GenelKavram

Taqıyye (Takiyye)

Taqıyye kelimesinin aslı “vaqaye” (vav. qaf. ye.)harflerinden oluşmaktadır. Sonra baştaki “vav” harfi “te” harfine dönüştürülerek “taqıye” olmuş. Lamel fiiline bir de şedde ilavesi ile “taqıyye”ye dönüştürülmüştür. Kelime bu haliyle korku, haşyet halini anlatan bir isim olarak “el taqıyye” şeklini almıştır.

Kelimenin aslı olan “El viqayetü”: bir nesneyi kendisine eza ve zarar verecek şeylerden korumak demektir. Fiil olarak  “veqıyyetüş şey’u” şeklindedir mastırı ise “vigayetün” şeklinde gelir. (Müfredat) Kavramın anlamı da buradan gelmektedir.

İslam ıstılahındaki kavramsallaşmış hali ise:“bir Müslüman’ın ölüm veya bir uzvunu kesme tehdidi karşısında, canını korumak için kalbi durumunun aksine bir tavır ortaya koyarak, mevcut durumdan kurtulmayı anlatan bir kavram olmuştur.”

Bunun ilk canlı örneğini İslam tarihinde Yasir ailesi vermiştir. Yasir ailesi bu olayla hem azimetin hem de ruhsatın en güzel örneğini bizzat yaşayarak tecessüm ettirmiştir. Bu konuda baba ve anne azimeti tercih etmiş bu yolda şehit olmuştur. Oğul Ammar ise ruhsatı tercih ederek canını kurtarmıştır.

İslam’ın ilk şehitleri olma şerefine ulaşan Yasir ve eşi Sümeyye Hatun bütün işkence ve ısrarlarına rağmen asla onların isteklerine boyun eğmemiş ve şahadeti tercih etmişlerdir. Onlar arkalarında asla kaybolmayacak güzel bir iz bıraktılar. Bu izi, Habeşli bir köle olan Bilal, fakir bir demirci olan Habbab Bin Eret ve babasının işkencelerine aldırış etmeyen Süheyl İbni Mülcemler takip ettiler. İslamın izzetini koruyarak kızgın kumlar üzerine yatırılıp saatlerce işkence edilmelerine rağmen, asla inandıkları yoldan geri dönmediler. O dönemin örneklerinden biri de; Yalancı peygamber Müseylemetü’l-Kezzabın adamları tarafından organları birer birer kesilen Habib İbn Zeyd İbn Asım, son nefesini verinceye kadar onların isteklerini reddetmiş, Müseyleme’nin peygamber olmadığını haykırmıştı. Ta ki şahadeti tadıncaya kadar. İşte bunlar: şu ayetin anlattığı gibi örnek şahsiyetlerdir:

“Müminler içinde Allah’a verdikleri sözde duran nice erler vardır. İşte onlardan kimi, sözünü yerine getirip o yolda canını vermiştir; kimi de (şehitliği, şahadeti) beklemektedir. Onlar (hiçbir şekilde Allah’a vermiş oldukları sözlerini) değiştirmemişlerdir.” (Ahzab 33/23) buyrulan sadıklardır. Ammar ile ilgili durum ise şöyle dile getiriliyor:

“Kalbi iman ile sükûnet bulduğu halde (dinden dönmeye) zorlananlar dışında, her kim imanından sonra küfre kalbini açarsa, mutlaka onların üzerine Allah’tan bir gazap gelir ve kendilerine çok büyük bir azap vardır.” “Bu (azap) şundan dolayıdır ki, onlar, dünya hayatını sevmiş ve onu ahirete tercih etmişlerdir. Allah da kâfirler topluluğunu hidayete erdirmez.” (Nahl 16/106- 107)

Burada Ammar’ın kalbi bir sıkıntısının olmaması ve İkrahla inkâra zorlanması sebebiyle yapmış olduğu takiyye kabul edilmiştir. Durumun vahameti açıktır. Genç bir insanın gözlerinin önünde anne ve babası işkenceyle şehit ediliyor ve sıranın kendisine geldiğini görüyor. Allah kuluna vermiş olduğu tahammül gücünü kendisinden daha iyi bilmektedir. Bu iş her yiğidin kaldırabileceği işlerden olmayıp er kişilerin göğüsleye bileceği cinsten olması nedeniyle böyle bir durumlarda Allah Teâlâ ruhsatı tercihe izin vermiştir. Yine zayıflık anıyla ilgili olarak:

“Müminler, müminleri bırakıp da kâfirleri dost edinmesin. Kim bunu yaparsa, artık onun Allah nezdinde hiçbir değeri yoktur. Ancak kâfirlerden gelebilecek bir tehlikeden sakınmanız başkadır. Allah, kendisine karşı (gelmekten) sizi sakındırıyor. Dönüş yalnız Allah’adır.” (Ali İmran 3/28)

Örneğin hicretten sonra Mekke’de Müslüman olan birçok insanın durumu böyleydi. O toplumun içinde bulundukları için durumlarını açıkladıkları zaman can güvenliği olmaması nedeniyle durumlarını fetih gününe kadar gizlemiş, onlarla birlikte görünmüşlerdi. Hudeybiye antlaşmasının yapıldığı günlerde durumun bu minval üzere olduğunu Rabbimizin şu ayetlerinden öğreniyoruz:

“Onlar inkâr eden ve sizin Mescid- i Haram’ı ziyaretinizi ve bekletilen kurbanların yerlerine ulaşmasını men edenlerdir. Eğer kendilerini henüz tanımadığınız mümin erkeklerle, mümin kadınları bilmeyerek ezmek suretiyle bir vebalin altında kalmanız ihtimali olmasaydı, Allah savaşı önlemezdi. Dilediklerine rahmet etmek için Allah böyle yapmıştır. Eğer onlar birbirinden ayrılmış olsalardı elbette onlardan inkâr edenleri elemli bir azaba çarptırırdık.” (Fetih 48/25)

Bu durum, hicretten sonra Mekke’de Müslüman olduğu halde durumlarını gizleyen bir takım Müslümanların varlığını göstermektedir. O günkü cahiliye Mekke sinde farklı bir inanca hayat hakkı tanınması mümkün değildi. Nitekim ilk savaş olan Bedir de en yakın akrabalar (baba oğul- amca yeğen) birbirlerine karşı savaşmışlar ve 70 ölü 70 de esir vererek geri dönmüşlerdi. Bundan sonra hicretin 6. Yılında Peygamberimizin Umre yapmak için Mekke’ye 1400 arkadaşı ile gittiğinde, umre yapmaları engellenmişti. Bu konuda aşağılayıcı bir eda ile Müslümanlara şartları ağır Hudeybiye antlaşmasını dayatmışlardı. İşte bu şartları kabul edip antlaşmayı onaylamaya sebep olarak Mekke de Müslümanların bilmediği, hatta müşriklerin de bilmediği birçok Müslüman’ı korumak için savaşı önlediğini vurguluyor Rabbimiz.

Bugün durumları bu şablona uyan kimselerin; yani Mekke’nin müşrikleri içindeki Müslümanlar gibi bir vaziyette olan kimseler, Allah Teâlâ’nın vermiş olduğu bu ruhsatı kullanarak takiyye yapabilirler. Ancak gerçek manada canları tehdit altında ise, fakat bugün Müslüman olduğunu ifade eden bazı toplulukların veya fertlerin, birilerine karşı demokrat maskesini, birilerine karşı da Müslüman maskesini takarak insanları manipüle edenlerin takiyye anlayışının arkasına sığınmaları, asla meşru görülemez. Onları böyle bir işe kimse zorlamadığı halde kendi arzularıyla gayri İslami bir sistemi işletmeye talip olup, onun değerlerini yüceltenlerin yapmış olduklarını takiyye anlayışı ile bağdaştırmak mümkün değildir. Meşru olmayan bir sistemi işletmeye talip olmak Müslümanlar için meşru olsa idi, Peygamberimiz Kureyş’in yapmış olduğu: “Reisimiz ol bizi sen yönet” tekliflerini geri çevirmezdi. Meşru olmayan bir kulvara giren kimse meşruiyetini yitirir.

“Ey iman edenler, ne sizden önce kitap verilenlerden dininizi oyuncak ve eğlence yapanları, ne de diğer kâfirleri (zararlarından kurtulmak için) dost edinmeyin. Eğer gerçek müminlersiniz (onlardan değil) Allah’tan korkun” (el-Mâide, 5/57) 239

Müslüman, mücadelesini doğru bir anlayışla daima meşru zeminlerde imanına şirk bulaştırmadan yapmak zorundadır. Bunun için kaynak Kur’an, örnek ise Peygamber (as) dır. “Demirden korkanların trene binmesi” abes olmaz mı?

Yukarıdaki açık örneklerde görüldüğü gibi, bu şartın geçerli olması için insanın bizzat canıyla veya bir uzvunun kesilmesiyle, eşinin veya evladının öldürülmesi ile tehdit edilmesi durumunda geçerli olacağı gibi; tehdidi yapanların da bu işi yapacak güç ve imkâna sahip olmaları gerekmektedir. Böyle bir imkâna sahip olmayan kimselerin gözdağı vermek için yapmış oldukları palavralara pabuç bırakmak, ya da dünyevi çıkarları için inancını gizlemek. Belirli makam mevki gibi ikbal beklentilerine ulaşmak için takiyye yapmayı meşru görmek doğru değildir. Bu amaçla bu kavramın arkasına saklananlar yanlışta olduklarını bilmelidirler.  Bilmelidirler ki Allahın arzı geniş rızkı boldur. Ve rızık Allahın elindedir. Sudan bahanelerin arkasına sığınmanın bizi kurtarmayacağını bilelim. Ayrıca tüm tehditlere rağmen, dinini imanını terk etmeyip bu yolda şahadeti göğüsleyen bir kimse için de yanlış yaptı sözünü asla söyleyemeyiz. Azimeti tercihen eden kimse Allah katında da günahkâr olmaz. Bunun en açık delili Yasir ailesinin durumudur.  Henüz canlı vahiy devam ederken yaptıkları bu davranış, ne Allah Teâlâ, nede resulü tarafından kınanmamıştır. Aksine takdir edilmiş iltifat edilmiştir. Rabbim böyle bir şerefe ulaşmayı bu yola talip olan tüm müminlere nasip etsin inşallah diyoruz…

Daha Fazla

İlgili Makaleler

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir