Müşrikler ve Allah İnancı (1)
Mekke Müşriklerinin Allah inancıyla ilgili algılayışımızda birçok yanlışlıklara düşüldüğünü görmekteyiz. ‘Müşrik’ denildiğinde bizim tolumun kahir ekseriyeti genellikle şöyle anlaşılmaktadır; onlar bazı ikonları (heykelleri/putları) kutsayıp tapıyordular, Allah’ı inkar edip kabul etmiyorlardı ve cahiliye Araplarına Muhammed as risaletle görevlendirildiğinde onların Allah’ı tanımadıkları/bilmedikleri gibi bir yanılgıya veya onların bu konuda bilgisinin olmadığı zannına düşülmekte, bu nedenle de Allah’a inanmadıkları gibi bir ön kabulle bakılmakta, Allah resulünün bundan dolayı onları Allah’ın varlığı ve birliğine çağırdığı zannedilmekte. Oysa ki, bu doğru değildir. Bu konuda onların böyle olmadığıyla alakalı tarihi birçok bilgi ve belge olmakla beraber (arkoloji, Arap şiirleri, tarih kitapları vs.) bizim için ise doğruluğunda hiç şüphe olamayan Kur’an en sarih delilleri ortaya koymaktadır.
“Eğer, gökleri ve yeri yaratan, güneşi ve ayı buyruğu altında tutan kimdir?” diye sorsan “Allah” derler. O halde nasıl (haktan) çevrilip döndürülüyorlar?” (Ankebut 61)
“Eğer, gökleri ve yeri kim yarattı?” diye sorsan muhakkak: “Allah” diyeceklerdir. De ki: “Öyleyse Allah’tan başka taptıklarınızı gördünüz mü? Allah bana bir zarar dilese onlar O’nun zararını kaldırabilirler mi? Yahut bana bir rahmet dilese onlar O’nun rahmetini tutabilirler mi?” De ki: “Allah bana yeter. Güvenenler (tevekkül edenler) de yalnız O’na güvensinler.” (Zümer 38)
Müşriklerin, Allah’ın varlığı ve birliği konusuna yabancı olmadıkları hatta bunu kabul ettikleri “göklerin, yerin, güneşin ve ayın” sahibi olduğunu çok güçlü bir imanları olduğu yukardaki ayetlerden de anlaşılmaktadır. Kur’an onlara müşrik adını verdiğine göre, zaten müşrik olmanın olmazsa olmaz şartı Allah’ın varlığını kabul etmiş inanmış olmaktır. Zira müşrik demek Allah’a inanan ama O’na ait bir şeyi, bir şekilde bir başka şeyde görmek demektir. Allah’a inanmayana Kafir denilir. Ama her müşrikte kafirdir. Her kafir müşrik değildir. (Ebu Hanife’nin görüşü)
Yüce Allah, bir ayette insanların çoğunun Allah’ın varlığının kabul ettiğini ancak şirk koşmadan da iman etmeyeceklerini buyurur. “Onların çoğu, şirk koşmadan Allah’a inanmazlar.” (Yusuf 106)
Nitekim Mekke müşriklerinin, şirkini bir kenara bırakırsanız mükemmele yakın bir Allah inanışlarının olduğunu görürsünüz.
“De ki: ‘Eğer biliyorsanız (söyleyin:) Yeryüzü ve içinde olanlar kimindir?’ “Allah’ındır” diyecekler. “Öyleyse düşünmüyor musunuz?” De ki: “Yedi göğün ve muazzam arşın Rabb’i kimdir?” “Allah’tır” diyecekler. De ki: korkmuyor musunuz?” De ki: “Eğer biliyorsanız (söyleyin): Her şeyin hükümranlığı elinde olan, koruyup kollayan ama kendisi korunmaya (muhtaç olmaya)n kimdir?” “Allah’tır.” diyecekler. De ki: “Öyleyse nasıl oluyor da aldanıyorsunuz?” (Mü’minun 84-89)
Başka ayetlerde de, gökleri ve yeri yaratanın (Zümer 38, Lokman 25), suyu gökten indirenin, ölümden sonra yer yüzünü tekrar diriltenin (Ankebut 61-63), gökten ve yerden rızıklandıranın, kulaklara ve gözlere hükmedenin, ölüden diriyi, diriden ölüyü çıkaranın ve kainatta bütün işleri düzenleyenin ( Yunus 31) Allah olduğunu itiraf etmektedirler.
Böylesi bir inanca sahip bir toplumun müşrik diye nitelenmesi! bu durumda insanın aklına şu soru gelmektedir. O zaman şirk-müşrik nedir?
Müşrik; ‘şirk’ kökünden türemiş ortak koşan demektir. ‘Eşraka’ fiilinin fail ismidir. Terim olarak “Allah’ın zâtında, sıfatlarında, fiillerinde veya O’na ibadet edilmesinde ortağı, dengi yahut benzerinin bulunduğunu kabul eden” demektir. Allah’ın varlığını kabul etmekle beraber O’na, alan belirlemek, otoritesini bölüştürmektir. Daha doğru bir ifadeyle onu göklere hapsedip, yerdeki hayatlarına karışmasına müsaade ettirmeyip, hayatın dışına itmektir.
Mekke de inen ilk ayetlerde Allah lafsı geçmez, daha çok Rab ve İlah kavramları geçer. Kur’an-ı Kerim’de rab kelimesi 962 yerde Allah’a doğrudan nispet edilmektedir. Hatta ilk nazil olan ayet “Yaratan rabbinin adıyla oku” diye başlar. Peki bu nasıl bir okumadır ki, Mekke müşrikleri bu ayetlere karşı geliyorlar? Kanaatimizce buradaki okuma; Allah resulüne bir metin getirilmişte ‘bu metni oku’, diye mi anlamalıyız? Yoksa bu başka türlü de anlaşılabilir mi? Biz bunun böyle bir okuma olmadığını, ‘hayata dair her ne yapacaksa rabbi adına O’nun rızasını ve onayını alarak hayatı vahiy doğrultusunda yaşamak şeklinde bir okuma biçimi diye anlıyoruz.’ Bu “oku” teimini bizlerde birçok şekilde kullanıyoruz; olayları okuma, şiir okuma, türkü/şarkı okuma, canına okuma… dolaysıyla her okuma biçimi bir metinin okunması değildir. Peki, Rab kelimesi Kur’an’da bu kadar çok geçtiğine göre ne demektir? Rabb: “mâlik, seyyid, idare eden, terbiye eden, gözetip koruyan, nimet veren, ıslah edip geliştiren, mâbud” gibi anlamlar verilir (Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, “rbb” md.; İbnü’l-Esîr, en-Nihâye, “rbb” md.). Arapçadan dilimize geçmiş eskilerin kullandığı Mürebbi (Terbiye eden/öğreten) de aynı kökten gelmedir. Araplar evin sahibi için “rabbü’d-dâr” (evin sahibi) derler. Yani evin sahibi, koruyanı, ıslah edeni, ihtiyaçları gidereni, terbiye deni, şefkat ve merhametle bakımını üstlenen demektir. Bunu Allah için kullandığınızda işin boyutu değişmektedir. “Rabbü’l Alemin” Mekkelilerde. Allah tek ama “rabb ve ilah” çok. Onların da kızdığı ve kabul etmediği şey işte tam da bu anlayış! Çünkü bu Allah’ı gökten yere indirip hayatı düzenlemeye müdahale ettirmektir. Onlar Allah’ın Uluhiyyetini kabul ediyorlar ama Rububiyetini kabullenmiyorlardı. Rububiyet sözcüğü de Rab sözcükten türemiş olup, Allah’ın yöneticiliği, terbiye ediciliği, her şeyin sahip ve maliki oluşunun yanında, ibadetin sadece kendisine yapılması gereken varlık demektir.
“Allah’ın helal ve haram ölçülerini kabul etmeyip, O’nun gönderdiği ilkeleri bir tarafa atarak, kendi arzularına göre helal ve haram ölçüleri koyanlar; insanların, partilerin, devletlerin veya örgütlerin koyduğu haram ve helal ölçülerini kabul edenler müşrik olurlar. Bir insanın, bir örgütün, bir ideolojinin görüşlerini, hükümlerini Allah’ın hükümlerinden daha doğru, daha çağdaş, daha iyi bulanlar, Allah yerine başka ilah tanımış olurlar. (Tevbe 31) Allah’a ait görme, haberdar olma, mutlak anlamda ilahi yardım yapma, günahları affetme, gözetleme gibi sıfatları varlıklara veya insanlara verenler Müşrik olmuşlardır.” (A. Kalkan. Kur’an Kavramları 9. Clt s. 668)
Müşrikler, hangi gerekçelerle şirke düşüyorlar. Kur’an’ı kerim birçok ayette çeşitli vesilelerle Müşriklerin içine düşmüş oldukları şirki kendi ağızlarından bize anlatır. Bu konuda bizim tespit edebildiklerimiz şunlardır.
- Allah’ı gereği üzere taktir edememek
- Herhangi bir şeyi aşırı sevmek/ta-zim
- Allah ile kulları arasına aracı kılmak/ şefaat
- Allah’ı hayatına karıştırmamak
- Ahireti inkâr etmek
- Atalarımızı böyle bulduk, bizde onların yolundan/dinleri üzere gitmek
- Putlarının dünyada kendilerine yardım edeceğine inanmak
- Allah’ı gereği üzere taktir edememek: “Onlar Allah’ı gereği gibi takdir edemediler. Şüphesiz Allah güçlüdür, yücedir.” (Hac 97)
“Onlar, Allah’ın kadrini hakkıyla takdir edemediler. Oysa kıyamet günü yer, bütünüyle O’nun avucu (kabzası) ndadır; gökler de sağ eliyle dürülüp-bükülmüştür. O, şirk koştuklarından münezzeh ve yücedir.” (Zümer 67)
Bir şeyi tanımak bilmek ayrı şey, taktir etmek ayrı bir şeydir. İblis Allah’ı çok iyi biliyordu fakat onu taktir edemediği için şeytanlaştı, onun kibri, O’nu taktir etmeye engel oldu.
“Onlar Allah’ı gereği gibi takdir edemediler” cümlesi sadece Mekke müşriklerine hitap eden bir cümle değildir. Allah’ı anlama/tanıma diye bir gayreti, endişesi ve çabası olmayan, O’nu gereği gibi takdir edemez, taktir edemeyen de teslim olamaz, teslim olmayanda davetine icabet edemez, O’nun rahmetinden istifade edemez ve O’nun gücünü, kudretini ve azametini anlayamayan herkes için söylenmiştir. Bugün Allah’ı dilinden düşürmeyen, sadece rahmet sıfatına sığınan ama Allah’ın istediği gibi bir hayatı olmayan, O’na iman ettiğini iddia eden fakat imanının gereklerini yerine getirmeyen, Allah resulüne toz kondurmayan, ama onu canı pahasına seven, lakin onun hayatı okuduğu gibi okumayan, onun gibi bir yaşam düşünmeyen, Kur’an’ı en kutsal varlık olarak gören ama onun öğretileri istikametinde bir yol belirleyip hayat yaşamayan, maalesef nice Müslüman olduğunu söyleyen insanlar vardır. Ezcümle, taktir etmek; söz ve fiillerinle kabullendiğini göstermektir.
Diğer taraftan Allah’ı insan gibi görmek ve değerlendirmek; O’nu bir padişaha veya bir makama veyahut da insani özelliklerle indirgemek; insanda var olan zaafları O’nda da görmek; birinin hatırını gözeterek iş yapmak gibi. İnsanın bilgisizce kafasından kendi kendine bir Allah tasavvurlayıp, sonrada ona bazı özellikler vererek öyle olduğunu zannederek hayali bir varlık belirlemesi de “Allah’ı gereği üzere taktir edememektir.” Bizim toplumumuzda da Allah; rahmandır, rahimdir, rauftur, halimdir… ama o Allah’ın aynı zamanda; azizun intikam, ceberrut, kahhar, âdil… olduğu pek bilinmez çünkü duymadık, okumadık merakta etmedik! Bu eksik tanımakta gereği üzere takdir edememenin başka bir yönüdür.
- Herhangi bir şeyi aşırı sevmek/ta-zim: Bir varlığa aşırı saygı göstermek, onu çok yüceltmek ve ululamak, sonuç itibariyle onu ilahlaştıracağı için Kur’an tarafından yerilmiş ve şirk olarak nitelendirilmiştir. Bu varlıklar bazen Allah elçilerinden biri, bazen melekler, bazen de salih diye kabul edilen insanlar olmuştur.
“Ey Meryem oğlu İsa! Sen mi insanlara: ‘Allah’tan başka beni ve annemi iki ilah edinin’ dedin?” deyince o şöyle dedi: “Seni tenzih ederim. Hakkım olmayan bir şeyi söylemek bana yaraşmaz. Eğer söylemişsem sen onu mutlaka bilirsin. Sen bende olanı bilirsin, ama ben sende olanı bilemem. Şüphesiz ki gizlilikleri bilen ancak sensin.” (Maide 116)
“Yahudiler: “Uzeyr Allah’ın oğludur” dediler. Hırıstiyanlar da: “Mesih Allah’ın oğludur” dediler. Bu kendi ağızlarıyla söyledikleri sözleridir. Daha önce inkar etmiş olanların sözlerini taklit ediyorlar. Allah onları kahretsin! Nasıl da uzaklaştırılıyorlar!” (Tövbe 30-31)
“O gün onların hepsini biraraya toplar sonra meleklere: “Bunlar size mi tapıyorlardı?” der.” (Sebe 40)
“Sakın ilâhlarınızı bırakmayın. Vedd’i, Suvâ’ı, Yegûs’u, Yeûk’u, ve Nesr’i kesinlikle bırakmayın.” dediler.” (Nuh 23)
İnsanlar bazı şeylere öyle sevgi beslerler ki, Allah mı yoksa o sevgi beslediğin şey mi? Dediğinizde tereddüt yaşayıp tercihte bulunamayacak duruma gelmektedir. “İnsanların içinde Allah’tan başka ortaklar edinerek onları Allah’ı sever gibi seven kimseler bulunmaktadır. İman edenlerin Allah’a olan sevgileri ise daha güçlüdür. Zulmedenler, azabı gördüklerinde bütün kuvvetin Allah’a ait olduğunu ve Allah’ın azabının gerçekten çok şiddetli olduğunu anlayacaklarını keşke bilselerdi!” (Bakara 165) Arkasında koştuğumuz, çok sevgi beslediklerimiz, ‘onsuz olamayız’ dediklerimize bi bakalım. Bizimde sevgide aşırıya gittiklerimiz var mıdır?! Kimin hatırını/kadrini daha yüce tutmakta sevdasına layık olmaya çalışmaktayız…
“Bununla beraber uğrunda her şeyi göze aldıran nice kimseler vardır. İşte bu noktada, şirk ve putperestliğin esasını, beşeriyeti en büyük yarasını temsil eder. Yunan, Roma, Avrupa medeniyet ve edebiyatında böyle muhabbet tanrılarının haddi hesabı yoktur. Zamana göre bu hissin çeşitli şekilleri ortaya çıkar; tanrılık payesi, ucuz ucuz dağıtılır. İnsan, Allah’ın melekleri, nebi ve veliler (diye söylenen) gibi değerli kullarını severken de bu ayetin çizdiği sınırları görmesini bilmelidir. Zira Allah için sevmekle, Allah’ı sever gibi sevmenin arasında ki farkı bilmek gerekir.” (Hamdi Yazır, 1. Clt Bakara 165. Ayet)
Devam edecek…