 35) ayetindeki “vesile” kelimesini “rabıta” için mutasavvıflar kendilerine dayanak ittihaz ederler. Halbuki olayın aslı; Katolik Kilisesinin azizlere saygı göstermek için ayinler düzenliyor olmasıdır. Bu inanca göre; Kilise tarafından aziz olarak kabul edilmiş ölü kişilere Tanrı’ya inancı sürdürme konusunda yardımcı olmaları için dua edilebiliyor. Katolik Kilisesi’nde olan dört binin üzerindeki azizin eşyaları da kutsal kabul ediliyor.

Sufilerin mesleklerini “silsile” ile Hz Peygamber ve sahabelere dayandırma gayretlerinin tutarlı bir dayanağı yoktur. Her ne kadar Peygamberimizin bazı arkadaşlarında tasavvufu çağrıştıracak bazı teamüller görülmüş ise de, bu duruma muttali olan Hz Peygamber bu davranışları hemen önlemeye çalışmıştır. Silsile, tarikat şeyhinin bağlı olduğu ve ucunun Hz Peygambere dayandığı söylenen kişiler zinciridir. Bu zincirle şeyhler bizzat Peygamberden feyz aldığını ve onunla doğrudan ve devamlı temas bulunduklarını iddia ederler. Bu silsile şeyhlere bir tür Peygamberin vekili gibi yetki kullanma imkânı sağlar, onları dokunulmaz kılar; sözleri din, imzaladıkları her şeyde cennet tapusu olarak görülür.

Yukarıda ifade etmeye çalıştığımız gibi kendilerine Kur’an’dan açık ve anlaşılır bir dayanak bulamayan Tasavvuf/Tarikat çevrelerinin zahir-batın paradigmasını geliştirdiğini görürüz. Bu paradigmaya göre; güya nasların bir zahiri yönü/anlamı var bir de batini yönü var. Buradan hareketle ayetleri/nasları hiçbir insafa sığmayacak şekilde istedikleri gibi yorumlayıp sanrılarını meşrulaştırma yoluna gitmişlerdir. Kendi içlerine doğan vehimleri, kuruntuları, vesveseleri “batınî ilim” diye sunarak esas ilimleri “zahiri bilgiler” şeklinde küçük görüp itibar etmezler. Sûfîler, “kesb” ile elde edilen basit bilgiye “ilim” derler ve itibar etmezler. “İlham” ve “keşf” ile elde ettikleri kendilerine has bilgiye ise “marifet” ve “irfân” derler. Marifet bir şekilde vasıtasız ve direkt olarak Allah’tan alındığı için ilimden üstün olduğu iddia edilmiştir.

Hatırlanacağı gibi; sahabelerden bazılarının farz olan ibadetlerini ve Müslümanlıklarını yeterli görmeyip, Hz Peygamberden daha iyi Müslüman olmak için günlerce oruç tuttuğu, sabahlara kadar namaz kıldıkları ve günlerce hanımlarından uzak durdukları rivayet edilir. Bu kişilerin bu tavırları hanımları tarafından Hz Peygambere iletilince “size ne oluyor? Ben size gönderilmiş Allah’ın elçisi değimliyim? Ben oruçta tutuyorum, yemekte yiyorum. Namaz da kılıyorum, hanımlarımla da yatıyorum” diye tepki gösterdiğini kaynaklar bize haber veriyor. Bu uyarı ve kesin bir karşı duruşa rağmen kendilerine dayanak edinmek için Hz Peygamberin hayatında sofiyane izler ve tasavvufî yaşamı tavsiye eden çok sayıda hadis uydurulmaktan imtina edilmemiştir. Uydurma olduğu bilinmesine rağmen bu tür rivayetleri mutasavvıfların meşru ve sahih görme gerekçeleri de enteresandır. Derler ki; “zahiri âlimlere göre bu rivayetler uydurma olsalar da biz batınıyyeye göre sahihtir, zira Hanefi, Hanbelî gibi mezheblerin takipçilerinin bu hadisler hakkında icması vardır.”

Öğretici olması açısından konu ile alakalı güncel şu misal çok enteresandır. Cübbeli lakabı ile maruf popüler bir sufî, Beyzavi Derslerinin birinci bölümündeki konuşmasında İslami ilimler açısından skandal olan şu sözleri sarf etmekte bir sakınca görmez: “Uydurma olduğunu bile bile nakletme meselesine gelince; efendi hazretlerinin usulünde bir şey Ruh’ul-Beyan’da veya Mektubat’ta geçiyorsa ona hangi muhaddis uydurma derse desin, hiçbir kaynakta bulamasa da onu hadis olarak kabul ederiz. Çünkü o zaman biz kendimizi reddetmiş oluruz. Biz bu hadisçiliği, o “Rıhle”ciler kafasıyla yaparsak tasavvufun kaynaklarının birçoğunu reddetmiş oluruz ve biz birbirimizle çelişiriz… O zaman kendi şeyhimize hata yapmış deriz… Onun için bu işlere takılmayın, şimdi medreselerde Usulu Hadis okutuyorlarmış. Bana kalsa asla okutmam. Neyse onlar okutsun da biz de dokuturuz.”

Tarikatların çoğunda zayıf hatta uydurma/mevzu hadisler bile belirleyici olabilir. Çünkü çoğu zaman çerçeveyi sahih naslar değil, hissedişler, ön kabuller ve manevi hazlar, yani ilham ve keşif oluşturur. Bunları destekleyen her söz delil teşkil edebilir. Yorumu naslar belirlemez, nasları yorumlar belirler. Bu sebeple konunun uzmanları şöyle bir şey söylerler: Sufiler güzel insanlardır, hadis uydurmazlar, ama uydurulmuş hadislerin kendi düşüncelerini destekleyenleri varsa onları almaktan da çekinmezler.

Mutasavvıfenin kendine inziva için dayanak olarak aldığı “Hıra Mağaras”ı örneği Hz Peygamberin “kitab nedir, iman nedir bilmezken” (26/Şura: 52) çeşitli yerlere gittiği gibi mağaralara da gidip yalnızlığı seçtiği hallerindendir ki; bu hal Allah tarafından “ne yapacağını bilmez iken bulunup, doğru yol gösterildikten” (93/Duha: 17) önceki ki hali diye tavsif edilir ve bu durum Hz Peygamberin örnek alınacak davranışlarından değildir. Peygamberimiz risaletten sonra hicret yolculuğu hariç ne mağara ne de inziva sayılacak bir yalnızlığı tercih etmiştir. Ayrıca bu âdetin Müslümanlık öncesi bir geçmişi de vardır ve Hz peygamberin dedesi tarafından başlatıldığı rivayet edilir. Olay Hz Peygambere has bir davranış olmayıp, Kureyşlilerin Ramazan aylarında Nur dağında inzivaya çekilme âdetlerine Hz Peygamberin de iştirak etmesidir.

Kaynaklarda belirtildiğine göre; Suriye’nin Ürdün’e yakın bölgelerinde Hristiyanlarla yaşayan Müslümanların bazılarının komşusu olan Hristiyanlara “sizin dininizde daha dindar olmak için ne yapılır?” sorusuna aldıkları “kendini dine adayan kişi bir lokma bir hırka ile bir manastıra kapanır ve orada kendini Allah’a adar” cevabı soru sahiplerine inziva fikri için yol gösterici olmuştur.

Tasavvufun genetiğini İslam dışı inançlar oluşturduğu halde, elma kurdu gibi içine sirayet ettiği bünye olan İslam’dan beslenir ve İslam’ı içten içe kemirir. Tasavvufi yaşam biçimi Kur’an ve sahih sünnette esaslı bir temeli ve referansı bulunmayan, gerçeklikten kopuk bir maneviyat ve tek yönlü bir “züht” anlayışı geliştirmiştir. İslam tarihinde ilk zahitlik tecrübeleri Hz. Peygamber’in vefatından kısa bir müddet ümmetin bilincinde çok derin yaralar açan Cemel, Sıffîn, Kerbela gibi trajik iç savaşlar ve toplumdaki refah seviyesinin yükselmesine paralel olarak gelişen dünyevileşme ve yozlaşmalara tepki olarak zuhur etmiştir. Hasan Basrî gibi şahsiyetler bu yozlaşmadan uzak durmanın ve dünyevileşmenin kirine pasına bulaşmamanın çaresini, adına “zahitlik” denecek pasif direnişte görmüştür.

İlhami Güler’in de belirttiği gibi Tasavvuf hareketi Emevilerin saray çevresinde aristokratlaşmalarına bir tepki olarak vücut bulmaya başlamıştır. Bu dönemin sembol isimlerinden olan Ebu Zer’in de şiddetle muhalefet ettiği gibi işler ekâbir ve yönetici sınıfının aşırı mal tutkusu heva heveslerin tatminiyle kalmamış, zülüm ve haksızlık başını alıp gitmiştir. Bu haksızlık ve zulme Ebu Hanife fiili bir muhalefet gösterirken Hasan Basrî gibi kimi şahsiyetlerde pasif bir direniş göstermişlerdir.

Bu babda Hasan Basrî’nin deruni yaşantısının tasavvuf pratiği ile ilişkilendirilmemesi gereğine inanıyorum. Birinci asrın başlarında İslam imparatorluğunun sınırları genişleyip, fetihler sonucu devletin gelirleri artınca, gökteki buluta; “ey bulut ne tarafa gidersen git, yağmur olarak düştüğün yerin haracı bana gelecek” diyen halifeler döneminde, Müslümanların da bu oranda dünya nimetlerine yönelmeleri hız kazandı. Daha önce ekonomik olarak sıkıntı çeken Ebu Hureyre gibi zevat vali olup saraylarda alımlı ve cafcaflı bir hayat yaşamaya başlayınca, âlim, faziletli ve erdemli bir kişi olan Hasan Basrî’nin müslümanları dünyanın geçici nimetlerinden uzak durmaya çağırması, ahireti hatırlatması şeklindeki mücadelesi ve anlayışı, ruhları Allah’a itaat ve takva üzere eğitmektir. Hasan Basrî züht ehli olmakla beraber, inzivayı hayattan el etek çekmek, bir hırka bir lokma ve etliye sütlüye karışmamak şeklinde anlamamıştır. Buna rağmen tasavvufçular kendini olumlamak ve meşrulaştırmak için Hasan Basri’yi istismar etmekten geri durmamışlardır. Öyle ki Hz Ali ile hiç görüşmediği halde tasavvufun sırlarını ve öğretisini Ondan aldığı yalanını uydurmaktan çekinmemiştir.

Esasında İslâm tarihinde züht düşüncesini ortaya çıkaran ortam, dünyevileşmenin ve dünya saltanatına dalmaya tepkisel bir muhalefettir. Hepimiz biliyoruz ki Emevî iktidarı, Abbasî iktidarı dünyevileştikçe, bu iktidarlar dünya ihtişamına dalıp geniş halk kitlesinden kopmaya başlayınca kırılgan kesim ve gönül ehli olanlar kendi dünyalarında yeni bir serinlik, yeni bir huzur iklimine sığınıp mutluluğu orada arama yolunu seçtiler. Başlangıçta ferdî bir hareketti ve sonradan zuhur eden mürşidler gibi mürşidler manzumesi yoktu. Zühd ve takvasıyla tanınmış kimselerin etrafına toplanan insanlar, onun sohbetinden istifade ederlerdi. Nitekim ilk kaynaklarda mürid yerine sahib tabiri kullanılır.

“Tasavvuf, Arapların hegemonya döneminde/Abbasiler döneminde teşekkül ettiği halde; Türklerin hegemonya döneminde/Selçuklu-Osmanlı döneminde kurumlaşmıştır.” diyen İlhami Güler Hoca, Tasavvuf’un, Türklerin seciyesine uygunluğundan dolayı, onların dini-politik akıllarını ciddi düzeyde etkilediğini, Gazzali’nin tasavvufu meşrulaştırma çabalarından sonra Sünniliğe eklemlenen ve o tarihten itibaren de “Şeriat” karşısında ve dinin içinde, daha doğrusu dinin üstünde “paralel” bir din muamelesi gören bu yapının bazı zaaflarını ortaya koymak gerektiğini ifade ediyor.

Kur’an, “evliyaullah” (Allah dostları) dediği Müslümanların başlıca niteliklerini “iman” ve “takva” olarak kodladığı halde kerametçi tasavvuf geleneğinde Allah’ın kudretine giren nice işler evliyaya etiketlendi. Bugün de şeyhlerinin, efendilerinin kendi müritlerini Allah’ın ahretteki sorgu-suali sırasında elinden kurtarıp cümbür cemaat cennete sokacaklarını söyleyen, milyonları buna inandıranlar mebzul miktarda var. “Hızır’dan öğrenim gördüğünü söyleyen M. 10. yüzyılda yaşamış sufî Hakîm et-Tirmizî, Nevâdir adlı kitabında evliyanın bir anda dünyanın bir ucundan başka bir ucuna gidebildiklerini, göklerde uçabildiklerini yazar. Ondan yedi yüzyıl sonra Mısırlı Sünnî âlim Münâvî ise, sufîlerin biyografisine dair Kevâkib adlı kitabında evliyanın başlıca 20 kerametinden birinin de “ölüleri diriltmek” olduğunu yazar. En hatırlı sünnî âlimler bile kitaplarında bunları anlatırlar.” Mûtezile uleması, İbn Hazm, İbnü’l-Cevzî gibi erken zamanlardan itibaren bunları reddedip Müslümanları uyaran âlimler olmuşsa da seslerini duyuramamışlar, geleneği kerametçiler belirlemiştir ve halen de bu nüfuzlarını sürdürüyorlar.

Günümüzde tarikatlar, din üzerinden din ticareti yapan, kazandıkları ile dünyaya yatırım yapan, ekonomi ağırlıklı şirketler gibidirler. Siyasi manevraları önemseyen ve siyasetin göbeğinde yer almaya özen gösteren seküler oluşumlardır. Ali Bardakoğlu; Ahiretteki akıbeti hakkında sürekli korkutulan ve kendini ağır bir tehdit altında hisseden insanların sığınağı haline gelen tarikatları bu halleriyle “İslam düşüncesinin ve ahlakının temsilcisi saymak İslam’a haksızlıktır” diyor.

Tarikat öğretilerinin, İslâm’ın ana ilkeleriyle ve akidevî esaslarıyla uyuştuğunu söylemek kolay değil, hatta bazen mümkün olmamakta. Buna rağmen kısa yoldan, zahmetsiz bir şekilde kurtuluş vaad eden diğer dinî gelenekler gibi tasavvuf ta İslâm dünyasında geniş halk kitleleri nezdinde etkili ve kabul görüyor. Tarikat öğretilerinin ve dinî cemaatçiliğin hali hazırdaki söylemi İslam’ın akide esaslarıyla ve Kur’an’la çatışma halindedir. Bu çatışmanın en bariz şekli İslam’ın Allah inancı ile tasavvufun “Şeyh İnancı”nda kendini gösterir. Ehl-i sünnet veya Batınî Tarikatlarda şeyh, tanrısal ve kutsal bir varlıktır. Müritlerini her an ve her yerde kontrol eder, görüp gözetir. İnsanların kalbinden geçenleri bilir. Dilediğine hidayet eder, dilediğine hidayet etmez. Kendisinden teklifler düşmüş olup günah işlemekten de mahfuzdur. Dünyanın kontrolü ve tasarrufu onun uhdesindedir, dilediği yere bereket, dilediği yere sıkıntı verir. Nerede olursa olsun yardım/imdat isteyene yardım eder. Her hal ve şartta Allah’la görüşme halindedir. Yakaza halinde Peygamberle de görüşen şeyh O’na sormadan, O’nun tasvibini almadan iş yapmaz. Yukarıdaki sayılan özellikler Peygamberlerde dahi olmayan “İlahî” vasıflardır. Bu sebeple tarikat itikadında şeyh sadece kutsal bir varlık değil, İnsanı-ı Kamil yani tanrılaşmış bir varlıktır.

İlhami Güler’e göre, Tasavvufun üçüncü yüzyıldan itibaren iç ve dış kaynaklardan etkilenerek gelişmesi ve Sünniliğe eklemlenmesinin, İslam toplumlarında yaratıcı düşünmenin ve özgür iradenin çökmesinde önemli bir rol oynamıştır. Tarikatlar bireyi sürüleştiren ve özgür iradesini felç eden yapılardır. Oysa Kur’an, öteki herkesten sorumlu, özgür bireylerden oluşan bir cemiyet (ümmet-millet) aidiyeti ve gözü ırakta (Ahiret), kendi buralı (dünya-iktisat) bir kişilik yaratmaya çalışmıştır. Tarikat ve dini cemaatler ise, birer “kabile/klan” topluluklarıdır.

Tasavvufun değişik kültürlerin pagan veya yarı pagan kalıntılarıyla birleşerek Kur’an dışı bir oluşum olma sürecini açması ve şirk üreten Tarikat kurumlarına dönüşmesi hakkında, kendisini Celalettin Rumî’nin müridi olarak tanıtacak kadar tasavvufa saygılı olan şair ve düşünür Muhammed İkbal şöyle diyor: “Tarikatlar “pirizm”/şeyhperestlik merkezli bir şirk ocağına dönüştü, bu ocakların Kur’an denetiminde yeniden yapılanması gerekir. Mevcut halleriyle İslam’a zarardan başka bir şey vermezler. ”

Tasavvuf akidevî ve felsefi anlamda İslam’la önemli oranda çelişen tarafları olmasına rağmen birtakım İslami inanç ve kavramları da bünyesinde barındırdığı bir gerçektir. İslam ve diğer din ve kültürlerin bir karışımı olan Tasavvufun Müslüman kitlelerce kabul görmesi İslami bir disiplin olarak algılanmasının sebebi de budur. Ancak şu da bir gerçek ki Tasavvuf, İslam’dan aldığı inanç ve kavramları özgün anlamlarından kopararak onlara kendi felsefi yapısı çerçevesinde yeni anlamlar yüklemiştir. Bu haliyle Tasavvufu, “İslam’ın yapıtaşlarıyla, İslam’ın arsasına inşa edilen gece kondu” olarak nitelendirmek haksızlık olmayacaktır

Etiketler
Daha Fazla

İlgili Makaleler

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

İlginizi Çekebilir

Kapalı