GenelYazarlardanYazılar

“Seküler Bataklık“ Tarihsel-cilik.!

İlk insandan beri yeryüzün de kullanmaya elverişli olan vahyin. Kendi taraftarlarınca kullanım alanı daraltılan tedavülden kaldırabilmek için bin bir kılığa girenlerin varlığı gözlemlendiğinde. Bu gün vahyi gündemin dışına taşıyanların olmaması düşünülemez..

İllüzyonizm algı körlüğü üretmeden gösteri yapmaz. Olmayacak şeyler sihir alanına girildikten sonra olur gözükür.

“…İnsanlık tarihi boyunca Peygamberlere gelen inanç ilkelerinin değişmediğini Allah Kuran’ı Kerim’de şöyle dile getiriyor:

“Muhakkak biz, Nuh’a ve ondan sonra gelen peygamberlere vah-yettiğimiz gibi, sana da vahyettik. İbrahim’e, İsmail’e, İshak’a, Yakub’a, torunlarına, İsa’ya, Eyyûb’a, Yunus’a, Harun’a ve Süleyman’a da vahyettik. Davud’a da Zebur’u verdik.” {4/163}

“Ey Muhammed! Senden önce gönderdiğimiz peygamberlerimize de sor, biz Rahman olan Allah’tan başka kendisine ibadet edilecek ilâhlar kılmış mıyız?”{43/45}

“Kitaplar içinde sana vahy ettiğimiz kitap da kendinden öncekileri tasdik edici olmak üzere bir haktır. Şüphe yok ki, Allah, kullarının bütün hallerinden haberdardır ve her şeyi görendir.”{35/31}

“De ki: “Allah’a, bize indirilen{Kur’ân’a}, İbrahim’e, İsmail’e, İshak’a, Yakub’a ve torunlarına indirilene, Musa’ya, İsa’ya ve peygamberlere Rablerinden verilenlere inandık. Onların arasında hiçbir fark gözetmeyiz, biz O’na teslim olmuşlarız.” {3/84}

– İki tip insan var.?

Birincisi kendisini büyük gören, gösteren ve bu kompleksle büyük zannettiği insan ve rejimlere kendisini beğendirmeye çalışanlar.!)

İkincisi ise;Kul olmanın gereği gayet mütevazi sade Allah’tan gayrisine beğendirmek gibi bir lüksü olmayanlar..

Birinci tip insan; Zalimle Faslıkla Müşrikle iş tutar, ortak olur, onlara yalakalık yaparken.

İkincisi; Mustazafları istikbale hazırlamakla meşgul olmanın İlahi maksada muvafık olduğu bilinci ile yaşar. Sadece Rabbine beğendirmekten gayrı bir amacı da yoktur.

Birinci tip Tevilcidir,yorumcudur..Allahın anlatamadıklarını (!) haşa anlatmaya çalışır.

İkincisi ise; Teslimiyet odaklıdır.Yalnızca Allah bilir ilkesi ile hareket eder..Diyor ki;Merhum Ercümend Özkan için “Merhum, tarihsel/ geleneksel/ yerel anlamların yerine Kur’ani anlamları koymaya çalışıyordu. Gerek İslami kavramları, gerekse modern kavramları Kur’an ışığında yeniden inceleme uğraşı içerisindeydi.Merhum, içerikleri boşalan ve erozyona uğrayan kavramları yeniden yorumlamaya çalıştı.Ercümend Özkan, tavırsızlık/ kayıtsızlık/ sorumsuzluk/ teslimiyetçilik/ pasifizim/ bağnazlık/ mantıksızlık/ slogancılık/ uyuşukluk ve hoşgörüsüzlüğü bir tür “ahlak” haline getiren dini çevreler karşısında onurlu ve bilinçli bir kişiliğin temsilcisi olarak yaşadı.Ercümend Özkan geçmişi değil, günümüzü yaşadı. Toplumsal düzen ve siyasetle ilgilenmeyi zorunlu sayan bir anlayışın ifadesi olmaya çalıştı”..A.Müftüoğlu.

Burada bir kaç kelimeyi açarak devam edecek olursak; Dalalet, Kur’an-ı Kerim’de vahiyden habersiz yaşadığı için küfür isnadı yapılamayana (3/164, 93/7), bilmeyene (2/282), şaşana (12/95), kaybolana (6/24), boşa gidene (18/104), isyan edene (33/3) ve küfredene (2/108) ıtlak olunur.

Amma velâkin; Küfr: Bilmezlikten gelip örtmek, nankörlük. İmanın tam zıddı. Yaratana karşı kibirlileşmek.! Konuyu bu minvalde değerlendirecek olursak. Hak ve hakikatin üzerini örten/örtenler kendilerini hakkın ve hakikatin temsilcisi göre gelmişlerdir.Bunu temsil edenler içerden olduğu gibi dışarıdan da olabilmektedir. İçerden olanların tahribatı düşünüldüğünde Allah’ın dinine ya ek ya da iskonto yapabilirler

Bilinmelidir ki; Küfür örtmek, göstermemek için olanca gayretini harcamak dinin dışında kalanlardan daha ziyade dinin içinde olduğunu söylediği halde bu kötü düşünceyi taşıyanlardan sadır olmaktadır. Samiri gibi.

O şahsın maharetlerini; İllüzyon algı körlüğü üreterek görsel veya yazılı olarak takdim edildiğini görmek için Musa’nın ve tüm elçilerin elinde olan vahyin bize hâkim olmasıdır, yaptığı buzağıya insanların tapınmasını sağlamıştı. Vahyi öyle örtmüştü ki, kimse onun ihanetini fark etmemişti. Ne zaman ki Musa gelip görünceye kadar..

Bu günde aynı şeylerin laf cambazlığı ile işlendiği, Âlim görüntülerinin arkasında yatan kerih düşüncelerin servis edildiğini görebilmekteyiz.

Öyle bir bataklık ki; Mekke ve Medine şartlarında kalmış olan bir kaç ayeti işleyerek, mevcut reel politiğe eklemlenmenin yollarını arama zahmetinde bulundukları için okuma şekilleri üretmişler. Son versiyonu ise “Tarihselcilik” olarak gündemi işgal etmektedir.

Burada “Kuran’da her probleme çözüm var mı?” sorusu hatırlanır, Bu sorunun cevabı” evettir, ancak cevaplar muhteliftir. Bize göre şu ayet öyle bir sorunun cevabı olmaya yeter: “Rablerinin çağrısına gelirler, onların işleri aralarında danışma iledir.” (42/38).

Cevap olarak bu ayet yeter; çağrıya icabet eder ve işlerini de danışma ile yaparlar. Fakat problem bitmez, ’çağrı’ vardır, ama çağrı etrafında oluşan engeller de vardır. O halde çağrı ana ilkelerin halline matuf ise sorun çözümü her an her yerde her zaman diliminde açıklanmıştır. Vahiy bu konuda yeterlidir.

İnsan kendi yetersizliğini vahye tasdik ettirmek için bir defaya mahsus kullanımlık ayetlerin gündemde tutularak, değişiklik reform talebi isteği aslında şirk ideolojilerine eklemlenmek arzusunun ürünüdür. Mübarek İslam’ın Yahudi ve Hıristiyanlık gibi tapınak dini olmasını arzu etmelerinin sonucu dillerini eğip bükmelerinden, az bir pahaya(dünyalık, konfor) değişe-bilmelerinden kaynaklanıyor olsa gerek.

“Geleceğimizde İslam var” kitabında

”Her türlü sosyal hâkimiyeti göreceleştiren iktidarın yalnızca Allah’a ait olduğu ilkesi ile Allah ile halk arasında her çeşit aracılığı reddeden istişare/danışma ilkesi.

Evet, bu iki temel ilkeyle hem iktidarı kutsallaştıran ve yöneticiyi yeryüzünde bir ilâh yapmaya kalkışan her nevi mutlakıyetçi zorbalık, hem de Batı tipi; yani bireyci, niceliği esas alan, istatistiğe dayanan, temsilcilik ve vekâletle yönetimi benimseyen her türlü “demokrasi” dışlanmış olur. Çünkü “hürriyet” ne inkârdır, ne de inziva; sadece İlâhî iradenin yerine getirilmesidir. Mülk. Eğer her mülk Allah’ınsa, her insan da, çalışmasıyla, ancak o mülkten yararlanma hakkına sahipse; bu durumda, mülkiyetin Kurânî ve nebevî kavramı, Batılı ve burjuva mülkiyet kavramının tam tersidir. İslâm hukukunda mülkiyet, ferdin veya bir grubun imtiyazı değil; tam aksine, “iyiliği emretme/emri bil maruf” konusundaki İlâhî buyruğa uygun olarak sosyal bir görevdir.

Ruso’nun (Rousseau) Toplum Sözleşmesi kavramı, soyut bir birey kavramına dayanıyor ve nihayetinde ancak bir “genel irade” masalı aracılığıyla bir sosyal bütünleşme tasavvur edilebiliyordu.

Bu “genel irade”nin parlamentolar ve partiler aracılığıyla somut tarihî örnekleri, yetki devrinin ve temsil sisteminin “demokrasi”nin bir karikatürünü sunması bakımından kendisinde neler taşıdığını ve halkın yönetime katılımının nasıl bir kurmaca ve bir yutturmaca olduğunu gözler önüne sermiştir.

Mülkiyet konusunda da aynı durum söz konusudur. Mülkiyetin bireyciliğe, Roma hukukuna ve burjuva anlayışına dayalı tarifi, şu sözde umumun menfaati yalanına götürür: Bu teoriye göre, eğer her bir kişi kendi şahsî çıkarı doğrultusunda çalışırsa, genelin çıkarı sağlanmış olurmuş!

Hâlâ bir türlü yok olamayan, şu sözüm ona ekonomik liberalizmin doğurduğu iki yüzyıllık toplumsal sarsıntı, o siyasî “genel irade” yalanı gibi, bu iktisadî “genel çıkar” yalanını da apaçık ortaya koydu. Kendisine hiç danışılmayan geleceğin güya müjdecisi bir sınıf adına bu “genel iradeyi” veya bu “umumi menfaati” temsil ettiği iddiasındaki, her şeyi bilen ve her bir şeyi yerli yerince yapan bir Parti’yi o eski masalların yerine ikame eden sosyalist denen deneyimler ise daha başka çıkmazlara sevk etmişlerdir.

“Bugün şayet İslâm, geçmişi içinde donup kalmaz da, Jores’in (Jaurès) tabiriyle, ataların ocağına sadık kalmanın o ocağın küllerine sarılmak değil, aksine alevini ilerilere taşımak olduğunu ve bir nehrin ancak denize doğru akmakla kaynağına sadık kalabileceğini hatırlayarak, çağımızın problemlerini Medine Toplumu’nun ruhundan hareketle çözmesini bilirse;

“Bugün şayet İslâm, geçmişi içinde donup kalmaz da, Jores’in (Jaurès) tabiriyle, ataların ocağına sadık kalmanın o ocağın küllerine sarılmak değil, aksine alevini ilerilere taşımak olduğunu ve bir nehrin ancak denize doğru akmakla kaynağına sadık kalabileceğini hatırlayarak, çağımızın problemlerini Medine Toplumu’nun ruhundan hareketle çözmesini bilirse;”
; Roger GARAUDY

Demekte ve ne kadar haklı olduğunu akıl ve iz’an sahiplerine bırakmaktadır.

Vesselam. Dua ile.

Etiketler
Daha Fazla

İlgili Makaleler

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

İlginizi Çekebilir

Kapalı