GenelYazarlardanYazılar

Kur’an’da İnsanın Sorumluluğu

 

  1. Tanımı ve Şartları

Sorumluluğun Arapça karşılığı, “mükellefiyet” tir. Mükellefiyet, “teklif’ kökünden türemiş bir kelimedir. En genel anlamıyla mükellefiyet, “Yüce Allah’ın aklî melekeleri yerinde olan insanı, hilâfet ve emanet görevi ile yükümlü tutması” demektir.

Bir insanın herhangi bir işle mükellef tutulması için o işe ehil olması gerekmektedir. Bu da, kişinin kendisine yöneltilen hitabı anlayacak ve bu hitabın gereğini yerine getirebilecek güçte bulunmasıyla mümkündür. Çünkü mükellef tutulmada amaç, insanın yükümlü kılındığı işi yerine getirmesidir. Durum böyle olunca, kendisine yöneltilen hitabı anlama gücüne sahip olmayan kişiden, tabii olarak bir işin yapılmasını istemek mümkün değildir. Bunun içindir ki Yüce Allah muhatap kabul ettiği insana hitabın mahiyetini kavraması için akıl idrak, temyiz kudreti ve irade hürriyeti vermiş, bu kudret ve hürriyeti tam olarak kullanabilecek yaşa geldiğinde de onu, söz konusu hitabın içeriği ile sorumlu tutmuştur. Nitekim Abdullah Draz da sorumlu tutulabilmesi için insana, ihtiyaç duyduğu her türlü imkânın verilmesini şart koşarak bunları şöyle sıralamaktadır:

(a) İnsanın önünde değişik alternatifler bulunmalıdır.

(b) İnsan, düşünme ve araştırma yeteneğine sahip olmalıdır.

(c) Nesneler arasında mukayese yapabilecek kabiliyetle donatılmalıdır.

(d) Gerçek anlamda irade hürriyetine sahip olmalıdır.

(e) Yapmak istediğini yapabilecek kudrete sahip bulunmalıdır.[1]

İşte bu niteliklere sahip olan insan ancak, kendi hür iradesiyle istediği şekilde hareket edebilme imkânını elde etmiş olacaktır. Aksi halde sorumluluktan söz etmek mümkün değildir.

  1. Bireysel Sorumluluğun Dayanağı: Özgür İrade

İnsanın yaratılıştan gözlem yapabilecek ve sonuçlar çıkarabilecek duyular, akıl ve kalp gibi niteliklerle donatılmış olması,[2] davranışlarında özgür olma ve bilinçli olarak yerine getirdiği eylemlerinin hesabını verebilme sonucunu doğurmuştur.

Olayları gözlemlemesi ve değerlendirmesi için insana göz, kulak ve kalp verilmiş ve bunların her birinden insanın sorumlu olacağı belirtilmiştir: “Çünkü kulak, göz, gönül, bunların hepsi yaptıklarından sorumludurlar”.[3] Kur’an’ın anlatımına göre insan, bu yeryüzü serüveninde başıboş bırakılmamıştır;[4] davranışları bir amaca yöneliktir ve yaptıklarından sorumludur.[5] Zira insan görev ve sorumluluk yüklenebilecek bir varlıktır ve bunu, -Kur’an’ın anlatımıyla- o ezeli diyalogda kanıtlamıştır. Kur’an’a göre tüm evrenin yüklenmekten kaçındığı veya korktuğu sorumluluk bilincini insan kabul etmiştir: “Doğrusu biz emaneti göklere, yere ve dağlara arz ettik; ama sorumluluğundan korktuğu için onu yüklenmeyi reddettiler. O emaneti insan üstlendi.”[6] Ayette insanın üstlendiği emanet en geniş anlamıyla sorumluluktur.[7] Bu nedenle insan, özgür bir yapıya sahip ve aynı zamanda Allah’ın emanetinin koruyucusudur. Allah’ı bilme, tanıma ve son olarak da O’na ibadet etmekle yükümlüdür.[8] Bununla birlikte Kur’an’ın kendi anlatım tekniği içerisinde dile getirdiği bu diyalogda önemli bir nokta dikkat çekmektedir. Allah sorumluluk bilincini insana zorla yüklememiş veya insanı bunu yerine getirmeye mecbur kılmamıştır. Aksine sorumluluk tümüyle insanın tercih ettiği bir olgudur; dağın taşın yüklenmekten kaçındığı sorumluluğu insan kendi tercihiyle üstlenmiştir ve insanın kendi özgür kararıyla ilgili bir seçimdir. Dolayısıyla en genel anlamı içerisinde sorumluluk, başından beri beşeri eylem alanına dönük ve tümüyle kişisel bir olgudur. Aynı zamanda bu, insanın doğruyu, iyiyi, güzeli seçmekte olduğu kadar, aksini isteme, seçme, benimseme ve yaşama geçirme hakkına da sahip olması anlamına gelir.

  1. Sorumluluğun Başlangıcı: Hilâfet ve Emanet

Yukarıda sıraladığımız özelliklerle donatılmış olarak yaratılan insan, Kur’an’a göre yeryüzüne halife olarak gönderilerek bütün yapıp ettiklerinden sorumlu tutulmuştur.

“Sizi yeryüzünün halifeleri yapan, size verdiği (nimetler) hususunda sizi imtihan etmek için kiminizi kiminizden derecelerle üstün kılan O’dur. Şüphesiz Rabbin cezası çabuk olandır ve gerçekten O, bağışlayan merhamet edendir”[9] ayeti bunu ifade etmektedir. Tabii ki bu fonksiyonu yüklenen insan, hiçbir zaman kendisini Allah’tan bağımsız hissetmemelidir. Zira her ne kadar hilâfet, başkasının yerine vekâlet etmek3 anlamına gelirse de, burada sözü edilen vekâlet Allah adına yapılan bir vekâlettir. Yani kendisine naip ve vekil olarak mahlûkatı üzerinde bir takım tasarruflarda bulunsun, hükümlerini icrâ ve infaz etsin, kanunlarını yürütsün ve üstlendikleri bu görevi nesilden nesile intikal ettirsinler diye Allah, yüce iradesinden kudret ve sıfatlarından insana bir kısım selahiyetler vermiştir.[10] İşte insan kendisine verilen bu yetkiyi Allah adına kullanmak durumundadır. Böyle olunca onun kendisini asim yerine koyarak tasarrufta bulunması asla mümkün değildir. Çünkü bu aynı zamanda bir emanettir. Nitekim, “Biz emaneti, göklere, yere ve dağlara sunduk; onu yüklenmekten kaçındılar, on(un sorumluluğumdan korktular; onu insan yüklendi. Çünkü o, çok zalim, çok cahildir”[11] ayeti de bunu beyan etmektedir. Bilindiği gibi sorumluluk imtihan için söz konusudur. Hilâfetten bahseden ayetlerde imtihan sırrının zikredilmiş olması, hilâfet ve emanet kavramının birbiriyle yakından ilgili olduğunu göstermektedir.

Ayette geçen emanet, dinin bütün görevlerini kapsamaktadır. Burada sözü edilen diğer varlıklara yapılan arz ve teklif bağlayıcı olmak üzere yapılmış bir teklif değil, muhayyer bırakan bir üslupla yapılan bir tekliftir. İnsana yapılan teklif ise onu bağlayıcı bir niteliktedir.[12]

İnsan haricindeki varlıkların yükümlülük üstlenmekten kaçınması onların sormsuz veya başıboş olduğu anlamına gelmez, aksine onlar mutlak bir itaatle ve hiçbir karşı çıkma olmaksızın tam bir bağlılıkla Allah’a teslim olmuşlardır. Nitekim bu durum Kur’an’da şöyle açıklanır:

“Sonra duman halinde bulunan göğe yöneldi; ona ve yeryüzüne, “İsteyerek veya istemeyerek gelin” dedi. İkisi de, “İsteyerek geldik” dediler.” (Fussilet/11)

İnsana yönelik bu emanet onun hem Allah’a hem nefsine hem de diğer insanlara karşı haklarını kendi iradesiyle yerine getirme gibi bir sonucu ortaya çıkarır. Şayet insan üzerine aldığı emanet görevinin gereğini yapmazsa o zaman emanete hıyanet etmiş olur. Bu yüzdendir ki, Yüce Allah söz konusu olumsuzluğa işaret ederek emanetin gereğini yerine getirmeyen insan için, “zalûm” ve “cehûl” gibi iki sıfat kullanmıştır.

Bütün bunlar gösteriyor ki insan, dünyada ağır bir görev ifa etmek üzere yaratılmıştır. Eğer durum böyle olmasaydı o zaman insanın yaratılışı abes olurdu. Esasen Kur’an, “Sizi hakikaten boş yere yarattığımızı ve bize döndürülmeyeceğinizi mi zannediyorsunuz?”,[13] “İnsan kendisinin başıboş bırakılacağını mı zannediyor?”[14] şeklindeki beyanlarıyla insanın bir amaç için yaratıldığım göstermektedir. Bu amaç da, “Cinleri ve insanları ancak bana ibadet etsinler diye yarattım”[15] ayetiyle dile getirilmiştir ve böylece anlaşılmaktadır ki, söz konusu ayette belirtilen ibadet görevi, emanetin içeriğini oluşturan hususların fiilî bir tezahürüdür.

