Kur’an’da Allah Merkezli Bir Dil
Kur’an’ın kullandığı dil nasıl bir dildir? Bu soru oldukça önemlidir, çünkü birçok dini anlayış Kur’an’ın nasıl bir dil kullandığını tam olarak anlayamadığından ortaya çıkmakta ve vahim yanlışlıklar yapmaktadırlar.
Kur’an’da sıklıkla “Kâfirlerin kalplerini mühürleriz, kulaklarına, gözlerine ve kalplerine perde çekeriz”, “Hidayete erdiren de, delalete düşüren de biziz”, “Dilediğimizin rızkını daraltır dilediğimizi genişletiriz”, “Rüzgarı estirir, yağmuru yağdırırız”, “Zulmedenleri sayha ( zelzele, tufan vs.) ile helak ederiz” türünden ifadelere rastlanır. Kur’an’ın genelinde Allah’a izafeten “biz” (inna) sigasının kullanıldığı “Allah-merkezli” bir dil kullanılmaktadır. Bütün oluş ve akış “biz” (inna) ifadesiyle anlamlandırılmakta, Allah’ın dışındaki diğer tüm varlıklar ikincil duruma indirgenmektedir.
Kur’an Allah merkezli dille kozmik oluş ve akıştaki “Allah” gerçeğini unutan veya inkâr edenlere seslenmektedir. Nankör her insanın vicdanında “bilinç” uyandırmak istemekte, uyanan bilincin de kalıcı olmasını murat etmektedir. Kur’an’ın “biz” (inna) ifadesinde odaklanan “varlığın diliyle” konuşan üslubunu anlamak, bizi lafzilik, şekilcilik ve yüzeysel okuyuşlardan kurtaracak, Kur’an’ın deruni boyutuyla dinamik bir ilişki içine girmemizi sağlayacaktır…
İlahi hitabın tabiatı, unutkan ve nankör muhatabına Allah’ı hatırlatmak üzere inşa edilmiştir. O bilmektedir ki insanların büyük çoğunluğu gaflet ve delalet içindedir. Bu nedenle “Allah” kavramını her fırsatta hatırlatmaktadır. İnsanlarda “Allah” şuuru uyandırma amacında olan Kur’an’ın dili “Allah” kavramı etrafında örülmüştür. Nitekim Kur’an’da en çok geçen kelime Allah (zamirler hariç 2697 defa) kelimesidir. Allah kavramı öne çıkarılarak diğer varlıklar ikincil duruma indirgenmiştir. Bu, onların özerk benliklerini ve bağımsız varlıklarını yok saymak anlamında değil, Mutlak Varlık’ın oluş süreci içindeki “zorunlu” fonksiyonunu kavratmak içindir.
Görmedin mi: Allah bulutları azar azar sevk eder; sonra onları birleştirir ve üst üste yığar. Derken, onun arasından yağmurun çıktığını görürsün. Allah gökten öyle dağlar indirir ki, bazen onda dolu da bulunur; onu Allah dilediği kimsenin başına indirir, dilediğinden de uzak tutar. Onun şimşeğinin parıltısı ise gözü alacak gibidir (Nur 24/43).
Rüzgârı rahmetinin önünde müjdeci gönderen de Odur. Nihayet o rüzgâr ağır bulutları yüklendiğinde, Biz onu ölü beldelere gönderir, sonra ondan suyu indirir, o suyla da yerden her türlü ürünü çıkarırız. Ölüleri de kabirlerinden Biz böyle çıkaracağız. Umulur ki düşünür ve ibret alırsınız (A’raf 7/52).
Biz aşılayıcı rüzgârlar gönderdik, gökten bir su indirip sizi suladık. O suyu hazinelerde saklayan siz değilsiniz (Hicr 15/22).[1]
Ayetlerde bulutların aşılayıcı rüzgârla sürüklenerek dağlar gibi bir arya getirilmesi, onlardan yağmurun indirilmesi, o yağmurla ölmüş toprağın diriltilmesi, topraktan bitkilerin bitirilmesi, bu yağmurla bazılarının cezalandırılması, bazılarının ise uzak tutulması olayları Allah’ın evrene koyduğu, meteoroloji kanunlarına göre gerçekleşmesi fiziksel bir yasa olmasına rağmen Allah bunları hep kendisinin yaptığını anlatır.
Kâinattaki her varlığın yaratıcısı Allah’tır. Kâinattaki bütün fiziksel, kimyasal ve biyolojik yasaları koyan da Allah’tır. Yukardaki ve diğer ayetlerde geçen fiillerin faili olarak Allah’ın kendisini zikretmesi, ayetlerde sayılan olaylar her ne kadar bu yasalara göre cereyan etmekte ise de buradaki amaç bu yasaları koyan gücü nazara vermektir. Bu hadislerin kendiliğinden olmadığını beyan etmektir. Böyle bir dilin kullanılmasından amaç, Allah’ın herşeyin üstünde egemen olup yaratıcısının kendisi olduğunu ve herkese her şeyi kendisinin verdiğini hatırlatarak insanların yalnızca ona kulluk etmelerini açıklamaktır.
İbrahim dedi ki: “Şimdi, neye tapmakta olduğunuzu gördünüz mü? Hem siz, hem de eski atalarınız;alemlerin Rabbi dışında, onlar gerçekten benim düşmanımdır. Ki beni yaratan ve bana hidayet veren Odur.Beni yediren ve içiren O’dur.Hastalandığım da bana şifa veren O’dur.Beni öldürecek, sonra diriltecek olan O’dur.Din günü hatalarımı bağışlayacağını umduğum da O’dur. Rabbim, bana hüküm bağışla ve beni salih olanlara kat; sonra gelecekler arasında beni doğrulukla anılanlardan kıl (Şuara 26/75-84).
“Beni yediren ve içiren O’dur.”Oysa İbrahim (as) haşa Allah bir annenin bebeğini yedirip içirmiyor. Kendi yeyip içmektedir.Fiili kendisine nisbet etmemekle; nimetleri verenin Allah olduğuna vurgu yapılmaktadır. “Hastalandığım da bana şifa veren O’dur.”İle de şerri Allah’a izafe etmemektedir.Hz. İbrahim Allah’ın kendisini yedirdiğini, içirdiğini, hasta olduğunda iyileştirdiğini belirtir. Yiyeceği, içeceği, hastalığı ve şifayı yaratması inanç açısından doğru olmakla beraber bunlar Allah’ın koyduğu yasalara göre cereyan etmektedir. Kur’an Allah merkezli, bir dil kullanması yiyeceği, içeceği, şifayı verenin sebepler arkasında Allah olduğunu insana hatırlatarak ona edebi öğretmek amaçlıdır. Bu nedenle iyileştim, doydum, yağmur yağıyor ifadeleri yerine “Allah şifa verdi”, “Allah bugünde doyurdu” yağmur yağdırılıyor ifadeleri edebe ve tevhide daha uygundur.
“Onları siz öldürmediniz, fakat onları Allah öldürdü; attığın zaman da sen atmadın, fakat Allah attı. Bunu müminleri kendinden güzel bir imtihanla imtihan etmek için yaptı. Allah, Semî’dir, Alîm’dir (Enfal 8/17)”. “Hani Nebi, eşlerinden bazılarına gizli bir söz söylemişti. Derken o (:eşlerinden biri), bunu haber verip Allah da ona bunu açığa vurunca, Nebi de bir kısmını açıklamış bir kısmını söylemekten vazgeçmişti. Sonunda ona haberi verince eşi demişti ki: “Bunu sana kim haber verdi?” O da: “Bana Alîm ve Habîr olan Allah haber verdi.” demiştiTahrim 66/3)”.Enfal/17 ayetinde Allah öldürme ve atma fillerini kendine izafe etmiştir. Oysa onları müşrikleri sahabeler öldürmüş, ok veya toprağı da Hz. Peygamber atmıştır. Allah merkezli dil ile onlara zaferi bahşedenin kendisinin olduğunu vurgulamak içindir. “Sana iyilikten her ne gelirse Allah’tandır, kötülükten de sana ne gelirse o da nefsindendir. Biz seni insanlara bir resul olarak gönderdik; şahit olarak Allah yeter. (Nisa 4/79)” ayeti de iyiliğin Allah’tan geldiğini vurgulamaktadır. Kötülüğün ise insanın kendisinden, yani eşyanın tabiatını bozmasından kaynaklandığı bildirilmektedir. “Hastalandığım da bana şifa veren O (Şuara 26/80)”, ifadesinde de hastalanma fiilinin insana izafe edilmesinin anlamı budur.
Servetini şer yolunda kullanarak Hz. Musa ve Hz. Harun’a Firavun kadar düşmanlık yapan, Allah yolundan alıkoyan Karun’a bu serveti verdiğini şöyle anlatır:
“Gerçek şu ki, Karun, Musa’nın kavmindendi, ancak onlara karşı azgınlaştı. Biz, ona öyle hazineler vermiştik ki, anahtarlarını (bile taşımak) güçlü bir topluluğa ağır geliyordu. Kavmi ona demişti ki: “Şımarma, çünkü Allah, şımaranları sevmez. Allah’ın sana verdikleriyle ahiret yurdunu ara, dünyadan da kendi nasibini unutma. Allah’ın sana ihsan ettiği gibi, sen de ihsanda bulun ve yeryüzünde fesat peşinde koşma. Çünkü Allah, fesatçıları sevmez.” Dedi ki: “Bunlar, bende olan bir ilim dolayısıyla bana verilmiştir.” Allah’ın kendisinden önceki nesillerden kuvvetçe kendisinden daha güçlü ve servetçe daha çok olan kimseleri helak ettiğini bilmez mi? Mücrimlerden günahları sorulmaz. Böylelikle görkemi içinde kavminin karşısına çıkınca, dünya hayatını isteyenler: “Ah keşke, Karun’a verilenin bir benzeri bizim de olsaydı. O, çok talihli biridir.” dediler. Kendilerine ilim verilenler ise: “Yazıklar olsun size, Allah’ın ödüllendirmesi, iman edip salih amellerde bulunan kimse için daha hayırlıdır; buna da sabredenlerden başkası kavuşturulmaz.” dediler. Sonunda onu da, konağını da yerin dibine geçirdik. Allah dışında ona yardım edecek bir topluluğu da yoktu. Ve o, kendi kendine yardım edemedi. Dün, onun yerinde olmayı dileyenler: “Vay, demek ki Allah, kullarından dilediğinin rızkını genişletir ve daraltırmış. Eğer Allah, bize lütfetmeseydi, kesinlikle bizi de batırırdı. Demek kâfirler kurtuluşa eremezmiş!” demeye başladılar. (Kasas 28/76-82)”
Karun’un servetinin çokluğundan kinaye olarak hazinelerinin anahtarlarını güçlü bir topluluğun taşımakta zorlandığı, serveti Allah kendisinin ona verdiğini ve bununla ahiret yurdunu/Allah’ın rızasını muhtaçlara harcayarak aramasını da emretmektedir. Ama o nankörlüğü seçince ce servetiyle birlikte yerin dibine geçirilmiştir.
Allah’ın serveti Karun’a çok sevdiği için verdiği, halkı onun sadakasına muhtaç ettiği, ona mal vererek tuzağa düşürüp cehenneme göndermek istediğini söyleyemeyiz. Allah dünyadaki nimetleri insanların nimetine sunmuştur. İnsana düşen meşru yollarla kazanıp muhtaçların hakkını unutmamakla sınamakta olduğunun bincine varmaktır. Karun gibileri de haksız kazançla insanları sömürüp fakirleştirmektedirler. İnsanların haksız bir şekilde sahip oldukları servet ve iktidarlar yüzünden adalet dengesi bozulmakta insanlar rızka muhtaç bırakılmaktadır.
Yunus 10/88. ayette de bu durum bir sual ile dile getiriliyor: “Musa dedi ki: “Rabbimiz, Sen, Firavun’a ve önde gelen çevresine dünya hayatında bir ihtişam ve mallar verdin. Rabbimiz, Senin yolundan saptırmaları için mi verdin? Rabbimiz, mallarını yerin dibine geçir ve onların kalplerinin üzerini şiddetle bağla; onlar acı veren azabı görecekleri zamana kadar iman etmesinler. (Yunus 10/88)” ayette Hz. Musa’nın dediği “…Rabbimiz, Senin yolundan saptırmaları için mi verdin?..” Allah’a bir itiraz değil “ senin yolundan saptırmaları için vermedin” anlamında bir istifhamı inkari’dir. Yani olayı kabullenmediğini bir soru ile dile getirmiştir.
İnsanlar Allah’ın herkesin faydalanması için verdiği imkânlardan kazanıp ve onu Allah’ın istediği şekilde harcamakla sorumludurlar. Allah bütün imkanlarıkendisi hazır ettiği/yarattığı için kendisini bütün bu nimetleri veren fail olarak zikredip Kur’an’da Allah merkezli bir dil kullanmaktadır.
“Göklerdeki ve yerdeki her şeyi kendi katından sizin hizmetinize verendir. Elbette bunda düşünen bir toplum için ayetler vardır (Casiye 45/13). İnsanlar ve canlılar yaratılmış tabiattan elde ettikleri yiyecek-içecek ve imkânlarla yaşamaktadırlar. Bakara/60, Al-i İmran/27, En’am/151, Yunus/31-32, Hud/6, Nahl/73, İsra/31, Rum/40, Neml/64, Kasas/82, Ankebut/60, Sebe/24, Fatır/3 ve daha birçok ayetlerde Allah rızkı kendisinin verdiğini söyler. Allah’ın rızık vermesi mülteci kamplarındakilere sabah-akşam iki öğün önceden belirlenmiş yiyecekleri ellerine tutuşturması demek değildir. Bütün canlıların yaşaması için tabiatta bütün gerekli imkânları yaratıp yasaya bağlaması canlıların da bu yasalara uyarak rızıklarını araması şeklindedir. Her şeyi insanın hizmetine verdik ve rızıkları kendisinin verdiği Allah merkezli dille anlatması bu anlama gelmektedir.
Kur’an’da insan bir iş yaptığı zaman sorumluluktan kaçmaması gerekiyorsa insan merkezli bir dil kullanıyor. Bunun aksine insan her şeyi kendisinin yaptığını iddia ederek külli iradeyi inkâr edip, cüz’i iradeyi kutsuyorsa o zaman da Allah merkezli bir dil kullanılıyor. Kur’an’da hakim olan temel ifade özelliklerini göz önünde bulundurmadan, Kur’an metnini doğru anlama imkânından söz edilemez. Bu bağlamda, fiziksel olaylarla ilgili ifadelerin nesnel alana aktırılarak algılanması konusunda gösterilen başarının, tarih alanıyla ilgili ifadelerin aktarımında her zaman aynı derece de sergilenemediğini görmekteyiz. Örneğin Kur’an’ın, yağmuru ‘Allah’ın rahmeti’ olarak nitelemesi ve yağmurun Allah tarafından indirildiğini söylemesi, -istisnaları olmakla birlikte- yağmurun oluşumuyla ilgili Allah merkezli ve yağmur olayının fiziksel oluşumunu dışlayan yaygın bir anlayışa yol açmamıştır. Ancak, ekonomik gücün ‘Allah’ın lütfu’ olarak nitelenmesi, ekonomik gücün elde edilmesinde insanın rolünü âdeta sıfıra müncer kılan bakış açılarıyla yorumlanabilmiştir. Kur’an her şeye bir ‘anlam dünyası’ yüklemektedir.Kainat Allah’ın eseridir. Allah’ın yarattığı her şey ise anlamlı ve gayelidir. Örneğin, Kur’an, yağmuru ‘ Allah’ın rahmeti’ olarak nitelemektedir. Kur’an hiçbir yerde yağmurun oluşumu ile ilgili fiziksel gerçekliğe aykırı bir beyan içermez. Ancak yağmur aslâ buharlaşan suyun soğuk hava tabakasına çarparak yeryüzüne geri dönmesinden ibaret kuru bir fiziksel olay değildir. Kur’an açısından yağmur, yeryüzündeki canlıların ona olan ihtiyaçları düşünüldüğünde, Allah’ın bütün yeryüzü halkına ihsanı ve rahmetinin bir ürünüdür. Kur’an’ın -yağmurun fiziksel oluşumu konusunda bilgi sahibi olsun, olmasın- yağmur olayına şahit olan muhataptan temel beklentisi, varlığı anlamlandırarak var edeni bulmaktır.
[1] Bakınız: 13/13, 18/45, 25/48, 27/63, 30/46, 35/49, 45/5 vb.