Yolunu Gösteren Allah Yöntemini de Göstermiştir
Bulunduğumuz toplumda her inançtan ve her seviyeden insanlar bulunmaktadır. Genelde insanlar, gönüllü kültür teşekkülleri, partiler, cemaatler, tarikat ve tasavvufçular… gibi guruplara ayrılmış durumdadırlar. Her gurup benim yolum, yöntemim, cemaatim ve İslam’ım iyidir anlayışında. Bu şartlar içerisindeki insanlara “Dini” / Kur’an’ı ve sahih sünneti nasıl anlatacağız endişesi kafalarımızı kurcalamaktadır.
Her şeyden önce şundan emin olalım ki İslam, insan için gönderilmiş fıtri bir dindir. İnsana fıtratını veren kaynaktan gönderilmiştir. Bu nedenle onun her ilkesi aynı kaynaktan ikmal edilerek kemale erdirilmiştir.. Bu dinin en önemli ilkesi İman ilkesidir ve neye nasıl iman edeceğimiz de Allah tarafından belirlenmiştir. En önemli ibadeti namaz olarak kabul edersek; onun da nasıl ve ne zaman ikame edileceği yine Allah tarafından belirlenmiştir. Kısaca Allah Teâlâ İslam ile ilgili ne varsa onu tüm açıklığı ile ortaya koymadan ondan insanı sorumlu tutmamış, onunla ilgili görev vermemiştir:
“Kim hidayet yolunu seçerse, bunu ancak kendi iyiliği için seçmiş olur; kim de doğruluktan saparsa, kendi zararına sapmış olur. Hiçbir günahkâr, başkasının günah yükünü yüklenmez. Biz, bir peygamber göndermedikçe (kimseye) azap edecek değiliz.” (İsra 17/15)
“Bir ülkeyi helâk etmek istediğimizde, o ülkenin zenginlik sebebiyle şımarmış elebaşlılarına (iyilikleri) emrederiz; buna rağmen onlar orada kötülük işlerler. Böylece o ülke, helâke müstahak olur; biz de orayı darmadağın ederiz.” (İsra 17/16)
Bu ayetlerin verdiği mesaj da açıkça anlatmaktadır ki kula bir sorumluluk veriliyorsa, o sorumluluğun nasıl yerine getirileceğinin yolu yöntemi de verilecektir. Buna dayanarak şunu rahatlıkla söyleye biliriz. Allah Teâlâ Elçilerinden sonra bu dini tebliğ etme görevi “Ben Müslimim” diyen her kul için bir görev ise; başta elçinin sonra da diğer kulların bu görevini nasıl yapması gerektiğinin yolu ve yöntemi de belirlenmiş olması gerekmektedir. Bir ürünün takdim ve tanıtımını, o ürünü üreten firmanın yapması ne kadar tabii ise; İslam’ın takdim ve tanıtımının da bizzat Allah Teâlâ tarafından belirlenmesi de o kadar tabii ve elzemdir. Çünkü hem İslam’ı hem de insanı en iyi tanıyan O dur. Şimdi bu anlayışla Kur’an’a ve ilk tebliğcisi olan Allah’ın elçisine Muhammed (a.s.)’ın Mekke de bu işi nasıl yapmış olduğuna bakalım:
“(Resûlüm!) Sen, Rabbinin yoluna hikmet ve güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel şekilde mücadele et! Rabbin, kendi yolundan sapanları en iyi bilendir ve o, hidayete erenleri de çok iyi bilir.” (nahl 16/125)
Bu ayette verilen ilkelere bakalım:
Birincisi hikmet, ikincisi güzel öğüt, üçüncüsü de en güzel şekilde mücadele etmek. Şimdi bunları irdelemeye, anlamaya çalışalım.
1-HİKMET: Ragıp el-isfehani, El-Müfredat isimli eserinde konuyu şöyle değerlendirmiştir: “Hikmet, köken olarak Ha-ke-me kökünden gelmektedir. Hakeme; düzeltmek (maksadıyla) men etmek anlamındadır. Bu nedenle “gem”, yular (licam) anlamına gelir. “Hakemtu ed-Dabbete” (hayvanı gemledim). Yani hikmet ile ona engel oldum, demektir. “Ahkemtu” ise ona bir hikmet (gem) yaptım anlamına gelir. Ha-ke-me’nin mastarı olan ‘hikmet’ akıl ve ilimle hakka isabet edilmesidir diyen isfehani, hikmeti, Allah’tan gelen ve insandan gelen diye ikiye ayırır. Allah’tan gelen hikmet, “Eşyayı bilme ve onu, sağlam bir sonuca ulaşması için yaratmadır. İnsandan gelen hikmeti ise, “varlıkların (eşyayı) bilme, tanıma ve iyi olan şeyleri yapma” olarak tanımlar, ısfahanı ayrıca hikmete şu anlamları da yüklemiştir; “Hikmet’i barındırdığı için Kur’an’da bir hikmettir. [10/1]” sağlamlaştırma [11/1] ve “Peygamberin Kur’an’ı tefsir etmesi’ [2/129,151] de hikmettendir” demektedir.
Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, tefsirinde uzun bir bahis açmış ve ilk dönem rivayetlerinden de yararlanarak özetle şunları söylemiştir:
1. Söz ve fiilde isabet etmek;
2. İlim sahibi olmak ve onunla gereğince amel etmek;
3. İlim ve anlayış sahibi olmak;
4. Eşyanın künhüne vakıf olmak (eşyayı gereğince bilmek);
- Aklı, Allah’ın emrine tabi kılmak;
- İnce anlayış;
- İcad kabiliyeti;
- Eşyayı yerli yerince koymak;
- İyi olanı, kötü olana tercih etmek;
- Kur’anî ahlâk ile ahlaklaşmak;
- Düşünceyi Allah’ın emrine tabi kılmak;
- Allah’a itaat, dini anlama ve onunla amel etmek.
Ayrıca hikmet için şunlar da söylenebilir:
- Hızlı ve doğru karar verme kabiliyeti;
- Basiret sahibi olma;
- Vesvese ile gerçek arasında doğruyu tercih etmek.
Tüm bu tanımlardan çıkaracağımız hikmete, özetle şöyle denilebilir: Tebliğci, anlatacağı İslam’ı, kendisine anlatacağı insanı ve eşyayı çok iyi bilmesi ve anlattığı İslamı yaşayan bir örnekliğe sahip olması gerekir. Muhatap olduğumuz konu itibariyle yukarıya sıralanmış olan her bir maddenin ilgili konuyla doğrudan bağlantısı kurulmalıdır. Hikmeti tek olaya, tek tanıma indirmek mümkün değildir. Rabbimiz kitabı için :“İşte bu ayetler, hikmet dolu Kitabın ayetleridir.” (Lokman 31/2) buyurduğu malumdur. Kur’an’ın hikmeti ortaya koyduğu her konuyla bağlantılıdır. Buradan hareketle hikmetli davranma, “insanın muhatap olduğu her konuyla ilgili isabetli davranışlar ortaya koyması” demek mümkündür. Bu isabetin de birden fazla ayağı vardır.
Birincisi fıtrattan gelen yetenek.
İkincisi eğitim ve öğretimle elde edilen bilgi.
Üçüncüsü, Kur’an ve elçinin hikmetlerinden azami derecede istifade etmek ve Bilgiyi yerinde ve zamanında kullana bilmek… gibi.
2-GÜZEL ÖĞÜT: Yine bu konuda Kur’an’a baktığımızda Allah Teâlâ Bizzat elçisi başta olmak üzere tüm ümmete şöyle buyuruyor:
“Sen, sana vah yedilene sımsıkı sarıl. Şüphesiz sen, dosdoğru yoldasın.” “Doğrusu Kur’an, sana ve kavmine bir öğüt tür. İleride ondan sorumlu tutulacaksınız.”(Zuhruf 43/43-44)
“Biz onların dediklerini çok iyi biliriz. Sen onların üzerinde bir zorlayıcı değilsin. Tehdidimden korkanlara Kur’an ile ÖĞÜT ver.” (Kaf 50/45)
Bu ayetlerin ifadesiyle “Kur’an bir öğüttür” “Kur’an ile öğüt ver” böylece öğüdün Kur’an olduğunu ve vereceğimiz öğüdü ondan vereceğimizi öğreniyoruz. Çünkü bu din bu kitapla gönderilmiştir. Ve Muhammed (as) insanlara bu kitapla öğüt vermiştir. Hiçbir zaman kendini ve kavminin algı ve anlayışlarını anlatmamıştır. Allah’tan aldığı ayetleri ümmetine tebliğ etmiş, vahyin her safhasında aldığı ilkeler doğrultusunda yaşayıp göstermiştir. Bizde olmayan bu olsa gerek. İnandığımız, İslam’dan olduğunu öğrendiğimiz her güzelliği gücümüz ve imkânımız nispetinde hayata aktarmadan yapacağımız tebliğin insanlar üzerinde bir etkisi olmayacaktır. Bunun hikmetini rabbimiz şöyle açıklıyor:
“İnsanlara iyiliği emreder de kendinizi unutur musunuz? Hâlbuki kitabı okuyorsunuz. Hâlâ aklınızı başınıza almayacak mısınız?” (Bakara 2/44)
Bununla birlikten, söyleyeceğimiz sözü, söyleyeceğimiz insanı, sözün yer ve zamanını hatta söyleyeceğimiz miktarı bile çok iyi düşünüp öyle söylemeliyiz. Yıllardır bir düşünceyi din edinmiş bir insanın bir anda değişeceğini düşünmek doğru değildir. En az kendimizin değişmesi için yaşadığımız süreyi o insanlara da tanımak gerekmektedir. Bir tohumun çimlenmesi, çekirdeğin filiz vermesi ve meyveye durması için gözlemlediğimiz süre nasıl fıtri ise insanın bir fikri kabullenmesinin tabii seyrinde böyle olması gayet tabiidir. Muhatabımıza bir oturumda tüm bildiklerimizi boca edercesine aktarmak, sözün hepsini söylemek, her karşılaştığımız insanı ikna etmek gibi bir aceleciliğe düşmeden; suhulet ile muhatabın kabiliyet ve kapasitesine uygun bir tebliği/sohbeti ger çekleştirmek için çalışmalıyız. Bununla birlikte her insanın söylediğimizi söylediğimiz anlamda duyup anlayacağına dair bir garantimiz de yoktur. İnsanlar hayatı algılamada kafasında bir şablon oluşturmuş, her karşılaştığı olaya onun penceresinden bakıyor, onunla duyuyor ve onunla görüyor. Allah’ın ayetlerini senin anladığın gibi anladığını, senin okuduğun gibi okuduğunu ve seni etkilediğin gibi etkilediğini zannetme. Allah Teâlâ elçisine nasihat ederken: “Senin inzarın ancak zikre tabi olanlara ve gaybi olarak Allahtan korkanlara fayda verir” buyuruyor. Çünkü birçoğunun hakka bakan gözü, işiten kulağı, anlayan kalbi devreye girmemiştir. Yani vatandaşın o taraklarda bezi yoktur. Rabbimizin ifşasıyla:
“Allah onlarda bir hayır görseydi elbette onlara işittirirdi. Fakat işittirseydi bile yine onlar yüz çevirerek dönerlerdi” (Enfal 8/23) buyuruyor. Allah elçisi on üç yıl Mekke de Allah’ın dinini birinci ağızdan ayetler okuyarak anlatmaya çalışmasına rağmen sadece 144 insana işittirebilmiş olması, bizim tesellimiz olmaktadır. Çünkü her insanın kafasında oluşturduğu bir şablonu vardır. Seni dinlerken onunla dinler, onunla bakar, onunla anlar, onunla fikir sahibi olur. Bu nedenle toplum hevasına kul olmuş insan yığınları gibi durmaktadır. Allah’ın kulu olduklarını hatırlattığınız zaman yüzünüze boş -boş baktıklarını görürsünüz.
“Bil ki sen, ölülere işittiremezsin, arkalarını dönüp giderlerken sağırlara da daveti duyuramazsın.” “Sen körleri sapıklıklarından çevirip doğru yola getiremezsin. Sen ancak ayetlerimize inanıp da teslim olanlara duyurabilirsin.” (Neml 27/80-81)
Bu nedenle hevesimiz kırılmasın. Bizler o teslim olanları buluncaya kadar aramaya, bildiğimiz hakikatleri anlatmaya devam edeceğiz. Yakin /ölüm bize gelinceye kadar. (Hicr 15/99)
3-MÜCADELENİN EN GÜZELİ İLE MÜCADELE:
Bir toplumun düşüncesine karşı durulduğu zaman ne yaparsanız yapın; ne kadar doğru yaparsanız yapın günün birinde o toplumla mücadele etmek kaçınılmaz olacaktır. Çünkü düşüncenin doğasında bu vardır. Bu nedenle hiç bir Elçi içinden çıktığı toplum tarafından ayakları altına kırmızı halılar serilerek karşılanmamış tır. Şimdi bu elçilerin kusuru ne idi ki böylesine bir dışlanmayla karşı karşıya kalmışlardı? Elçiler, toplumun soy-sop bakımından en seçkin insanlarından seçilmişti. Ahlak ve yaşayış bakımından en mazbut simaları idi. İlim irfan olarak Allah’ın vahyine muhatap insanlardı. Bilmedikleri bir konu Rabbi tarafından bildiriliyordu. İnsanî olarak kemal sahibi idiler. Ancak bir “kusurları” vardı! Allah’ın vahyinden taviz vermiyorlar, halkın kınamasından çekinmiyorlar, Allah’tan başkasından korkmuyorlar, kimsenin hatırına konuşmuyorlardı. Kendi aleyhlerine bile olsa emrolundukları gibi olmaya çalışıyorlar; beraberindekilerin de aynı şeyi yapmalarını söylüyorlardı. Bunu yaparken kimsenin malına, canına, namusuna kem gözle bakmıyor, herkesi Rabbine, hidayete ve kurtuluşa çağırıyorlardı. Kendisine sataşanlara “selam” deyip geçiyorlardı. Kimseye hakaret etmiyor, hakir görmüyor, yanlışın karşısına doğrusunu koyarak düşünüp akletmeleri ve doğrusunu tercih etmeleri için tüm gayret ve samimiyetleriyle çalışıyorlardı. Bıkmadan usanmadan bulundukları yerde can güvenliği var olduğu sürece hakka çağırmaya devam ediyorlardı. Bununla birlikte Elçilerde taş değildi. Onlarda yapılan muamelelerden etkileniyor üzülüyorlardı. Allah Teâlâ onları vahiy ile teselli ediyordu:
“(Resûlüm!) Sen bu sözü (Kur’an’ı) yalan sayanı bana bırak (kendini üzme). Biz onları, bilmedikleri bir yönden yavaş yavaş azaba yaklaştırıyoruz.” “Onlara mühlet veriyorum. Doğrusu benim fendim çok sağlamdır!”
“Yoksa sen onlardan bir ücret istiyorsun da bu yüzden onlar ağır bir borç altında mı kalıyorlar?” “Yahut gaybın bilgisi onların nezdinde de, onlar mı (istedikleri gibi) yazıyorlar?” “Sen Rabbinin hükmünü sabırla bekle. Balık sahibi (Yunus) gibi olma. Hani o, dertli dertli Rabbine niyaz etmişti.” “Şayet Rabbinden ona bir nimet yetişmemiş olsaydı o, mutlaka, kınanacak bir halde ıssız bir diyara atılacaktı.” “Fakat Rabbi onu seçti de iyilerden kıldı.” (Kalem 68/44-50)
İşte bu sabır Medine’ye hicret edip cihada izin verene kadar devam etti. Bu örneklik kıyamete kadar bu yolun yolcuları için sergilenerek bu yolun metodu kılındı. Bu nedenle mücadele sürecinde karşılaşacağımız her türlü olumsuzluklara aynı anlayış ve aynı inançla katlanmamız; Allah’a sığınıp sabretmemiz gerekmektedir. Allah’ın elçilerini sapık, şair, mecnun, yalancı, kâhin, sihirbaz… Olarak niteleyenler; aynı düşünceyi gündeme getirenleri farklı mı göreceklerdi? Bunların hepsine işin başından hazır olmamız gerekmektedir. Onlar gibi bizler de mücadelenin en güzelini vermeyi şiar edinmeliyiz. Kur’an ile ahlâklanmaya, İnsanlara Kur’an ile öğüt vermeye, çağın ve çağdaşlığın her türlü hastalığını Kur’an’ın tedavi edeceğini ısrarla anlatmaya çalışacağız. Çünkü rabbimiz bunu bizzat müjdeliyor:
“Şüphesiz ki bu Kur’an, insanları en doğru ve en sağlam yola iletir ve salih amel işleyen müminlere büyük bir ecir olduğu nu müjdeler.” (İsra 17/9)
“Biz Kur’an’ı müminlere şifa ve rahmet olarak indiririz. Ama o, zalimlerin ise sadece ziyanını artırır.”(İsra 17/82)
Kur’an’ın şifası, sadece ona gönül veren Allah’tan olduğuna iman eden müminlere olması oldukça önemlidir. Onun Allahtan olduğuna inanmayan kimseler için “geçmişlerin masal ları” olmaktan öte bir anlam ifade etmediği yine rabbimiz tarafın dan bildirilmişti.(Neml 27/68) Bu nedenle inanmayan insanların ondan istifade etmesi mümkün değildir. Bu gerçekleri görme yen, Allah’ın ayetlerine iman etmeyen, hakikati arama peşinde olmayan insanların karşısında kim olursanız olun fark etmez. Zamanla Allahın elçilerine bile inanmayan bu zihniyetin bize de inanmıyor oluşları bizi ümitsizliğe düşürmesin. Fikrin tabiatı bu dur. Yüzlerce insana anlatırsın içinden bir tek insan çıkmaz mı?! Çıkmaz! Çıkmamış, kendinden başka inananı olmayan elçiler gelip geçmiştir tarihte. Biraz da anlamayanlar! Dinlemeyenler! İlgi duymayanlar! Düşünmeyenler! Şapkasını önüne koyup düşünsün. Kendi durumlarını düşünsünler. Hep kusur anlatan da mı? Anlamayanların hiç mi günahı, hatası yok? İşte rabbimizin cevabı:
(Ey Muhammed!) “De ki: Ne dersiniz? O Kur’an Allah tarafından gelmiş olup da sonra siz onu inkâr etmişseniz, o takdirde Hak’tan uzak bir ayrılığa düşenden daha sapık kim olabilir?” “Biz onlara hem ufuklarda ve hem kendi nefislerinde ayetlerimizi göstereceğiz ki, Kur’an’ın hak olduğu kendilerine açıkça belli ol sun. Senin Rabbinin her şeye şahit olması kâfi değil mi?” (Fussı let 41/52-53)
(Sonuç olarak Allah Teâlâ’nın elçisine tavsiyesi şudur: “Faydalı olacaksa insanlara öğüt ver.” (A’la 87/9)
“Sen yine de öğüt ver. Çünkü öğüt müminlere fayda verir.” (Fussılet 51/55)
“Biz onların dediklerini çok iyi biliriz. Sen onların üzerinde bir zorlayıcı değilsin. Tehdidimden korkanlara Kur’an ile öğüt ver.”(Kaf 50/45)
Rabbimizin ayetlerine bütün gönlümüzle inanıp, her hal ve kârda yolumuza devam etmek bizim vazgeçilmezimizdir. Bu minval üzere seferde olanlar, er veya geç zaferin lezzetini tadacaklardır…