  1. Sorumluluğun Niteliği

Kur’an sorumluluğun bir ferdî bir de toplum çapında gerçekleştiğinden söz etmektedir. Zira Kur’an’da bir taraftan, “…Hiçbir günahkâr başkasının günah yükünü üstlenmez…”[16] denilerek sorumluluğun şahsiliğine, diğer taraftan da “(Gerçek şu ki) elbette kendi yüklerini (veballerini), kendi yükleriyle birlikte nice yükleri de taşıyacaklardır…”[17] şeklinde ifade edilerek diğer insanlarla olan ilişkisine de yer verilmiştir. Ancak bu durum da sonuçta sorumluluğu ferdilikten çıkarmamaktadır. Çünkü ferdî sorumluluk, her insanın kendi yapıp ettiklerinden sorumlu olması ve bunların neticelerini ceza ve mükâfat olarak görmesi demektir. Başkalarının günahını yüklenmek ise, günaha sebebiyet vermekten dolayı terettüp eden bir cezadır. Bu da hiçbir zaman günahı işleyenin yerine ceza çekmek demek değildir.

Sorumluluktaki ferdiliğin toplum çapındaki takdiminde insan, sebebiyet vermesinden dolayı sadece cezaya ortak olmamakta aynı zamanda sevaba da iştirak etmektedir. Bu husus, her insanın toplumsal plânda da sorumlu olduğunu anlatan ayette şöyle ifade edilmiştir: “Kim iyi bir şefaatle şefaatte (:yardımda) bulunursa ondan kendisine bir pay vardır. Kim de kötü bir şefaatle şefaatte bulunursa ondan da kendisine bir sorumluluk vardır. Allah her şeye karşılığını verendir.” [6/70; 40/18; 6/160] Görüldüğü gibi insanları hayırlı işler yapmaya, güzel âdet ve çığırlar açmaya ve çirkin karşılanan yanlış ve boş şeyler ihdâs etmekten sakındırmaya teşvik eden bu hadis, kötü bir şeyi ilk defa gerçekleştiren kişinin vebalinin -bu kötülük her yapıldığında- kıyamete kadar devam edeceğini bize haber vermektedir. Hıristiyanlıkta günah hep geleceğe, yeni doğan nesillere intikal ederken, merkezi günaha iştiraki gerektirecek bir şey bahis konusu değildir. Ancak İslâm Dini, daha sonraki kötülüklere sebebiyet verdikleri için cezanın, ilk ihdas edenlere de yayıldığını bize haber vermektedir.[18]

  1. Sorumluluğun Alanı

İnsanın sorumluluk alanı içerisine giren hususların başında onun Allah’a karşı olan yükümlülükleri gelmektedir. Nitekim Yüce Allah, “Ben cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım”[19] ayetiyle bu hususa açıkça işaret etmiştir. Bundan dolayı kul, kendisiyle yaratanı arasındaki ilişkiyi, O’nun istediği ölçülere uygun bir şekilde düzenleyip geliştirmek ve kulluk görevini eksiksiz bir şekilde yapmak durumundadır. İnsanın yaratanına karşı yerine getirmekle yükümlü olduğu ahlaki davranışlar ve İslâm’ın sakıncalı bulduğu hususlardan uzak durarak göstermiş olduğu kulluk çabaları da ancak onun sorumluluk bilincinde hareket etmesiyle mümkündür. Bu da, “Ey insan! Şüphe yok ki sen Rabbine karşı çaba üstüne çaba göstermektesin; sonunda O’na varacaksın”[20] ayetinde ifade edildiği gibi insanın bireysel çabasına bağlıdır.

Gücünün üstünde herhangi bir yükümlülük öngörülmeyen (Bakara, 2/286) insanın kendi nefsine ve ailesine karşı da sorumlulukları vardır. Nitekim, “Ey inananlar! Kendinizi ve ailenizi bir ateşten koruyun ki, onun yakıtı insanlar ve taşlardır…”[21] ayeti ferdin hem kendisini Allah’ın azabından kurtarmasını hem de ailesini Yaratıcı’nın sevdiği birer kul olacak şekilde yetiştirmesi gerektiğini beyan etmektedir.

  1. Sorumluluğu Engelleyen Unsur: Nefs

İnsanı, sorumluluklarını yerine getirme konusunda engelleyen unsur nefistir. Nefis, sözlükte “can, bir şeyin özü cevheri ve kendisi” anlamına gelmektedir.[22] Buna göre nefis denilince insanın kendisi, zâtı, özü ve cevheri akla gelir. Ancak Kur’an nefisten söz ederken insanın beşeri varlığına ya da beşeri kişiliğine vurgu yapmaktadır.[23]

Kur’an’a göre insana iki potansiyel verilmiştir. “Sonra da ona iyilik ve kötülük kabiliyeti verene yemin olsun”[24], “Biz ona (insana) iki yolu gösterdik”[25],  “Biz ona (insana) yolu gösterdik. İster şükredici olsun ister nankör”[26] ayetlerinde ifade edildiği gibi bunlardan biri iyilik, diğeri de kötülük yapma potansiyelidir.

Nefsin bir de “nefs-i emmâre”[27] yani kötülüğü emredici yönü vardır.

Nefsin bir mertebesi de “nefs-i mülhime” dir. Bu da iyiyi ve kötüyü birbirinden tam olarak ayırt etmeye başlayan ve ahlaki ilkelere uygun bir davranış sistemi geliştiren nefistir.[28]

Nefs-i mülhimenin ardından gelen ve kötülüklerden bütünüyle arınarak ahlaki olgunluğunu tamamlamış olan nefse de “nefs-i mutmainne” denilmektedir.[29] Bu nefis derecesine ulaşan insan artık huzur ve tatmini yakalamış olmaktadır. Çünkü artık kişinin iç çatışmaları yatışmış, sıkıntı ve gerilimleri son bulmuştur. Böylece nefis bu aşamadan sonra eğer kendini kabullenmiş ve tam bir benlik saygısı kazanmış ise o zaman da, “râdiye-mardiyye”[30] derecesine ulaşmış demektir.

Kısacası insanın sorumluluğuna engel teşkil edecek nefis, nefsin ilk hâli olan nefs-i emmâredir. Daha sonraki aşamalarda nefis terbiye edilerek söz konusu ilk halden kurtulabilir. En azından kötülük yaptığı zaman insan, kendi kendini hesaba çekip kınayacağı için nefs-i emmâre ilk halinde olduğu gibi gerçek manada artık ona engel olmayacaktır. Ancak nefis terbiye edilmeyip bu ilk durumunu muhafaza ederse o zaman da, hep kötülük yapar pozisyonda kalacak demektir.

Sonuç olarak Kur’an insanı, kendi kendisi olmaya ve insani niteliklerini takınmaya çağırır. Beşeri düzlemde birey, kendi eylemlerini gerçekleştirebilen ve sahiplenebilen özgür bir varlıktır. Bu özgürlük davranışlarından sorumlu olabilmenin bir gereğidir. Özgürce gerçekleştirilen eylemler karşısında, Kur’an’ın yerleştirmeye çalıştığı sorumluluk fikri, özgürlükten kaynaklanan aşırılıklara, taşkınlıklara ve kötüye kullanımlara karşı frenleyici bir işlev görür. Bununla birlikte her birey kendi davranışlarını gerçekleştirmede kişisel özerkliğe sahip olduğu gibi, bunların karşılıkları da tümüyle bireyseldir. Her insan ancak kendi yaptıklarının karşılığını ve gerçekleştirdiği kadarıyla bulacaktır.


[1] Draz, Abdullah, İslâmm İnsana Verdiği Değer, (trc. Nureddin Demir), İstanbul 1983

[2] Allah insanı hiçbir şey bilmez iken, var ederek ona kulak, göz, kalp vermiş (bkz.16.Nahl/78; 32.Secde/99; 67.Mülk/23) ve bunları uygun alanlarda kullanmasını istemiştir. İnsan görecek, işitecek ve bunlar kanalıyla aldığı verileri akıl süzgecinden geçirerek bilgiye dönüştürecektir.

[3] 17.İsra, 36.

[4] 75.Kıyamet, 36.

[5] 16.Nahl, 93; 21.Enbiyâ, 23.

[6] 33.Ahzab, 72

[7] Nesefî, Ebu’l-Berekât Ahmed b. Mahmûd, Tefsiru’n-Nesefî

[8] 51.Zariyat, 56

[9] En’âm, 6/165

[10] Elmalılı, Hak Dini Kur’an Dili, I, 299

[11] Ahzâb, 33/72

[12] Kurtubî, El-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an

[13] Mü’minûn, 23/115

[14] Kıyâmet, 75/36

[15] Zâriyât, 51/56

[16] Bkz. En’âm, 6/164; İsrâ, 17/15; Fâtır, 35/18; Zümer, 39/7; Necm, 53/38-41

[17] Ankebût, 29/13

[18] Kılıç, Sadık, Kur’an’da Günah Kavramı, Konya 1984, s. 231

[19] Zâriyât, 51/56

[20] İnşikâk, 84/6

[21] Tahrîm, 66/6

[22] İsfahânî, Müfredat

[23] Bakara, 2/233, 281; Âl-i İmrân, 3/25, 30, 145, 161, 185; Mâide, 5/32, 45; En’âm, 6/70, 151, 164; Yûnus, 10/30, 54,100

[24] Şems 91/8

[25] Beled, 90/10

[26] İnsân, 76/3

[27] Yûsuf, 12/53

[28] Şems, 91/8

[29] Fecr, 90/27

[30] Fecr, 90/28.

Daha Fazla

İlgili Makaleler

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir