GenelYazarlardanYazılar

Küreselleşme ve İslam 

İslâm’ı Yeniden Düşünmeliyiz

Küreselleşmenin din üzerindeki en önemli etkilerinden birisi, dini küresel bütüne çekerek geçmişte sahip olduğu gelenekten uzaklaştırarak otantikliğini kaybettirmesidir. Küresel kültür, bir taraftan metaların, diğer taraftan her türlü değer ve inancın süratle tüketimini sağlayarak yoğunluğu giderek artan bir sekülerleşmeyi beraberinde getirmektedir. Küreselleşmenin bir sonucu olan tüketim kültürü, gündelik hayatın pek çok alanda sarıp sarmaladığı gibi dini hayatın pek çok unsurunu da gündelik tüketimin bir parçası haline getirmektedir. Ancak burada dini hayat unsurlarının tüketilmesi ile kastedilen, onların tamamen ortadan kalkıp anlamsızlaşması değil, tüketim kültürünün belirleyici bir unsur olmasıyla birlikte inançların değer kaybına uğramasıdır. Bir örnek vermek gerekirse, günümüzde en çok tüketime sunulan meşhur bir futbolcu, bir şarkıcı ve bir politikacı gibi hızla popülerleşen figürler, dini figürlerin önüne geçmekte ve insanların dünyalarında daha fazla yer bulmaktadır. Bu bakımdan tüketim kültürü insanların inanç dünyalarında değer kaybına neden olmakta ve din ile ilişkilerini zayıflatmaktadır. Din, toplumsal ve kültürel kimlik kategorilerinin belirlenmesinde ve korunmasında önemli bir fonksiyona sahip bulunmaktadır.

Küreselleşme (avleme) ile evrenselliğin (âlemiyye) arasının ayrıştırılması gerektiğini düşünen Cabirî, öncekinin Amerika kültürü, diğerinin ise dünya kültürü olduğunu vurgular. Amerikan kültürünün yıkıcı bireysellik ve içselleştirilmiş materyalizm olduğunu düşünen Câbirî, evrenselliğin dünya kültürünün birbirlerinden etkilenmekte olduğu kabul eder.[1]

Küreselleşme, birçok alanda kendisini göstermektedir. Bunlar özetle, etnolojik, teknolojik, finans, medya, ideolojik ve dinî alanlardır. Bu nedenle başta İslam olmak üzere diğer bütün dinler küreselleşmeden etkilenmektedirler. Ancak sosyolojik olarak İslam, Doğu ile Batı arasındaki yapay karşıtlığın üstesinden gelebilecek evrensel bir yapıya sahiptir.[2]

Küreselleşmenin gelişme sürecinde, İslam dünyasının tavrı farklılık arz etmektedir. Bunun nedeni, İslami anlayış, yerel ve bölgesel şartlar, İslam’ın sunuş biçimi ve modernite ile bağlantıları ölçüsüne göredir. Nitekim Müslümanların maruz kaldıkları yönetim biçimi, ekonomik şartları ve kültürel ortamları ve bu alanlardaki eksiklik onların memnuniyetlerinde olumsuz etki yapmaktadır. Müslümanlar dindarlık, kişiye özgü ve özerk, siyaset dışı, modern akılcılık ile uyumlu İslamiyet’i benimsemektedirler. Eğer arzuladıkları ortam şartları aniden değişir ve bozulursa, yeni oluşan ortama göre huzur, sosyal, toplumsal uyum ve uzlaşmacı bir tavır içerisine girerler. Eğer siyasî bir baskı oluşursa, o zaman Müslümanlar kendilerine özgü bir şekilde görüşlerinde ve tutumlarında modern bir şekilde radikalleşerek, sistem dışı şiddete ve akılcılık dışı şovenizme kayarlar.[3]

Küreselleşme hakkındaki tartışmalar ilk önce bu sürecin ekonomik boyutu üzerinde yoğunlaşmış ve bir ekonomik küreselleşmeden söz etmişlerdir. Ancak bu konunun çeşitli sosyal bilimsel alanlardaki yansımaları, bu sürecin siyasal, kültürel ve dini boyutlarının da olduğunu göstermiştir. Hatta Wallestein dinin eninde sonunda toplumdan silinip atılacağını iddia etmiştir.

Yirminci yüzyıl insanlığın çok yoğun tecrübeler yaşadığı bir zaman dilimi olmuştur.  I.  ve II. Dünya savaşları. Sovyetler Birliğinin dağılması, klonlama ve teknolojinin gelişmesi bunlardan en büyükleri.

İletişim imkânlarının artması, bilgiye ulaşmanın kolay hale gelmesi, “değişim”e ivme kazandırmıştır. “Değişim”, küresel ölçekte etkili olmaktadır. Doğal olarak “din” de bu değişime kimi zaman direnmiş kimi zaman da öncü rolü oynayarak bu değişimden payını almıştır.

Din her zaman olumlu ve olumsuz etkileriyle, insanlığın gündeminde olmuştur. Din, egemenlik aracı olarak kullanıldığında ya da siyasal bir ideolojiye indirgendiğinde şiddet ve terörü besleyen bir kaynak haline ge(tiri)lmiştir. Ancak, din olmadan, şiddet ve terörün kaynaklarını kurutmanın mümkün olmadığı da aşikârdır. Çünkü insanın hırsını, açgözlülüğünü, zulmünü sadece din dizginleyebilir.

Dini geleneklerde görülen yenilikçi yaklaşım ve gelişimlerin motivasyon kaynaklarından birisi şüphesiz küreselleşme sürecidir. Küreselleşme insanlığın din hakkındaki anlayışını ve dindarların kendi dinleri hakkındaki anlayışlarını gözden geçirmelerini zorunlu hale getirmiştir. İnsanlığın geleceği, farklı dinlere mensup insanların, farklılıkları bir zenginlik olarak görebilmelerine bağlıdır.

“Yeni bir uygarlık” arayışına girmiş olan dünyada, Müslümanların da öncelikle kendi din anlayışlarını gözden geçirmeleri ve bir öz eleştiri yapmaları bir anlamda zorunlu hale gelmiştir. İnsanlığın ihtiyacı, İslâm’ın temel özellikleri ve Müslümanların son iki asırdır içine sürüklendikleri durum, İslâm’ın Kur’ân ekseninde yeniden anlaşılması, yorumlanması gerektiğini ortaya koymaktadır. Bunun için de, “din” tanımının, aklın ve eleştirel yaklaşımın bütün alanlarda ön plana çıkarılmasına ve mezhepler üstü bir yapılanmaya ihtiyacı vardır.

Müslümanların din anlayışları, ağırlıklı olarak şifahî kültüre dayalıdır ve geçmiş tarafından yani hicrî ilk üç asırda şekillenmiştir. Gelenek, bir anlamda dinle özdeş hale gelmiştir. Dini davranışların, İslâm’ın mı, yoksa geleneğin mi etkisinde oluştuğunu belirlemek halkın hiçbir zaman ayırt edebileceği bir husus değildir. Geçmiş kutsallık zırhına büründürülmüş, İslâm’ı yeniden düşünmek, İslâm’ın geçmişin ipoteğinden kurtarılmasını sağlayacaktır.

Her şeyden evvel dini hareket ve cemaatler kendi içerisinde sivil bir yapıyı sergileyerek kültürden oldukça uzak, hayli merkeziyetçi bir organizasyon tipiyle karakterize olmaktadır. Bu çerçevede eğitimden sağlığa kadar her türlü organizasyon biçimiyle çeşitli faaliyetlerin hayata geçirilmesi hep liderin onayıyla gerçekleşirken, hareketin genişleme sürecindeki en ince ayrıntıya kadar kararlar merkezden alınmaktadır. Yani grup içerisinde sivillikten söz etmek mümkün değildir.

Müslümanların son iki asırdır ortaya koydukları din anlayışı, büyük ölçüde tepkisel bir nitelik taşımaktadır. Yer yer de siyasal ideoloji konumuna indirgenmiştir. Müslümanlar, Batı uygarlığının, siyasal ve ekonomik üstünlüğü karşısında, geçmişe yönelmişler; savunmacı bir yaklaşımla ayakta durmaya çalışmışlardır. Yaratıcı yetenekleri dumura uğrayan insanların, geçmişle avunmak, geçmişte yaşa(tıl)mak zorunda kaldıkları bir gerçektir. Tepkisel anlayıştan kurtulabilmenin yolu, İslâm’ı yeniden düşünmekten geçmektedir.

İslâm’ı yeniden düşünmek, son iki asırdır İslâm adına ortaya çıkan, ya da çıkartılan imajın gerçek anlamda İslâm’la bağlantısının olmadığını görmek ve göstermek demektir.

Müslümanlar, on dört asırdır İslâm’ı anlamaya çalışmışlardır. Din, sanata, edebiyata, bilime, felsefeye damgasını vurmuş; İslâm’ın merkezde olduğu bir uygarlık inşa etmiştir. Endülüs, Mısır, Horasan-Maveraünnehir bölgesi, İran, Anadolu’da üretilen medeniyetler hatasıyla sevabıyla bunun delilidir. Bu uygarlık, Batıda Rönesans ve Reform’un oluşum sürecini bile etkilemiştir. Ne var ki Batı, bilim ve teknoloji alanında rüzgârı yakalayıp yükselmeye başlayınca, Müslümanlar, değişimin anlam ve önemini kavrayamayıp Batı’nın uygarlaştırma projelerinin nesnesi olmuşlar; sağlıklı din anlayışı üretememişlerdir. Bugün gelinen noktada, İslâm’ın yeniden düşünülmesi, hem Müslümanlar hem de insanlığın geleceği açısından büyük önem taşımaktadır. Eleştirel bir yaklaşımla, bir din olarak İslâm’ın ve Müslümanların üretmiş oldukları kültürün yeniden gözden geçirilmesi, bize, din alanında sağlıklı yapılanmaların kapılarını açacaktır.

Temel İlkeler

İslâm’ı yeniden düşünüp anlamaya çalışırken, istikametimizi belirleyecek bazı temel ilkelere ihtiyaç vardır. Bu ilkelerden bazılarını, maddeler halinde şöyle sıralamak mümkündür:

  1. İslam’ın temel kaynağı vahiy ve akıldır.
  2. Hz. Muhammed’e Allah katından gelen vahiy, iki kapak arasındaki Kur’an’da var olan ayetlerdir. Tabiri diğerle vahyi gayr-i metluv diye bir şey yoktur.
  3. İslam tevhit dinidir: Allah katında mümin sayılmak için sadece Allah’ın varlığını kabul etmek yeterli değildir, onun tek ilah olduğuna da inanmak gerekir. Bundan dolayı bütün peygamberlerin toplumlarına ilk mesajları: “Ey kavmim! Allah’tan başkasına kulluk etmeyin.” olmuştur.
  4. Kur’an, Allah’ın, insanları “uyarmak” için gönderdiği bir “öğüt”, “rahmet ve şifa” kaynağı, “yol gösterici” bir kitaptır.
  5. Kur’an’ın dışındaki her türlü bilgi beşeri bilgidir; her türlü tenkit ve tahlile sonuna kadar açıktır.
  6. İslam evrensel bir dindir: Kur’an’a göre Kur’an’ı tebliğ eden elçi Hz. Muhammed tüm insanlık için bir uyarıcıdır. Bu yönüyle Hz. Peygamberin risaleti; evrensellik ve süreklilik açısından öncekilerden ayrılır.
  7. Hz. Muhammed, Allah katından almış olduğu vahyi insanlara ulaştıran, bu vahiyle insanları uyaran bir peygamberdir; insanlar için en güzel “örnek”tir. Hz. Muhammed’i diğer insanlardan ayıran tek özellik Allah katından vahiy alıyor olmasıdır.
  8. İnsan, kendini gerçekleştirmek amacıyla yaratılmış bir varlıktır.
  9. İslâm, Kur’an’daki evrensel ilkeler etrafında, Hz. Muhammed’in “örnek”liğinde oluşan, Allah’a, öldükten sonra dirilmeye, Hz. Muhammed’in Allah’ın elçisi olduğuna, kitaba ve meleklere inanma temeli üzerine kurulmuş olan dinamik bir dindir; her zaman ve mekânda Kur’an’daki evrensel ilkelerin etrafında yeniden anlaşılabilir, yeniden yorumlanabilir.
  10. İslam kolaylık dinidir: İslam, kolaylık dinidir. Onda aşırılık, ölçüsüzlük ve zorluğun yeri yoktur. İlahî dinlerin sonuncusu ve en olgunu olan İslam dini, insanlığı dünya ve ahirette mutluluğa ulaştırmak için gönderilmiştir. Bu dinin evrensel ilkelerinden birisi de bütün zamanlarda ilkelerinin kolaylıkla uygulanabilir oluşudur. İslam, insanları zor durumda bırakmak için sorumluluklar getirmemiş, onları güçlerinin yettiği şeylerden sorumlu tutmuştur. Bu konuyla ilgili Kur’an şöyle der: “Allah, insanı ancak gücünün yeteceği işle mükellef tutar…” (Bakara/ 285)
  11. Bir kimsenin Müslüman olabilmesi için, Kur’an’da belirtilen temel iman esaslarına inanması yeterlidir.
  12. Din, insan için bir araçtır.
  13. Aşırılıklardan uzak bir dindir: Kur’an’da Müslümanlar “denge toplumu”  olarak nitelendirilmiştir. Her Müslüman bu “ölçülü” yaşayışı itikattan ibadete varıncaya kadar hayatın her alanına yansıtmalıdır. Bu sebeple İslam, her türlü aşırılıktan uzak kalarak dengeli ve insanın yaratılışına uygun bir inanç ve ibadet hayatı ortaya koymuştur. Kur’an’da dinî konularda aşırılığa giden kimseler kınanmıştır: “Ey ehl-i kitap! Dininizde haksız yere aşırılığa dalmayın…” (Mâide /77)
  14. Dine dayalı olarak ortaya çıkan kurumlaşmalar dinle özdeşleştirilemez.
  15. İslâm, siyasî meseleleri “insan”ın sorumluluğuna bırakmıştır.
  16. Müslümanların tarihsel akış içinde üretmiş oldukları “fıkıh” ya da “İslâm hukuku”, dinden yararlanılarak üretilen “beşerî” bir hukuktur; dinle özdeşleştirilemez.
  17. İslam fıtrat dinidir: Fıtrat, insanda hakkı, doğruyu, gerçeği kabul etme yeteneğinin potansiyel olarak varlığıdır. Bu anlamda İslam dini ile fıtrat arasında yakın ilişki vardır: “Yüzünü doğru bir din olarak İslam’a, insanların fıtratına uygun olan dine çevir.” (Rûm/45) Bu ayetten, insanların tabiatında Allah’a inanma duygusunun mevcut olduğu anlaşılmaktadır.
  18. Adı ne olursa olsun, bütün mezhepler, din anlayışındaki farklılaşmaların kurumlaşması sonucu ortaya çıkan beşerî oluşumlardır; İslâm’la özdeşleştirilemezler.
  19. İslam dünya ahiret dinidir: Dünya, ahiretin tarlasıdır. Bu sebeple İslam, insana dünya hayatını iyi değerlendirmeyi tavsiye eder. İyilik yapmayı ve kötülükten uzak durmayı emreder. Örneğin anne-babaya iyilikle muamele etmek; akraba, yoksul ve yolda kalmışlara maddi yardımda bulunmak; çocukları açlık korkusuyla öldürmemek, zinaya yaklaşmamak, hayâsızlık yapmamak, cana kıymamak, yetimlerin mallarına dokunmamak, verilen sözde durmak, ölçü ve tartıda hile yapmamak gibi emir ve tavsiyeler bu dünya hayatında yaşanacaktır. Herkese, ahiret âleminde, dünyada iyi ve kötü, sevap ve günah olarak yaptıklarının karşılığı tam olarak verilecektir.

Doğru Bilgi İhtiyacı

Bin dört yüz yıldır İslam adına herkesin içeriğini kendince doldurduğu kavramlarla örülen, sınırları belirsiz, doğruluğu hakkında ölçüt geliştirilemeyen bir bilgi alanının oluş(turul)muştur. Müslümanlarca bu alanın, sorgulanmaksızın kabul edilmesi gereken bilgilerle dolu olduğu zannedilir. Bu belirsizlik, ölçütsüzlük ve gizem, çarpıklıkların, yanlışların meşrulaştırılmasını, hatta din istismarını kolaylaştırmaktadır. Örneğin, İslam tarikat çevrelerince bilinemez, ulaşılamaz, anlaşılamaz, esrarengiz sırlarla-gizemlerle dolu bir din olarak tanıtıldı. Allah ile insanlar arasında aracılar (evliya, şeyh, kutup, gavs gibi) otoriteler uydurup insanları bunlara muhtaç ettiler. İnsanın her alanda doğru bilgiye ihtiyacı vardır. Din alanında doğru bilgiye olan ihtiyaç, bütün insanlığın geleceğini etkileyebilecek kadar önemlidir. Vahye, akla ve gerçeklere aykırı bilgilerle kurulan din anlayışının, bireye ya da topluma herhangi bir fayda sağlamayacağı kesindir. Müslümanların hali hazırdaki durumu buna şahittir. Hegel’in dediği gibi; “Tanrı kavramı çarpık olan bir toplumun, devleti de hükümeti de, kanunları da çarpık olur.”

Kuran ve akıl din adına hazır bulduğumuz her şeyin eleştiri süzgecinden geçirilmesini ister (17/36, 49/6). Doğru bilgiye sahip olmanın, doğru olanı tercih edebilmenin ve doğru eylemlerde bulunabilmenin yolu eleştirel düşünme ve yaklaşımdan geçmektedir. İnsanın,  çaba sarf etmeden edindiği ya da bir şekilde hazır bulduğu bilgilerin doğruluğunu sorgulaması pek kolay olmamaktadır. Çünkü bu tür bilgiler ve onların arka planındaki tarihten getirdiğimiz düşünce kalıpları, bizim olay ve olguları anlamamızda ve anlamlandırmamızda etkin olmaktadır. Bir başka deyişle, çerçevenin içinde kalarak düşünmeye, yaşamaya alışmış durumdayız. Toplumlar, alışılmamış düşünce ve eylemlerden hep tedirginlik duymuşlardır. Ezber bozup çerçeveyi zorlayanlar, tarih boyunca siyasi ve ilmi statiko tarafından hep dışlanmışlardır. İçinde yaşadıkları zaman dilimine sığmayan cins kafalar, çoğunlukla, kendilerinden sonraki nesiller tarafından daha iyi anlaşılmışlardır. Bütün peygamberlerin, insanları uyarmaya başladıkları zaman karşılaştıkları bilinçsiz direnç Kuran’ın üzerinde çok durduğu bir konudur ve meseleye en güzel örnekleri içerir.

Din alanındaki bilgilerin doğru olup olmadığı, kaynaklar ve içerik birlikte göz önüne alınarak araştırılır. Kur’an’ın dışındaki bütün bilgilerin kaynağı insandır. Kur’an ayetlerinin yorumları, hiçbir zaman Kur’an’la özdeşleştirilemez. Yorumlar, yorumu yapan kimsenin bilgi birikimine göre değişebilir. Çünkü her âlim ibn-u zaman/zamanın oğludur. Kur’an’ın evrensel boyutu, onun her zaman ve mekânda yeniden anlaşılmasını ve yorumlanmasını mümkün kılmaktadır. İslâm’la ilgili vahyin dışındaki bilgilerin doğruluğu, onların akla ve vahye aykırı olmamasına bağlıdır.

Hz. Muhammed’in söz ve fiilleri, Müslümanlar arasında, her zaman önemsenmiş ve önemsenmeye devam edecektir. Ancak, doğru bilgi açısından hadis ve sünnet konusunda iki temel sorun karşımıza çıkmaktadır: Birincisi, Sünni anlayışta “Sahihayn” adı altında Buharî ve Müslim’in veya “Kütüb-ü Sitte” nin, Şiî anlayışta “Kütüb-ü Erbaa” adı altında toplanan kolleksiyonların bütünüyle “sahih” hadisleri içerdiği iddiası ile kutsal bir hüviyet kazanması. İkincisi, hadislerin içerikten çok ravileri bakımından incelenmesi, metin kritiği açısından incelenmemesi. Sünni hadis anlayışı ile Şiî hadis anlayışının temelde birbirinden farklı olması bir yana, İslâm âlimleri, hem söz hem de mana bakımından Hz. Muhammed’e ait olan hadislerin sayısı üzerinde bile ittifak edememişlerdir. Bu durum, hadis ve sünnet konusunda bizleri şu gerçekle karşı karşıya getirmektedir: Hz. Muhammed’de bize intikal eden, ona ait olduğu iddia edilen bütün bilgiler, beşer ürünü ve beşer kanalıyla intikal ettikleri için, içerik ve Hz. Muhammed’e aidiyetleri açısından daima metodik şüpheyle yaklaşılması gereken bilgilerdir. Bir hadiste bir kelimenin yerine eşanlamlısının kullanılması bile onun değişmiş olması için yeter sebeptir.

Kur’an’ın temel amaçlarından birisi olan, insanları özellikle itikat ve ahlâk alanlarında akıllarını doğru kullanmaya teşvik ve doğru davranışa ikna faaliyeti, doğru bilgi ile mümkün olabilir. İnsan, bilmeden de doğru olanı yapabilir; ancak, sorumluluk bilinci, yapılan her şeyin bilerek yapılmasını gerektirmektedir. Israrla, düşünmeyi, akletmeyi, ibret almayı, öğüt almayı, bütün bilgi vasıtalarını etkin kullanmayı emreden Kur’an, “Bilmediğin şeyin ardına düşme. Doğrusu, kulak, göz ve kalb işte bunların hepsi ondan sorguya çekilir.” (17/36) buyurarak, bilerek inanmayı, bilerek yaşamayı istemektedir.

Kur’an, her konuda sağlam bilgi ile delillere dayalı olarak hareket etmemizi ister. Zanna uyulmasını eleştirmekte; zannın hiçbir yarar sağlamayacağına; hatta zannın çoğunun günah olduğuna dikkat çeker (49/12). Hucurât sûresindeki şu ayet, her alanda doğruyu arama konusunda bir uyarıdır: “Ey inananlar! Eğer yoldan çıkmışın biri size bir haber getirirse, onun iç yüzünü araştırın, yoksa bilmeden bir millete fenalık edersiniz de sonra ettiğinize pişman olursunuz.” (49/6)

Kur’an, “ataların dini” adı altında, geçmişten intikal eden kültürel mirasın ve düşünce geleneklerinin eleştiri dışı tutulmasını da şiddetle eleştirmektedir: “Onlara: ‘Allah’ın indirdiğine uyun!’ dendiği zaman: ‘Hayır, atalarımızı üzerinde bulduğumuz yola uyarız’ derler. Ya ataları bir şey düşünemeyen ve doğru yolda olmayan kimseler idiyseler!”(2/170). Ayrıca bakınız:  (2/91, 3/61, 5/104)

Eleştiri ve Gelenek

Din alanının eleştiri dışı tutulması, daha çok, dinden çıkma ve günah işleme korkusundan kaynaklanmaktadır. Din anlayışımızın kaynakları ve niteliği, inancımızın vahyî ve mantıkî temelleri bilinmezse, korku egemen hale gelebilir. Belirsizlik ve bilgisizlik, korkuyla birlikte kutsallığı ve gizemi bir “sığınak” olarak, öne çıkartabilir. Korkunun ve bilgisel temelleri olmayan kutsallığın eleştiriye tahammülü olmaz.

İslâm’ı, eleştirel bir yaklaşımla yeniden anlamaya çalışmak, her şeyden önce Müslümanların on dört asrı aşan bir zaman diliminde din adına ürettikleri her şeyi eleştiri süzgecinden geçirmek demektir. İnsan tarihsel bir varlık olduğuna göre, geçmişimiz, biz farkında olsak da olmasak da geleceğimizin şekillenmesinde etkin olmaktadır. İnsan, istese de istemese de geçmişten, gelenekten kurtulamaz. İnsanın topluma, geçmişe, gelenek göreneklere mahkûm olmamalıdır. Eleştirel yaklaşım, farklılıkların zenginlik olarak anlaşılmasını kolaylaştırır; bireyin, toplum içinde geçmişten de yararlanarak kendini inşa etmesini kolaylaştırır.

Eleştirel yaklaşım sağlıklı bir şekilde gelişmediği için, Sahabe Dönemi[4] ve ondan sonraki gelişmeler, doğru anlaşılamamış; mezhepler, bir anlamda tarihi geriye doğru işleterek, meşruiyet kazanabilmek için, kendi tarihlerini ve geleneklerini, sonradan inşa etmişlerdir. Bu durum, hem Müslümanların zihniyet olarak geçmişte yaşamalarının hem de Müslümanların geleceğinin belirlenmesinde geçmişteki sorunların hâlâ etkin olmasının en önemli sebebidir. Hz. Peygamberin vefatından sonraki hilafet tartışmalarının, bugün bile Müslümanların zihnini meşgul etmesi, Kerbelâ olayının Müslümanların farklı kamplara ayrılmasında hâlâ etkin olması, geleneğin doğru anlaşılmadığında, insanların geleceğini nasıl belirlediğinin bir kanıtı olarak gösterilebilir.

Özetle: Başta Türkiye olmak üzere halkı Müslüman olan bütün ülkelerde ciddi bir kimlik krizinin ve kimlik-sistem çatışmasının yaşandığı açıkça görülmektedir. Toplumsal sistem ve kimlik, birbirinden farklı istikametlerde çalışmaktadır. Hızlı sosyo-kültürel değişim, küreselleşmenin de etkisiyle, toplumun tüm katmanlarında çözülmelere ve yeniden yapılanmalara yol açmaktadır. Bu değişimin sağlıklı olabilmesi için, toplumsal sistem ile toplumsal kimliğin uyum içinde ve aynı istikamette çalışması gerekir. İslâm’ı yeniden düşünmek, bize uzlaşmanın kapılarını aralayabilir. “Toplumlarda kimlik değişimi veya eski kimliğin korunması için önkoşul bu konuda uzlaşmanın sağlanmasıdır. Yeterli ölçüde uzlaşma ve bütünleşme sağlanamadığı zaman ise toplum kimliğini yitirir ve parçalanır.

Müslümanların, küreselleşme karşısında kendi kimliklerini koruyarak varlıklarını sürdürebilmeleri, değişimi yönetmelerine bağlıdır. Doğru bilginin gücü olmaksızın değişimi yönetmek mümkün değildir. Din anlayışında köklü, sağlıklı ve tutarlı bir değişim olmadan, zihniyet değişikliği gerçekleştirilemez. Müslümanların İslâm’ı bir bütün olarak yeniden düşünmeleri, hem yerel sorunlarını çözebilmelerinin hem de küreselleşmeyi lehlerine çevirmenin şartı gibi görünmektedir.

İslam, Allah’ın insanlığa indirdiği son hak dindir ve tüm insanlığı doğru yola davet etmektedir. Müslümanlar küreselleşmekten çekinmek bir yana, bunu İslam’ın hakikatlerinin tüm dünyaya yayılması, insanlığın dar düşünce kalıplarından, saplantılardan, önyargılardan arınarak, güzel ahlakı yaşaması için bir fırsat olarak görmelidirler. Bu fırsatı değerlendirmek için, İslam’ın hakikatlerini tüm dünyaya gösterecek, insanlığı İslam’a özendirecek bir kültür ortaya koymak şarttır. Şüphesiz, küreselleşmeyle hızlanan ve her geçen gün daha da sürat kazanan dünya dengeleri içerisinde, Müslümanlar, fikirleriyle, güzel ahlaklarıyla, bilim, sanat ve estetiğe verdikleri değerle tüm insanlığa örnek olacaklardır.

Bu büyük görevi yerine getirmek için, Müslümanlar olarak elbirliğiyle dünya çapında bir yeniden yapılanma hamlesi yapmak gerekiyor. Unutmamak gerekir ki, bunu başarmak için yapılacakların başında da, İslam’ı samimi olarak yaşamak, bizi İslam’la şereflendiren Allah’a dönüp-yönelmek ve O’nun kitabına, Allah’ın “Kitabı kuvvetle tut”[5] ayetinde emrettiği gibi sımsıkı sarılmak gelmektedir.

Netice de birey ve toplumların huzur ve güveni, dünyanın birlik, dirlik ve düzeni İslâm dininin öngördüğü, saf aklında makul bulduğu ilkelerle sağlanabilir. Çünkü insan bedeni maddeden, ruhu da Allah’tan müstağni değildir, ondan kopamaz. Dinin insanlığı ulaştırmak istediği hedef, adaletin ve barışın hüküm sürdüğü bir yaşam biçimidir.


[1] Câbirî, M. Abid, “el-Arab ve’l-Avleme: el-Avleme veT-hâviyetü’s-sakâfiyye”, el-Arab ve’l- Avleme, Beyrut: Merkezu Diraseti’l-Vahde el-Arabiyye, 1998, 300-2.

[2] Beyer, Peter L, Religion and Globalization, London: Sage, 1994, 222.

[3] Rudy, Sayres, “Subjectivity, Political Evaluation and Islamist Trajectories”, Globalization and the Muslim World, ed. B. Schaebler-L. Stenberg, New York: Syracuse University Pres,

5 5 2004, 79.

[4] İleri okumalar için: Ahmet Akbulut, Sahabe Devri Siyasi Hadiselerinin Kelami Problemlere Etkileri; Ahmet Akbulut, Müslüman Kültürde Kuran’a Yabancılaşma Süreci

[5] Meryem/12

Daha Fazla

İlgili Makaleler

3 Yorum

  1. 14-Dine dayalı olarak ortaya çıkan kurumlaşmalar dinle özdeşleştirilemez.
    15-İslâm, siyasî meseleleri “insan”ın sorumluluğuna bırakmıştır.
    16-Müslümanların tarihsel akış içinde üretmiş oldukları “fıkıh” ya da “İslâm hukuku”, dinden yararlanılarak üretilen “beşerî” bir hukuktur; dinle özdeşleştirilemez.
    Haydar bey yazınızı ilgiyle okudum.Bazı şeyler kafama takıldı.Mümkünse yazınızdan alıntıladığım bu maddeleri örnekler vererek açıklayabilirmisiniz ?

    1. Vedat bey;
      Haydar hocamın,belirttiğiniz maddelere örneklendirmesi şu şekilde olmuştur.
      14. Tasavvuf.
      15. Kur’an devlet yönetimine ait “hilafet, demokrasi, cumhuriyet gibi” yapılardan birini öngörmüyor. Tevhit, adalet, şura, ehliyet, liyakat gibi ilkeler üzerinden şura meclisinin ortaya koyduğu bir yapının teşekkül edilmesini müslümanlara bırakmıştır.
      16. İslam hukuku müslümanların dönemlerinin şartlarına göre ürettikleri hepsi Kur’anî olmayan değerlerdir. Sabit olan dindir/vahiydir, şeriat değişkendir.

  2. Meşhur bir söz vardır “Müslüman’ın siyaseti de ibadet,ibadeti de siyasettir.”
    Bu manada İslam siyasi bir dindir.Her siyasi düşünce gibide iktidar olmak ister.Doğal olarak iktidar ise hukiki kurallar gerektirir .
    İşte müslümanlar bu hukuki kurallarını Allah’ın belirlediği vahiyden alırlar.çünkü Rabbimiz “Onların aralarında Allah’ın vahyi ile hükmet””Allah’ın hükümleri ile hükmetmeyen kafirlerin……ta kendisidir”..buyurmaktadır.içtihadi meseleler ile birlikte Akideye taalluk eden bütün kararlar vahye göre şekilleniyordu.
    Allah rasulü 13 yıllık Mekke’de ki siyasi mücadelesinin neticesinde Medine’de İslam devletini kurmuş ve bütün hukuki siyasi kurallarını Allah’ın vahyi belirlemiştir.
    Sizi tenzih ederim, bugün islam adına konuştuğunu iddia eden dinini azbir pahaya satan samiri kılıklı kitap yüklü merkepler ,neymiş islamın devlet talebi yokmuş,kur’an da Allah bize ne ile yönetileceğimizi belirtmemiş,ne ile yönettiğimizden ziyade önemli olan adalet ile yönetmekmiş dolayısı ile adalet devleti aslolan imiş, hakem devlet oluşturmalı Medine vesikası ışığında çoğulcu bir siyasi devlet oluşturmalıymışız gibi birçok hezeyanlar üretmektedir.
    Bu sapmış halleri ile sistem içinde islamdışı uzlaşmacı reel siyaseti meşrulaştırmaya çalışmaktadırlar.Halbuki bütün Resuller islami yani nebevi siyaseti uygulamışlar bu siyasetin çerçevesinide gene kur’an belirlemiştir.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

İlginizi Çekebilir

Kapalı