ERCÜMEND ÖZKAN İLE İSLAMİ HAREKET ÜZERİNE (1)
İSLAMÎ HAREKETİN DÜŞÜNSEL GELİŞİM SEYRİ
Bugün, bile görüyoruz ki eyleme meraklı kardeşlerimiz, üvey kardeş olmalı bunlar herhalde, kendilerini şunu yaparak, bunu ederek, şurda yürüyüş, caminin önünde bilmem bayrak yakma gibi, kaplarını kültürel açıdan doldurma, İslam ile doldurma, İslam olmayanı temizleme, İslamla yıkama hadisesini ihmal ettiklerinden, haftalık cihadlarını vermişliğin rahatlığıyla, kasıla kasıla bir hal oluyorlar. Yarın için çok büyük, bugünkü olduğundan çok daha. büyük boyutlarda tehlikenin temelini atıyorlar bu İnsanlar. Hiç farkında değiller. Bütün iyi niyetleriyle yapıyorlar (iyi niyetin dünyada kökünü kazıyasım geliyor, elimden gelse. Çünkü bütün cinayetler iyi niyetle işleniyor).
Anlam Yayınları sayfa 205
A. Burak Bircan: Efendim, şimdiye kadar İslamî Hareket’in siyasal gelişim seyrini incelemeye çalıştık. Bu andan itibaren de olayı düşünsel gelişim boyutuyla ele almak, irdelemek istiyoruz. Çünkü önemli olan sanıyorum düşüncedir; zira her şey ondan doğuyor. Dolayısıyla biz öncelikle sizden genel bir değerlendirme yapmanızı istiyoruz. Genel değerlendirmenizden sonra, fikri ve itikadi mezheplerin kurumlaşmasına kadar olan dönemde İslami hareketin düşünsel gelişim çizgisi nedir, bunu rica ediyoruz.
Ercümend Özkan: Şimdi peygambere vahiy gelene kadar, kültürel bakımdan değerlendirilirse; Arabistan toplumu fazla kültür birikimi olan bir toplum değil. Çünkü fazla kalabalık yok. İdari bir merkez değil, stratejik bir merkez değil. Kendi başına, doğduğundan beri gözünü açmış, kendini çölde görmüş insanları yaşadığı bir yer. İşte birkaç belli yerleşim merkezi var. Medine gibi, Mekke gibi, Taif gibi. Arada birkaç göçebe kabile var filan. Zaten nüfus oldum olası, dünya kuruldu kurulalı, o gün bu gündür az Arabistan’da. Arazi o nispette büyük olmasına rağmen, (2,5-3 milyon km2) o gün nüfus Allahualem 250-300.000 kişi belki. Bugün de hala yabancı işçi dahil 9 milyon insan ancak var. Böyle insanı seyrek, göz alabildiğine büyük çöllerin, hiç insan yaşamadığı, çöller halinde olduğu bir yer. Ancak sahile yakın bölgede, gerek Kızıldeniz, gerek aşağıda Babül Mendep Boğazı, gerek Aden Körfezi, gerek Hadramut’a doğru, Hürmüz Boğazina doğru sahil çevreleri, yağmur alan tarıma elverişli, iskana elverişli olan bu bölgelerde insan var. Eski Ad kavminin, Semud kavminin yaşadığı yerler olarak rivayet edilen Sab’a ülkesi, işte melikesiyle meşhur olan, eski Yemen vs. Oraların dışında orta Arabistan böyle fersahlarca mil, yüzlerce mil, hiç insan eserine değil canlı eserine rastlayamıyorsunuz. Böylesi bir toplumda, medeniyetlerin buluşması, kavuşması, gelişmesi, halita (karışım) meydana getirmesi de pek mümkün olmuyor. Çölün sükûneti, düşüncedeki sükuneti, yani düşüncedeki çeşit azlığı somut sanki. Coğrafi, demografik zorunluluk olarak getiriyor. Sabiilik’ten bahsediliyor, o da kaç Sabii var adedini bilen yok neredeyse. Bir de Hıristiyan pek yok. Yahudi ise, yalnız Medine’de, var, Mekke Yahudi nedir, bildiği yok. Bilse de birkaç tane. Öyle birşey, yani cahili bir kültür. İbrahim (a.s.)’in Kabe’yi kurduğundan Cürhüm kabilesinin orayı yurt edinmesinden sonra nüfusunu orada çoğalıp tavattun etmeye (vatan edinme) başlayan İbrahim (a.s.)’ın getirdiği Tevhid Dini’yle ilgili kavramların yaşadığı ama, yer yer bozulduğu, deforme edildiği; bazı orjinal şeylerinin kaybettiği, bazı orjinalde olmayan şeylerin de kendisine eklendiği bir ülke. Zaman içerisinde tekevvün etmiş bir yapıda ve sade, sakin bir düşünce yapısı var. Fazla derin değil. Arap, işte çölde o derin gecelerde, parlak gecelerde bol bol şairlik yapmış, şiir söylüyor. Sevgilisiyle, şarapla, zamanla vb. alakalı şeyler. Yani fazla çeşnisi de yok. Çöle şiir yazıyor, gördüğü yıldızlara şiir yazıyor filan. Böyle bir ortam, daha ziyade geçim için, hayatın vahşice sürdüğü bir ortam. Yani doğal hayat var. Kim kimin bileğini büker de elinden alırsa o daha iyi yaşıyor. Yani, zayıf varsın ölsün. Yaşasın güçlü. Ama yine de bir ortamda, içinde yaşadığıyla tatmin olmayan bazı insanlar da var. Bu konuda belirginleşmiş bir insan Muhammed. Abdullah’ın oğlu Muhammed. Belli bir olgunluğa eriştikten sonra kavminin yaptığı her işe bakmamakla beraber, o toplumun, da bir ferdi. Derken vahiy geliyor. Düşünüyor, ediyor, filan ama içinden çıkamıyor. müşkülatın. Ne yapsın… En azından belli bazı şeyler düşünse bile, onların doğruluğu konusunda tatmin olamıyor. Kim teyid edecek onları. Evet sen haklısın, şöyle düşünmekle isabet ediyorsun gibi… İnsanlar hep buna ihtiyaç duyarlar. Örneğin inandıklarımızın doğruluğuna kesinkes inanıyorsak, bu Kur’an o doğruları tatbik ediyor ya da biz doğrularımızı Kur’an’dan alıyoruz diye böyledir. Dolayısıyla da O’ndan alınan doğruyu onun tasdik ediyor olması, bize kuvvet veriyor. Hani, “İnanıyorsanız güçlüsünüz..” ayetindeki espiri de burada yatıyor zaten. Yani eminseniz, hiç kuşkunuz kalmamış ise o ayetin doğruluğundan o şey size güç verir. Böyle bir ortam. Vahiy geliyor, ne olduğunu bilmiyor, malumunuz. Derken, o öncelikle kendisi inanıyor, peygamber olduğuna. Gelenin Râbbi Allah’tan olduğuna. Çünkü Rab olarak Allah’tan bilmiyor. Her ne kadar ortak koşmuyorsa da o da bilmiyor. Kureyş’in Allah’ı bildiğine Kur’an şehadet ediyor. O ortamda yani, Müslümanlık, birinci olarak salt Araplar arasında yani kültürel düzeyi karışık olmayan, kozmopolit olmayan Araplar arasında tedavül ettiğinde İslam’in fazla muhatabı yok. Bir şirk kültürü var.Mekke Döneminden bahsediyorum. Şirk kültürü de çok yalın bir kültür. Putlu bir kültür hepsi o kadar. Bu dönemde İslam dışı olan bu şirk kültürüyle, (muhatabı gayet açık) çatır çatır keskin çizgilerle kendini ayırıyor ve onlara vuruyor. Onların tabansızlığını, esassızlığını ilan ediyor, yani sizin bu putlarınızın hiçbir şeyi yapmaya gücü yetmez diyerek hiçe sayıyor. Yani gerçekten hiç olduğu için hiçliğine bastıra bastıra vurguluyor. Böyle bir ortamda İslam olan iyi İslam oluyor. Çünkü öbür tarafın, cahiliye kültürünün, gerçekten boş, tabansız, esassız, mesnetsiz olduğu görülüyor düşünenler tarafından.
A. B. Bircan: Saptırıcı unsurlar daha az yani.
E. Özkan: Tabii, fevkalade az. Günümüze göre değil, o güne göre çok daha az. Mesela Medine’ye göre çok daha az. Medine’de bir ehli kitap var, olmaz olsun. Olmaz olası bir Ehli kitap var Medine’de. O ehli kitaplar yok mu? Onlar berbat ediyor or- talığı. Müşrik ne yapacak, müşriğin gücü ancak kılıcına davranmaya yetiyor. Başka söyleyecek lafı da yok. İtirazı da mahdut, değil mi? Ve hemen şu küçük parmağımızla defedebileceğimiz bir itiraz.
A. B. Bircan: Düşünsel bir rakip değil.
E. Özkan: Ağzına sağlık. Ancak bedensel, fiziki bir rakip. Eşkiya takımı. İşte kafası bozuklu mu devesine biniyor. “Haydi zırhlarınızı kuşanın.” “Ne var?” “Muhammed’in üstüne gidiyoruz”. Aklı buna eriyor yani. Kaba bir güç. Düşünsel bir rakip değil, çok güzel bir deyim. Şimdi bu halde iken İslam çok daha rahat, daha doğrusu, Müslümanlar rahat. Çünkü fazla alternatifi yok. Ya öyle, ya böyle. Ama Medine’de işler çetrefilleşiyor. Medine’de fevkalade, kozmopolit kültür sahibi bir Yahudi zümresi var. Uç kabile adıyla anılan; Beni Kureyza, Beni Nadir, Beni Kaynuka. Bunların, asırların birikimiyle ortaya çıkmış, öylesine kozmopolit kültürleri var ki Beni İsrail kültürü içinde, Sabii kültüründen tut, tevhid dininin kültürüne kadar ne ararsan bulursun. Budizm’den tut, eski Yunan felsefesine kadar. Yani her şeyden var. Her şey var. Bu denli kozmopolit kültürle, yalın kültür sahiplerinin baş etmesi gerçekten zor oluyor. Bu yüzden de dikkat ederseniz Kur’an en çok bu kozmopolit kültür sahiplerine vuruyor. Onların tarih boyunca ne kadar kirli çamaşırı var, hepsini yüzlerine mütemadiyen vuruyor; “Beni İsrail, Beni İsrail, Beni İsrail…” Dumanını çıkarıyor. Yerle yeksan ediyor adetâ. Bunun bence en ana sebebi şu: bu kültür çok kozmopolit, çok karışık, yani birçok yönden, sanki akrep gibi, dokuz canlı diyelim. Dokuz canlı bir kültür. Bir şeyini ifşa ediyorsunuz, bir başka şeyiyle çıkıyor. Bir başka şeyini Orta’dan kaldırıyorsunuz, bir başka şeyle çıkıyor. Ama şirk kültüründe bu güç yoktu. Bu çok yönlülük yoktu, amip gibi çoğalıyor, yani. O tek hücreli bir kültür idi. Onu vurdunuz elinizin parmağıyla, geçti gitti. Bu öyle değil ki. Bunun sekiz canını çıkarıyorsunuz, dokuzuncu gene karşınıza çıkıyor. Bu, Müslümanlar’a epeyi kök söktürdü. Ve bu kök söktürme onların varlığına son verilmeyle bitmedi. Hani bugün TV’lerde gösterilen bazı kurgu filmler var. İşte, bilmem uzayda hangi gezegenden birtakım yaratıklar geliyor. Ne yapacaklar? Dünyayı ele geçirecekler. Ama, bulundukları hal ile ele geçiremiyorlar. İşte, seni buluyor mesela, sana rastlıyor filan yerde nöbetçi polissin, senin içine giriyor senin kılığında karakola giriyor, orayı duman ediyor. Onun kılığında vergi memuru oluyor, giriyor, maliyeyi duman ediyor. Yahudi kültürü de orayı duman ediyor.
A. B. Bircan: Burası çok önemli. İslam dışı bu kültürler çok önemli. Çünkü daha sonraki sapmalarda büyük payları var.
E. Özkan: Evet efendim, asıl tehlike bu. Öbür türlü yahu bu adama girme diyemezsin, karakolun komiseri bu adam. Ama bunun içine gezegenden gelen varlık girmiş. Anlatabiliyor muyum? Görünüşü bizden Karakolun komiseri Hasan Bey. Ama Hasan Bey bakıyorsun karakolu duman ediyor. Kudurdu mu bu adam? Adam kendinde değil. Başka yarlığı temsil ediyor İşte bu, Medine de Yahudiler vasıtasıyla Müslümanlığın ilk iğfal edicisi. Müslümanlar’ın kafasında İslâmı ilk iğfal eden, onlara ilk büyük zararı veren şey. Yoksa kureyşliler bir zarar vermiş değil. Kureyşliler’in zararı kılıçtan geldi, yani. Kılıçtan gelen zarar önemli değil. Bunlar öyle değil: Kureyşliler sizi öldürüyor. Ama fikrinizi öldüremiyor.
A. B. Bircan: Fakat, vaktiyle nebevi aydınlık ve Peygamber’in bunu. Yaşam da örneklemesi sanıyorum sapmaların baş göstermesini, toplumda etkili olmasını engellemiş.
E. Özkan: Efendim şöyle. Şimdi, Peygamber (a.s.)’ın Mekke döneminde, insanların İslam olma sürecinin uzaması münasebetiyle Müslüman olanlara uzun süre emek vermesi, onlar İslam kültürünün iliklerine kadar işlemesi ve tam bir ahlak haline dönüşme sağladı. Fakat Medine’de üzerine emek verilen insanlar için harcanan emek, insan sayısı arttığı için, azaldı; yani “sınıf mevcudu arttı”. Bugün Müslüman oldum diyen hemen İslam’ı öğrenecek hale gelemiyor. Bundan dolayı, Mekke’de 3-5 öğrencili sınıflar varken Medine’de 80-100 öğrencili oldu sınıflar: Bir de dediğim gibi çok yönlü ehli kitap kültürü var. Yahudilerin kültürü de ayrı bir menfi etken. Bunlar Medine’de işi sarpa sardırdılar. Fakat, Peygamberin en büyük çektiği zorluk da bu alçakların yüzünden. Bunların soktuğu fitneydi işin bir diğer yanı. Yani Peygamber hayatta iken, zaten nüfus fazla artmış değildi, bize gelen rivayetlere göre. Veda Haccı denilen, vefatından önce yaptığı Hacc’da işte 112.000, 114.000 insandan bahsediliyor. Ne kadar gitmeyen vardı? Haydi bunun üç katı da gelmeyen vardı veya 4 katı olsun. Toplam 500.000 kişi. Vardı Arabistan’da o zaman. Şimdi orada durum böyle ve dikkat edin bunlar mütecanis bir toplum. Anadilleri bir. Mesela Ömer’in, Ebubekir’in dilinde İslam tarihinde “ya bu Araplara ne oluyor, bu Araplar işte şöyle, şöyle. Bu Araplar Allah’ın ipine yapıştı.” Hep Araplar. Yani insanlarla Araplar eşdeğerde kullanılıyor. Bugün Anadolu’da Türkler’le Müslümanların eşdeğerde kullanıldığı gibi. Çünkü o gün Müslüman olanların %99.9’u Arap. Yani Arap olmayıp da Müslüman olan pek az. Beni İsrail’den varmış birkaç kişi. Farslı Selman varmış. Rum Süheyl varmış. Bir kaç kişi ne yazar ki! Onun için onları yok sayıyorsun. Bu mütecanislik, yani bir ırk mütecanisliği; görgü, bilgi, örf mütecanisliği, homojenliği, anadil birlikteliği, müşterek mazi birlikteliği, karşısındakilerle baş etmede, komple hareketi de sağlamada bir kolaylık, bir avantaj konumunda iken Peygamber’i takiben. Ebubekir’in gününde ve bilhassa Ömer’in gününde İslam Arab’ın dışına taştı. Daha evvel hiç olmadı değil de pek önemsenecek miktarda değildi. Ömer’in gününe nispetle önemsenecek nispetle değil. Ömer’in günündeki intişar, yani yayılma fetih yoluyla, sefer yoluyla o kadar arttı ki havuza o kadar su geldi ki, havuzda başından beri olan suyu kat be kat katladı. Yani mevcut Müslüman sayısını kat be kat katladı. Bu şunun gibi: yani, bir taraftan su akıtıyorsunuz, bir taraftan da ona göre şeker koyuyorsunuz. Dolayısıyla belli bir tatlılık oranını koruyorsunuz. Fakat koyabildiğiniz şeker miktarının. on katını gerektirecek kadar havuza yeni su akıyor. Fakat siz hala o kadar şeker koyabiliyorsunuz havuza, giderek o havuzdaki suyun tadı kalmaz.
A. B. Bircan: Afedersiniz, Kur’an’da bir ayet var: “Mü’min oldük demeyiniz, İslam olduk deyiniz” mealinde. Yani yığılmayla, fevç fevç insanın bu İslam Devleti’nin çatısı altında bulunabilmesiyle birlikte, eğitimin aynı boyutta gelişmemesi. Sanıyorum sizin söylediğiniz şey de o. Gelişmemesi nedeniyle belki bu insanlar İslam oldular, yani teslim oldular belki ama, içleri İslam’la dolmadı. Herhalde düşünsel olarak İslam’la hemhal olamadılar. Kaldı ki bunun acılarını sonradan çekeceğiz.
E. Özkan: Evet, aynen öyle. Şimdi dikkat edilirse bir de irtidat savaşları ve fetihler sırasında İslâm’ı iyi bilerek yetişmiş, yıllarını vermiş Kur’an’ı hıfzetmiş olanlar büyük bir süratle azalıyor. Şehit oluyor cephede savaşan adam. Zaten zaman geçiyor, yaşlanıyor. Onlar büyük bir süratle azalırken, yani eğitici durumunda, o keyfiyete ulaşmış insanların sayısı büyük bir süratle azalırken, eğitilmeye hazır, istekli, muhtaç, yeni girenlerin sayısı sayamayacağın kadar çoğalıyor. Öğretmen azalır, öğrenci çoğalırsa eğitim düzeyi ne olur arkadaş. Bunun cevabı; çocukların eğitim seviyesi düşer. Düştü. Ayrıca hüsnü niyetle dahi olsa gelen adam, belli bir yaşta geliyor. Diyelim, sen kırk yaşından sonra bu yirmi yedi yaşında, öbürü filan yaşta. Şimdi herkes o yaşa kadar içinde yaşadığı toplumdan iktisap ettiği, kazandıklarıyla beraber geliyor. Hani, askerde her bölgeden askere alınanları, daha talime çıkmadan karargahta, kışlada ne yaparlar? Koltuğuna birer takım elbise, iç çamaşırı, öte beri paket halinde verir, doğru hamama. Herkes, memleketinden getirdiği kirliliği, biti varsa biti, piresi varsa piresini, kiri varsa kirini, kenesi varsa kenesini atsın. Her ne ise, hamamda cıscıbıl olsun, yani memleketinden getirdiği çamaşırını da-soksun bir torbaya, hiç birinin kirliliğinin diğerine geçmesine sebep olmayacak bir ortamda, yeni verilmiş, giyilmemiş elbiseyi giyip girsin kışlaya. Bu, oradakilerin birinin getirdiğinin diğerine geçmesine engel olan kendinde kalmasını da ortadan kaldıran bir tedbirdir. Yoksa koğuşlarda bitten, hastalıktan geçilmez. Sende yoksa başkasında var. Her türlünün, kirlisi, pisi geliyor. Ondan sonraki düzeltmeler de dikkât ederseniz, sırayla verilir. Kültürel birikim hamamda olmaz; yani kültürel, kişiliğin temizlenme yeri hamam değil. Hamam gibi 2-3 saatte olacak şey değil. Ne kadar kirli olsan, orada 2-3 saat içinde yıkarsın, birisi de keselerse gıcır gıcır olur çıkarsın. İsterse kömürcü Olsun. Ama kültürel kirlilik bir saatte, iki günde, üç günde; üç ayda, üç yılda gitmiyor. Gitmiyor! Sana on senede yerleşen, on günde çıkar mı? Gitmiyor. Şimdi hem bunun zorluğu, hem de temizleyecek tellakın azlığı, yani eğitecek durumda olanların giderek azalması. Sonucu ne oluyor? Getirdiğin kirlilikle yaşayıp duruyorsun aramızda. Adın Müslüman olmuş, ama eski dinini yaşatıyorsun. Ne yapmışsın? İşte, yatıp kalkmışsın, sen de namaz kılıyorsun, o da. Konuşmuyorsun. Herkesi tanımak için nesi var, nesi yok, bozuk, düzgün, uzun uzun konuşacaksın. Deşeliyeceksin ki insan çıkarsın da çıkardığı şeylerden şu iyi, şu doğru, şu kalabilir, bunu, aman temizle diyelim. O da mümkün olmuyor. Bir de en büyük etken olarak siyasi iktidarın yani Muaviye’den başlayarak, hatta -Osman’dan başlayarak- siyasi iktidarların bu açıdan işi ciddiye almayıp, ya da alamayıp başka şeylerle uğraşmaları; Onları gündemin baş maddesi haline getirmemeleri de bu davayı bilgi bakımından yetim ve öksüz bıraktığından da bir şey yapılamadı. Dolayısıyla din haline geldi bunlar. Yani dışarıdan taşınan kültür İslam’la birleşti, özdeşleşti. Asırlardır kemikleşip günümüze geldi. Yani bir adımda kaç asır atlamış gibi oldu. Fakat bugün görülen manzara olayın temelinde yatan şeylerin o gün de bulunması.
A. B. Bircan: Peki, burada bir parantez açarsak İslami Hareket iddiasındaki yapıların, hareketin belirli aşamasında, eğitim olgusunu biraz daha arka plana itip, eyleme yönelmesi de beraberinde ilerisi için bir tehlike doğuracağının bir delili değil mi dir?
E. Özkan: Fevkalade önemli bir nokta bu. Gerçekten önemli. Bugün, bile görüyoruz ki eyleme meraklı kardeşlerimiz, üvey kardeş olmalı bunlarherhalde, kendilerini şunu yaparak, bunu ederek, şurda yürüyüş, caminin önünde bilmem bayrak yakma gibi, kaplarını kültürel açıdan doldurma, İslam ile doldurma, İslam olmayanı temizleme, İslamla yıkama hadisesini ihmal ettiklerinden, haftalık cihadlarını vermişliğin rahatlığıyla, kasıla kasıla bir hal oluyorlar. Yarın için çok büyük, bugünkü olduğundan çok daha. büyük boyutlarda tehlikenin temelini atıyorlar bu İnsanlar. Hiç farkında değiller. Bütün iyi niyetleriyle yapıyorlar (iyi niyetin dünyada kökünü kazıyasım geliyor, elimden gelse. Çünkü bütün cinayetler iyi niyetle işleniyor).
A. B. Bircan: Evet burada bir de şu olgu var, sanırım. Dikkat edersek tarihi süreç içerisindeki bir takım sapmalara bakıldığında bunların kaynağının düşünsel olmadığını, daha çok siyasal olduğunu; daha sonra düşünsel, akidevi boyuta kaydı- ğını görüyoruz. Siz de biraz önce işaret ettiniz. Şimdi bu açıdan bakarsak, daha sonraki düşünsel ve itikadi farklılıkların temelinde siyaset vardı diye bir yargıya varırsak; bundan sonraki gelişim nasıl değerlendirilebilir sizce?
E. Özkan: Zaten Abdullah Bey, hemen hiçbir şey yoktur ki siyasi niteliği olmasın. İslam’ın da bizzat kendisinin siyaset oluşu gibi, her fikir bir siyasetin ürünü, ya da her siyaset bir fikrin ürünüdür. Yani bunları birbirinden ayrı görmek, görmeye çalışmak ve ayrı olduğunu sanmak gaflet olur. Örneğin, Beni Haşim ile Beni Ümeyye, iki Kureyş kabilesi olarak birbiriyle yarış halinde idiler. Daha önceki bir konuşmamızda da bahsetmiştik. Bunların “biz bu işi yaparız onlarla yarışı biz kazanacağız”, diye benliklerini önde tutmaları bir siyasettir. Eğri bir siyasettir, yanlış bir siyasettir, ayrı bir mesele ama siyasettir. Bu itibarla fırsatı tam yakaladığını sanan Beni Ümeyye, Beni Haşim’in dalına binmiştir. Ali’yi itibarsız yapmıştır. Hatta, bu arada kendi adamının iki paralık duruma düşmesine bile göz yummuştur. Osman Bin Afvan, o da Beni Ümeyye’den biliyorsunuz. Muaviye Allah için hareket ediyor olsaydı, Osman’ın Medine’de, davul kendi boynunda, tokmak Mervanin elinde iken gördüğü aksaklıkları giderirdi; Şam’daki kudretiyle elli kere o Mervan’ın elini kolunu keser, ocağını yakar, nefesini tıkardı. Hiçbir, şey yapılmadı; isteseydi Osman’ı bu kadar aşağı düşürtmezdi; Hem Osman’ı düşürtmezdi, Osman bir yâna İslam Devletini, İslam toplumunun kaderini böylesine tehlikeye atmazdı. Yok, adam pusuya yatmış adeta. Yani İslam Devleti de gitmiş, Osman da gitmiş. Hasan da gitmiş, fark etmez. Yeter ki sonuç bize gülsün. Sanki sonuca bakınca insan, içinden böyle düşünüyor, böyle diyesi geliyor insanın. Düşünemiyorlar anlatabiliyor muyum? Böyle olunca şimdi bunun adı siyaset değil mi? Bu da siyaset. Bu siyâset değil mi, yalnız bizimki mi siyaset? Humeyni’nin ki mi siyaset. Bu da siyaset. İslamizasyon bir siyaset değil mi? Şimdi siyasi, itikadi ve fıkhi mezheplerin, daha sonra kurumlaşan mezheplerin tabanı, ipuçları daha peygamberin gününde var. Var ama toprağın altında kalmış. Yani onun serptiği vahiy kültürünün altında kalmış. Ama kaybolmuş demek değil, silinmiş demek değil. Pusuya yatmış, yani şimdilik gün bize gülmüyor, duralım arkadaş, kıyam etsen ne geçer eline, bir şey geçmez. Bastırılırsın. Ne zaman? Günün biri gelir, fırsat geçer ele, diye bekleyenler var. Anlatabiliyor muyum? Bekleyenlere fırsat geçmiş: Örneğin, Abbâs peygamber, ölene kadar hiçbir şey yapmamışken, peygamber öldükten sonra, gidip boyuna (Fatma’nın zaafını biliyor) “babanın şuradaki arsasını iste, babanın buradaki…” Yani, Ebubekir’in başarılı olmasını istemediğinden Ebubekir’in başına çorap örecek. Beni Haşim, Ebubekir’in mensup olduğu kabileyi küçük görüyor ya. Yâni onun olmasını bir türlü hazmedemiyor. Ben de olayım diyemiyor. Çünkü en sona kalmış biri olarak onu söylese, millet onun ağzını tıkar. Ben de lider olayım diyemiyor. Aslında derdi kendisi. Yani Beni Haşim’in elinden çıkmasın liderlik. Ama diyemiyor. Kime dedirtecek, hatırı sayılanlara. Onların da tabii akıllı olanı, kafaya gelir mi? Gelmez. Ne yapıyor? Gidiyor, Fatma gibi saf birine söyletiyor. Ebubekir’in üstüne yürütüyor. Gidip, gidip .Ebubekir’in başını ağrıtıyor, ağrıtacak başka bir şey kalmamış gibi. Ali’yi de etkiliyor. Ali de zayıf. Altı veya sekiz ay Ebubekir’e biat etmediğini bütün tarihler yazıyor. “Nedir? Derdin ne senin?” Sakar bir tarafımı var bu adamın yani, derdin ne? Ebubekir’in noksanı, kusuru ne?! Yok anlamına söylemiyorum. Ama nedir? Yani ona senin böyle sapık bakmanın sebebi ne? Adam vahyin dışına mı çıktı? Peygamber’e ihanet mi etti? Senden daha fazla ilgi göstermiştir adam. Sen nesin? Ebubekir, iradesi, şahsiyeti oluşmuş, müstakil bir şahsiyet kırk yaşında. Kırk yaşına kadar O’nun arkadaşı olduğu gibi, yeni devrede de O’nun yürüdüğü yolda O’nun arkadaşı olmuş ve bunu kendi seçmiş. Ben, Ali’nin Müslüman oluşunu hafife almak için bu tabirleri kullanmıyorum, dikkat edin. Ama ikisi arasında çok fark var arkadaşım. Yâni, bir memur düşün, bana muhtaç, o da sen de benim yüzüme gülüyorsunuz. Şimdi ikinizin yüzüme gülmesi, yani benim fikirlerime yakınlık göstermesini, aynı terazide mi tartacağım ben Abdullah Bey? Bunu demek istiyorum. O samimi değil, anlamına söylemiyorum. Fakat senin ki daha değerli. Sen müstakil kişiliğini bana bağlıyorsun, öbürü zaten bana bağlı kişi.
A. B. Bircan: Şöyle bir anlam çıkıyor, ama sanıyorum kastınız bu değil. O açıdan sormak istiyorum. Yani Hz. Ali’nin Müslüman oluşu; peygamberin yanında yetişmesinden, kaynaklanıyor…
E. Özkan: Değil efendim.
A. B. Bircan: Yani daha uygun bir vasatta İslami tanımıştır…
E. Özkan: O ayrı iddia şimdi, mesela, benim oğlumu kendi çizgime getirmem, kimse tarafından fazla takdire layık görülmeyebilir. Genellikle evlatlar babalarla her ne kadar tam değilse de aynı çizgide olur ve bu bir övgüye vesile olmaz iken elin adamı benimle aynı yolda oldu mu o bir başarı sayılır benim haneme. Ali ile Ebubekir’in durumunu bu açıdan kıyas ediyorum. Anlatmak istediğimi anlıyorsunuz yani. Şimdi benim öğrencim, oğlum yaşında Kürşad’ın benim gibi düşünmesi bir yana, bir de benim yaşımdaki birisinin benim gibi düşünüp bana kendini bu düşüncelerden dolayı bağlaması ayrı; hiç aynı kefeye konmaz. Bu daha gençtir ama öbür adam için beklenecek şey yok. O artık ununu elemiş, eleğini asmış bir adam olduğu halde buna evet demişse onda bir iş aranır. Ama diğerinde pek aranmaz. Yaşla, bilgiyle, deneyimle birçok şeyle insanlar tartılır. Abdullah Bey öyle değil mi? Yani Ebubekir ile Ali’nin ki si kıyaslanırken de bunu anlatmak istiyorum.
A. B. Bircan: Evet, siyasi, itikadı, hukuki mezheplerin ta o zamandan uzantıları var, demiştik…
E. Özkan: Uçları tabii. Yani efendim tefekkuh, biliyorsunuz, doğruyu bulabilmek için, gereğince düşünebilmektir. Allahu Teala Kur’an’da öyle ayetler göndermiştir ki tarağın dişleri gibi herkesin onlardan aynı şeyleri, çıkarması mümkündür. Ayetler var, kimsenin başka türlü düşünmesine elvermiyor. Kimileri de var şöyle anlayabileceğin gibi böyle anlamaya da müsait şekilde varit olmuş. Bu öyle, iken, bir de insanların aklıyeti, kavraması, kabiliyeti, muhakemesi ve birikiminin birbirinden farklı oluşu, ister istemez tefekkuhda farklılıklar, fıkhetmede farklılıkların ortaya çıkmasına sebep olacaktır ama, peygamberin karizması, ve kişiliği, Allah tarafından yanlışlarının düzeltiliyor oluşu, onun gününde bu farklılıkların pekortaya çıkmasına engel oluşturmuş; yani Ebubekir de Ömer de, 0’na teslim olmuş. O ne diyorsa “amenna ve saddakna” diyorlar mesela. Kendi görüşlerini de peygambere anlatabiliyorlar, dinliyor ama sonuçta kararı peygamber veriyordu. O ne derse öyle yapıyorlardı. Şimdi peygamber, yani o ağırlık üstlerinden kalkınca, bunların her biri de birer ağırlık. Birinin diğerinden tefekkuh farklılıkları vardı ve çıktı da ortaya. Ama birbirlerine girmelerine neden olacak boyutta değildi. Olamazdı, onlar bunun bilincindeydiler. Bu yüzden de ihtilaflarına neden olmadı. Ebubekir iktidardayken, yani reisken, Emirel mümininken Ömer diyor ki: “insanlar ne kadar zaman evvel Müslüman oldu Ne kadar Kur’an’dan çok biliyor. Ne kadar takvalı olduklarına göre, fazlasına fazla, azına az vermeli.” Ebubekir diyordu ki, “bu fikir çok ütopik, bunu uygulamak mümkün değil. Çıkılmaz bu işin içinden. Allah çıkar ancak. Ben eşit vereceğim.” Allah, söylediğin farklardan dolayı farkı ahirette verir. İnsanlar arasında, şimdi sana fazla verdim, takvan fazla diye. Bu sefer bu alınacak, benim takvam az mı diye. Hadi bakalım iyi yolda olmamıza rağmen kötüye çıkacak adınız, Ömer ikna olmamasına rağmen, “emirin reyi gizli, aşikar ümmet içindeki ihtilafı kaldırır” diye sonradan kaideleştirilen şeye uyarak olay karşısında susmayı tercih etti. Sonuçta birimizin dediği olmalı, hepimiz; mubah diyor olsak bile. Herkes bildiğini okursa o yerde otorite kalmaz. Ömer onun baş yardımcısı olduğu sürece onun görüşleriyle âmel etti, inanıyormuş gibi. Ne zaman kendisi halife oldu. O zaman kendi görüşünü uyguladı. Ondan rivayet edilen bir haberde diyor ki “Ebubekir kardeşim çok haklıymış, ben gerçekten bir Hayal peşinde koşmuşum. Olacak iş değilmiş benim görüşüm. Eğer gelecek sene ümmet mülkiyetinin dağıtım zamanına yetişirsem, kendi görüşümden vazgeçeceğim. Ebubekir kardeşimin görüşüyle amel edeceğim.” Hakikaten zor. Bunun kantarı yok; terazisi yok. Takvayı nasıl ölçeceksin? Bir hareketini görüyorsun, sahabi gibi adam diyorsun, bir başka hareketini görüyorsun, Allah muhafaza tabiin bile olamaz. O zaman bu değerlendirme ahirette… O bakımdan, fıkhi ihtilafların temeli var. İslam doğal bir şey. Ben şu konuda şöyle düşünüyorum, sen de böyle düşünüyorsun. İhtilaf da değil. Belki zenginlik bu. Doğadaki madde çeşitliliği, bitki çeşitliliği gibi Siyasi derken, siyasi şeylerin de uçları vardı tabii. İslam da değil ama İslam dışı unsurların devam eden, fakat köreltilmiş uçları, otorite zayıflayınca kendini gösterdi. Ortaya çıktı.
A. B. Bircan: Şimdi, bu bağlamda, itikadî boyutu inceleyelim isterseniz.
E. Özkan: İtikadı mezheplere gelince, itikadi mezhep konusunda, ne Kur’an’da biri diğerinden farklı anlaşılmaya müsait ipucu var ne de peygamberin gününde İslami ondan öğrenen ihsanların böyle bir temayülü var. Hiçbir Müslüman’ın inancı itikad bakımından birbirinden farklı değil. Hepsi itikadını Kur’an’dan alıyordu. Ama ne zaman ki siyasi mezhepler aldı başını herşeye hakim hale geldi; o istikamette Kur’an’i yorumlamalar sonucu, Âli’nin Şia’sı, Ehli Sünnet, vs. diye günümüze kadar târihi süreç içerisinde gelişip bugünkü halini alan anlayışlar ortaya çıktı Mesela Mehdi, mesela masumiyet inancı, peygamberin masumluğu bunlara birer örnektir. Kur’an’da müşrikler onu suçluyorlar. Yani “sen, bizi, birbirimize düşürüyorsun. Şunu yapıyorsun, bunu yapıyorsun.” Allah peygamberinin masum olduğunu söylüyor. Yani onu değil, suçlarsanız beni suçlayın. Ben onu elçi olarak gönderdim. Ben söyletiyorum bu şeyleri. O yüzden aranızda ihtilaf çıkıyorsa suçlusu benim. O masum, o elçi diyor. Yani elçiye zeval var mı? Yok anlamında masum. Yani, yoksa günah işlemez şekilde yaratıldı değil.Bunu, onun şahsını da aşacak, şâhsı için bile günah işlemezliği söz konusu değil iken; işledi mi? şeklinde sormanın hiç gereği yok. Öyle yaratılmadı yani, günah işleyebilir şekilde yaratıldı ama, o işlemedi iradesiyle. O’nun sulbünden gelenlere de bu özelliği yamayan siyasi görüş Ali’nin Şia’sı, ve Ehli Teşeyyu bugüne kadar çıkageldi.
A. B. Bircan: O konuya gelmeden önce, siyasî nedenlerle, özellikle de gayrî İslami kültürlerin etkisiyle peygamberlik olgusunun belirli amaçlarla saptırıldığını görüyoruz. Çünkü dikkat ederseniz daha sonra yarı tanrı bir tip ortaya çıkıyor peygamber yerine. Yani “kul ve resul Muhammed” yerine, yarı tanrı bir tip karşımıza çıkıyor.
E. Özkan: Yanılmaz, yanıltılmaz, kazuratını arzın haya edip hemen içine yuttuğu, idrarının esansa dönüştüğü, ölmemiş ve aramızda hala dolaşan dahası mı? Dediğin gibi yarı tanrı bir masal kahramanı.
A. B. Bircan: Evet, yani bu anlayış, ne peygamber döneminde, ne Hz. Ebubekir devrinde, ne Hz. Ömer döneminde, hatta ne Hz. Osman döneminde söz konusu değil.
E. Özkan: Bu anlayış var, ama kimde var biliyor musunuz? Ehli kitapta var: Kendi peygamberlerini bu hale getirmiş Ehli Kitap da var. Müslümanlığın çok ağır baskısı altında onlar ses çıkaramazken, buldukları avanakların çenesinin altına girip Yahudilik’te böyle var demiyor da işte peygamber böyle söyledi, sizin peygamberiniz de yüce, bilmem ne o kadar yüce ki İsa’dan aşağı mı kalacak? filan derken, güya peygamber yarıştırıyor. Yani bizim peygamberimize daha üst paye verecek. Belki garibin aklı kıtlığından kanıyor. Bakıyorsun idrarını esans yapıyor.
A. B. Bircan: Bu arada, Muaviye’nin tahakkümü sonucu, Kur’anın hakemliğinde ve Sünnetin, çizdiği çerçeve içerisinde bir tartışma, danışma istişare ortamının olmaması siyasi iktidarın tercih ettiği düşüncenin adeta her yerde ön plana çıkıp, diğerlerinin ise adeta günümüz tabiriyle yeraltına girmelerinin de bu sonucun ortaya çıkmasında büyük etkisi var sanıyorum.
E. Özkan: Tabii, tabii. Her zaman olur zaten. Yani şimdi bir bitki, rahat büyümek istiyor. Baskıya gelmiyor; Kimde varsa bir düşünce bunu uygulayın. Genellikle insanlar zayıf. O inşanı baskı altında tutarsanız düşüncesinden dolayı; düşüncesi deforme olur. Saklar, takiyyeye başvurur. Kimi yerde söyler, kimi yerde söylemez! Reaksiyoner olur. Baskıya karşı tepıkisel düşünceler geliştirir, derken saf olarak, kendi hâlinde teşekkül edecek düşünce doğru veya yanlış olsun sonuçta o halden çıkar ve hormon nesli gibi olur. Yani gayri tabii, gayri doğal, doğa dışı gelişir. Doğa dışı gelişen, baskı altında gelişen kişide ise anormal bir vücut gelişmesi olur. Bu da çarpıklıkları kaçınılmaz olarak üstünde bulundurur. .
A. B. Bircan: Sanki İslamın yayılış tarihinde de öyle olmuş.
E- Özkan: Tabii, efendim. Mesela ben size açıkça söyleyeyim bugünden. Biz de insanız, onlar da insan. Ben o günü yaşamadım, görmedim. Sen de görmedin. Aramızdan 1400 yıl geçmiş. Ama, biz de insanız, onlar da insan tabii. Biz de bugün aynı Kur’an ile muhatap, onlar da aynı Kur’an ile muhatâpsa. Biz de bugün bir siyasi iktidar ile barışmadığımız, uzlaşmadığımız siyasi iktidar altında yaşıyoruz. Onlar dâ kendileriyle uzlaşmadığı bir siyâsi iktidarın altında yaşıyorsa; ben burada ne çekmişsem, üç aşağı beş yukarı onlar da orada aynı şeyi çektiler. Ne görüyorsam; onlarda orada aynı şeyleri gördüler. Şimdi, burada benim gibi düşünmeye yatkın dünya kadar adam olduğu halde, sonuç aynı olmadı. Gördüm ben bunu otuz iki yıl içerisinde. Fakat, gördüm ki, siyasi iktidarın baskısı, tehdidi, üzerlerine varması, üzerlerine değil, üzerimize gelmesi sonucu, bir ben ayakta kaldım. Bir çoğu fırttı çıktı, koydu gitti. Korkusundan kimisi “yok ben öylesini doğru bulmuyorum” diye yani, rejimin korkusuyla değil de baskısıyla değil de, kendisi her şeye rağmen böyle düşünmüş gibi başka şeyler geliştirdiler. Kimisi zayıflığından “efendim, asistanlığım işte bir kabul edilsin, işte ondan sonra gör beni” bekledik, göremedik. “Doçentliğim kabul edilsin. İşte ondan sonra gör beni”,- “Profesörlük bir kabul edilsin,” ondan sonra, ondan sonra, beni tutan olmaz.” Ama, tutulacak hiçbir yeri kalmamış. Ortada bir şey kalmamış. Hep böyle kayboldular. Bu kayıplarda büyük pay, siyasi rejimin baskısı tabii. Suç hep ev sahibinin değil, hırsızın da suçu var. Çünkü aynı tazyik bana da uygulandı. Ama ben dimdik ayakta kaldığım halde onlar toz oldu, geçti gittiler, kayboldular: Şimdi, o gün de bunlar aynen oldu. Fazlasıyla azıyla, onlar da toplum nezdinde çok tu kaka kalıyorlardı. Mesela Mutezile. Evet bir sürü yanlış düşünceleri var ama, insanlara hemen kafir demiş gibi algılanıyor toplumumuzda. Eğer öyle diyeceksen bile, küfrettikleri konulara tahsis, et de onun dışına taşırma. Çünkü, haddi aşmış oluyorsun. Sen hesabı veremezsin bu sefer. Yani onların hesabını veremeyeceğin şeyler var ise senin de hesabını veremeyeceğin şeyler çıkarıyorsun ortaya: Niye böyle yapıyorsun? Efendim, Hariciler işte şöyle. Haricilerin isabet ettiği bir sürü şeyler var. Ehli Teşeyyu şöyle. Onlar böyle kafir de şöyle sapık da. Öyle şey olmaz. Sapıttığı yerler varsa, ona şurada sapık de, burada da isabet etti de. Bunlar onun kötü tanınmasına sebep oluyor. Mesela bizim için demedik şey bırakılmıyor, bir takım çevrelerce. Tıpkı Kureyş’in Mekke’de peygamberimize yaptığı gibi. Yani kimse beni dinlemesin. Dertleri bu. Dinlememesi için ne demeli? “Ya, onun düşünceleri bizim gibi değil, kabul etmiyoruz ama, değişik düşünceler” derse mahzurlu. Adam korkmadan gelecek, neymiş şu değişik düşünce. Şunu bir dinleyeyim diyecek, ama böyle demiyor adam, “O mu? O Ankara’da genelev işletiyor. O’nun iki tane barı var.”, “Bilmem ne? Müslümanım diyen, Müslümanlığa hevesi olan bir adamın ne işi var barcıyla, kerhaneci ile. “Onunla konuşulmaz” Kaç kişiden işittim. Yahu niye konuşulmaz. Peki, kimi yedi, kimi dövdü arkadaş. Ama herkes öyle söylüyor. Bir bana mı? Peygamber’e de öyle işte. Kendilerini zapt edemiyorlar gidip konuşuyorlar. Görüştükleri zaman: “Aman bizi görürlerse! Bir daha gitmeyelim” diyorlar değil mi?
A. B. Bircan: Bu noktada şunu sormak istiyorum Özellikle İslamın yayılış tarihi içerisinde bu bahsettiğimiz dönemleri 1., 2., 3. yüzyıllardan bahsedenler genelde sorunlarımızın kaynağını dışarıdan ararlar, Ka’b ul-Ahbar’da ararlar. İbni Sebe’de ararlar. Ne bileyim, dış faktörlerden ararlar. Oysa görüyoruz ki olayın kökeni içimizde kendimizden kaynaklanıyor.
E. Özkan: Bu Ka’b’ül-Ahbar, İbni Sebe diye birisi varsa, onlar mikropsa diğerleri de bizim bedenimiz. Şimdi mikrop peygamber döneminde de var. Her vücutta vardır mikrop. Ama hangi vücutta tesir eder, hastalık yapar? Zayıf vücutta. Peygamberin vücudunda, bir etki göstermiyor bu mikrop. Ömer gibi adamın, Ebubekir gibi adamın başı bulunduğu vücutta da mikrop var değil mi? Bu adamlar, onlar ölür ölmez mi doğdular? Onların, gününde Ka’b’ul Ahbar yok muydu? Vardı. Ama niye bir hâlt edemiyordu? Zindeydi. Zinde, yani güçlü. Ha, o güçlü vücutta mikrop ne yapacak!
A.B. Bircan: Evet. Yani siyasi iktidarın etkisiyle Kur’an devre dışı kalmaya başlamış. Peygamber, gerçek kimliğinin dışında, adeta giderek mitoloji kahramanı haline dönüşmeye başlamış. Artı, çok önemli iki çığır açılmaya başlamış. Ve her ikisi de siyasi iktidarın baskısı nedeniyle yeraltına girmenin sonucu. İlki Şia’nın yeraltına kayarak oluşturduğu düşünce, ikincisi de yine bundan kaynaklanan, fakat Hint ve Yunan felsefesinden ve diğer kültürlerden de beslenen bir tasavvuf anlayışı. Şimdi bunlar, dikkat ederseniz 2. yüzyılda adeta yavaş yavaş kendilerini göstermeye başlıyor. Başlangıçta fitneye karışmamak, Muaviye’nin Yezidin zulmünden kaçmak maksadıyla başlayan, çok masumane hareketler iken veya siyasi muhalefetken bunlar, daha sonra bakıyoruz ki bunlar adeta İslam düşüncesini içten içe kemirecek bir kurdun büyüme belirtilerini gösteriyorlar. Burayı biraz deşebilir miyiz?
E. Özkan: Efendim aynen öyle. Mesela, bugünbakalım ve o güne hemen ışınlanalım. Bugün bakıyorsun falan vilayette, falan adam ölmüş. Bilmem ne şeyhi deniyormuş. Kabirden, adamın cesedini başka köylüler, alıp veya çalıp götürüyorlar. “Efendim, bizim köyde türbesini, yapacağız,” Bunlarla kırılıp geçiyor gazeteler. Aynı gazeteler, hiç kimseden duymadıkları sözü benden duyuyor Devlet Güvenlik Mahkemesinde; bir satırını yazmıyorlar. Yani batıl fikrin yaygınlaşması, topluma mal edilmesi, topluma iletilmesinde kendine düşeni % 100’değil, %200 yapıyorken; ulaşmasını istemediği doğru fikirleri millete cesaret verecek, doğru yolu gösterecek fikirleri, kesinlikle yazmıyor. O gün de aynen böyle yapılıyordu. Eski Yunanın düşüncelerin boyuna Süryani mütercimlere Şam sarayı para akıtıyordu. Ne işin var senin. Elinde Kur’an varken, önünde peygamber yaşamışken. Ne işin var, senin Yunanın safsatalarıyla! Havanda su dövme şeyler Yunan filozoflarının sözleri.
A. B. Bircan Varsa bile, önce bir dinini öğren de, ondan sonra bakı ver
E. Özkan: Gerek de yok efendim. Bak ayrı bir mesele. Boyuna tercüme ettiriyorlar. Yok efendim, Yunan filozoflarının işte “ameli insan kendi mi yaratır?” Mecbur mudur? türü sözleri. Bunlar hiç gündeminde yok İslam’ın, olmadı da hiçbir zaman. Ama eski Yunan’dan taşınan düşünceler sonucunda Cebriyeler, Kaderiyeler yok bilmem neler. Bir sürü kelamcılar, bir sürü itikadi mezhepler türedi, bilmem anlatabiliyor muyum? Bu siyasi iktidarın göz yumması sonucudur. Yoksa, kim para etmeyen şeye çalışır da aktarır. Yani istedi adeta siyasi iktidar. Yani varsın toplum bunlarla meşgul olsun,ben de işime bakayım. İşi ne iktidarın? Varsın sapık iktidar olursa olsun. Cehenneme de adam lazım. Yahu, nasıl yaparsın sen bunu? Titremen lazım. Ama rahatlıkla göz yummuş. Birisi çıkıp Orta Asya’dan geliyor. Hiç sesini çıkarmıyor. Mesela bü sayıda yayınlayacağız reenkarnasyon/tenasüh konusunu. Şimdi bu düşünce eski Hind dinlerinden bize geçmiş; ruhun işte benimsediği düşük değerleri yaşamanın kötülüğü dolayısıyla giderek alçalıp hayvanda, gitgide böcekte, şunda bunda kendini göstermesi. Yücelerek de giderek melek ve Allah olması. Yani beden gezmesi veya Fenafillah. Aynısını Rubailer, rinde Celaleddin Rumi yazıyor. Benim ruhum diyor, vaktiyle bitki idi diyor. Sonra ihsan oldu. Biraz’ daha yükseldim diyor, melek oldum. “Ondan sonra da diyor, Allah ile bir olacağım diyor, aynen Hind dinlerinin naklini yapıyor. Taşımış adam. Fakat siyasi otoritede yok. Üstelik Moğollar’ın casusu bu adam Anadolu’da. Yedi bin deve parasıyla geliyor efendim. Mikail Bayram, Selçuk Üniversitesi’nde tarih hocası. Vesikalarıyla isbât etti; Kâyseri’de bir toplantıda. Mevlânâ’nın Moğollar’ın Anadolu’yu istilâlarında önce, istilaya Anadolu’yu daha hazır hale getirmek için gönderdikleri bir casus olduğu üzerinde bir sürü vesika var. Mikail Bayram açıkladı. Hakikaten Moğollar geldiğinde kim ne yapacağını bilmez halde, herşey karman çorman. Adam, namaz kılmayan, gece gündüz, içki içen Şems’i Allah’tan daha üstün tutuyor. “Ben O’yum, O benim” diyor. O’na itibar ettiği kadar Allah’a itibar etmiyor. Yalnız bütün, dibine pislik doldurduğu çömleğin üstüne de “Ben Kur’an yolunun bilmem topuğuyum, Muhammed’in ayağının tozuyum” diye iki parmak tereyağı çekmiş. Altı pislik, dolu, evet. Bu pazarda tereyağ satıyor. Millet de üstüne bakıyor. İşte bu lafına bakıyor. Çünkü dünya kadar adam da hep bunun üzerine bakıyor. Oğlum, buna ne derler biliyor musun? Türkçe dersinde bir söz okutmuşlardı. Kompozisyon dersinde sormuşlardı. “Zehiri hiç bir zaman tasla, teneke kupa içerisinde sunmazlar. Altın kupadan kendini sakın”. Zaten sana zemzem, bal şerbeti verseler paslı kupadan, o tas seni onu içmekten alıkoyar iken, zehirli şeyi sana onda verirlerse onu hiç içmezsin. Tasından dolayı, yani içinde zehirini gördüğünden değil. Ama altın kupanın içerisinde verilince, peşinen insan ona aldanıyor, peşinen altın gibi oluyor yani: Değerli şey olur diye bir dikişte içiyor. Zehir olsa ayvayı yedin. Zehir içmiş olursun. Böyle, çömleğinin ağzına iki parmak tereyağı sürdü mü, tümü tereyağı olanla ağzında iki parmak tereyağı olan çömlek birbirinden farkedilmiyor. Çünkü tadsan bile, topu topu yarım santimine küçük parmağını batırıp ağzına götürürsün. İkisinin de o kadarlık yarı tereyağı. Yarım santiminde ikisinde de tereyağı, var Orayı aldın mı ikisi birbiriyle aynı. Tereyağı aldım diye eve görülüyorsun. Altı patates çıkıyor.
A. B. Bircan: Efendim, tevhidi bütünlüğün bozulmasıyla birlikte, bu gelişmelerin akabinde bir tartışma, kaos dönemi, adeta ithal edilmiş bir takım sorulara cevapların arandığı dönemler…
E.Özkan: Ve bugünkü 19 meselesi gibi. Bilgisayar efendi hazretleri ortaya koydu.’Bir deli göle taş atıyor kırk akıllı çıkaramıyor!
B. Bircan: Suni sorunlar ortaya konuluyor ve bu sorunlara, tartışmalarla cevaplar bulunmaya çalışılıyor. Ve siyasi iktidarın yapısı da bu tür tartışmaların ortaya çıkmasına müsait. Hatta tabiri caizse, siyasi iktidarın yağcısı konumundaki, “ulema” sınıfı da bunları siyasi iktidara taşıyor ve siyasi iktidara taşıttırıyor. Yani siyasi iktidarın yanında yer almakla, bizzat bu suni sorunlarının bayraktarlığını yaptırıyor. Tıpkı “Kur’an mahluk mudur, değil midir?” tartışmasında olduğu gibi.
E. Özkan: Tabii halifeler sahip çıkmış, öyle diyeni cezalandırmış, demeyeni cezalandırmamış.
A. B. Bircan: Fakat bu tartışma ortamında İslami değerler, âdeta görünmez bir hâl alıyor. Ve daha sonra da siyasi iktidarın çizdiği bir çerçeve içerisinde, “orta yol” diye tanımlanan ama siyasi iktidarların da kabul edebileceği “Ehli Sünnet vel cemaat” diye bir anlayış ortaya çıkıyor.
E. Özkan: Efendim bu anlayış sahipleri, siyasi iktidarları kabul ediyor, siyasi iktidarlar da bu anlayışı kabul ediyor.
A. B. Bircan: Yani Ebu Hanife gibi, muhaliflerince ve siyasi iktidarca, “aklını din edinen adam” diye suçlanan insanlar da genel kabul görmesinden dolayı öne sürülerek, “Bu hattın içine giren İslam’dır. Yani bizim siyasi iktidarımızı, bizim kurduğumuz bu yapıyı, bu düşünsel, siyasal, akideyi yapıyı benimseyen Müslüman’dır, benimsemeyen değildir; Kur’an ne derse desin. Sahih Sünnet ne derse desin” şeklinde bir anlayışa geliniyor.
E. Özkan: Bugün aynı iş, Humeyni zamanı ve Humeyni’yi takip eden döneminde yapılıyor! Humeyni’yi silmek İran’da mümkün değil. Ne yapıyor ondan sonra gelen Rafsancani? Ne yapacaksa, “Humeyni de böyle yapardı, O olsa böyle ederdi” diyor; o’nu dışlayamadığından, onu baş tacı ederek onun adı altında, onun adıyla yapıyor.
A. B, Bircan: Ehli Sünnet çizgisini, sorgulamanızı isteyeceğim bu noktada sizden. Çünkü düşünsel açıdan çok önemli. Şimdi bu insanlar kalkıyorlar, böyle bir şey tanımıyorlar ve bu tanımın dışında gördükleri insanları en azından, Ehli Sünnet dışı, en azından sapık ilan ediyorlar.
E. Özkan: Tek kelimeyle söylemek lazımsa, Abdullah Bey; Ehli Sünnet denilen şeyin, bugünkü deyimle adı resmi din.
A. B. Bircan: Evet bunu sorgulamak istiyorum. Halbuki ister Ehli Şia olsun, ister Zahiri olsun, ne olursa olsun, eğer Kur’ani çerçevenin dışına çıkmadıysa bu insanın daha az Müslümanlığından, diğerinin daha çok Müslümanlığından bahsetmek herhalde mümkün değil. Amâ böyle bir tasnif, yani resmi dinin getirdiği Ehli Sünnet anlayışı, demoklesin kılıcı gibi durmuş. Kimse de bunun dışına çıkmaya cesaret edememiş ve dolayısıyla bir kısırlık, bir durağanlık, bir katılaşma olmuş.
E. Özkan: Güdük çınarlar, güdük çamlar yetişmiş:
A. B. Bircan: Bu noktadan itibaren resmi dinin adeta kurumlaşmasından, fırkaların ortaya çıkmasından, tasavvufun bütün hararetiyle insanları Kur’an’dan sezgiye doğru taşınmasından sonra ne gibi gelişmeler oldu?
E. Özkan: Şimdi efendim, dikkat edilirse, düşünce, kısıtlanır, belli bir standarda bağlanır ve o standart resmi din hâlinde kabul edilirse, o zaman o sermaye olur yene yene güdükleşir, neticede biter ve bitmiş. Toplumun sorunlarını çözmekten aciz hale geldiği için bu halin doğurduğu boşluk Batı’nın pislikleriyle dolmuş, dolmaya başlamış. Çünkü gelişme önleniyor. Bir kere “şunun dışına çıkamazsın.” Bunu dediğimiz andan itibaren düşünceyi durdurdunuz demek. Zaten içtihad kapısının kapanması da bu cümleden alınıp duran laflardır. Hala bugün tekrar edip duranlar var ortalıkta. Alimler, müctehidler kıyamete kadar çıkacak bütün sorunlarımızın cevaplarını bulmuşlar. Bizim hiç bir şey yapmamıza gerek yok. Yalnızca onların yazdıklarını okuyacağız. Tabii, müctehidlerimiz dediğinin adını sorduğumuzda Fetavayı Hindiye’nin yazarını değil Ebu-Hanife’yi söylüyor. Keşke Ebu Hanife’yi okusa. Çünkü Ebu Hanife’nin kendisinin tanıdığı gibi bir adam olmadığını bilir. Keşke onu okusa yok. Ebu Hanife’yi ya da Hanefiliği okuyorum diye, Hindiye’yi okuyor, Mebsut’u okuyor, Bedayı Seriayi’yi okuyor. El-İbrizi okuyor. İşte Taç Tercümesi okuyor… Yani onların kaçıncı şerhi. Onu okusa işin farkına varacak.
A, B. Bircan: Onların sulandırılmışı.
E. Özkan: Hem nasıl sulandırılmışı, yani o suyla alakası kalmamış gibi bir şey. Örneğin Ebu Hanife ekol sahibi bir insan olarak, güzel bir tavır ortaya koyuyor. Onun gününde, diyorlar ki işte efendim, hadisin bulunduğu yerde akan sular durur. O dâ diyor ki; tamam. Biz, Peygamberimizin söylediğinden emin olsak Amenna ve saddaknâ. Ama şüphe var. Ben diyor, işleyeceğim bir günahı,- ya da yapacağım bir yanlışı peygambere isnâd etmektense, ona dayandırmaktansa, kendi aklıma dayandırmayı, mukayeseme dayandırmayı tercih ederim. Takvaya yaraşan budur. Suçu Peygamber adına işlemeyelim, kendimiz adına işleyelim.
A. B. Bircan: Düzeltme kapısı açık olur böylece..
E. Özkan: Peygambere dayandırdın mı suçlu “din” olur. Bana dayandınrsan din olmaz demek istiyor, tamam mı? Ebu Hanife’yi okuyan adam Ebu Hanife’nin şu düşüncenin, şu ekolün sahibi olduğunu bilir. O, düşünceyi durdurmaz, yanlışı Allah’ın Resulü’ne yaptırmaz iken, bugün. Hanefiyim diyen hiç kimse bu gerçekten haberdar değil. Biliyorlar da işlerine gelmiyor..Yani buna, bana vahiy geldi de ondan mı öğrendim. Onların da elindeki kitaplarda yazıyor ama bakmıyorlar, okumuyorlar, düşünmüyorlar. Böyle olunca Ebu Hanife’nin adını kullanıyorlar Rafsancani’nin Humeyni’nin adını kullandığı gibi. Kendi bildiğini yapıyor. “Kendi adıma yapıyorum ben de!” O, mertlik de yok. Kendi suç işliyor, Humeyni’ye işlettiriyor İran’da Rafsancani. O günde Hadis ekolünün, sahipleri, kendileri suç işliyorlar, peygambere işletiyor, peygamber de böyle yapardı diyerek, peygambere işlettirmiş olmuyorlar mı? Peygamber suç işler mi? Yok, o zaman kendi yaptığı suç olmaktan çıkıyor. Ne kadar haince bir şey. Ne kadar haince bir şey. Yani yetiştirilmez bir hainlik.
A. B. Bircan: O kadar ileri gitmişler ki her bakımdan mütevatir olan, zan bulunmayan Kur’an’ı, neredeyse, zanla dolu hadise mahkum etmişler: Zan ifade eden hadis Kur’an ayetini nesh eder mi, etmez mi tartışmasına girmişler.
E. Özkan: Dilediği şekli vermiş efendim. İslam’da aslolan herşeyin Kur’an’a mahkum olmasıdır. Yani Kur’anın hükümleriyle hüküm almasıdır. Fakat Ehli Sünnet olsun, Ehli Teşeyyu olsun, İbadiye olsun, Zahiriye olsun bugüne kadar geleneksel Müslümanlık dediğimiz Müslümanlık, Kur’an’ı hadislere, yani Kur’an’ı kendi rivayetlerine mahkum etmişler. Yani Kur’anin hükmünü, insanların, şöyle veya böyle rivayetleriyle sınırlandırıp öyle hükümlendirmişler. Bu, örneğin şu ayette görülüyor Ayette açık, açık-“zani ve zaniyyeye yüzer değnek vurun” diyor. Bu kesin, açık, evlisi bekarı yok. Dişilik-erkeklik, iki ayrı cinsin nikahsız olarak cinsel ilişkide bulunmasıdır zina. Bunlara yüzer değnek vurun demiştir Allah. Ancak hadislere, rivayetlere mahkum edilen Kur’an ne hale gelmiştir? “Bekar olan zani ve zaniyeye yüzer değnek vurun? haline gelmiştir,
A. B. Bircan: Hem de evli olanlara Kur’an’da hiç geçmeyen, yani hayatı ortadan kaldırıcı bir ceza.
E. Özkan: O işin, yani Kur’anin dışındaki tarafı. Kur’an açıkça “zani ve zaniyeye” diyor, evli veya bekar fark etmez diyor. Umumi bir ifade. Onu değiştirmiş rivayete mahkum etmiş. Zanni rivayetlerin gölgesinde kalmış Kur’an.
A. B. Bircan: Geleneksel mantık İçerisinde sizin de izah ettiğiniz gibi hadise, zânnâ mahkum ederek resmen demiş ki öldürülmelidir. Neye göre diyorsunuz? Allahu Teala bu kadar ağır bir hükmü Kur’an’ı Kerim’de ifade etmiyor da siz neye göre söylüyorsunuz bunu?
E. Özkan: Peygamberin anlayışına mı bırakmış? Allah’ın vur dediğini peygamberine öldürtüyorlar.
B.Bircan: Kendileri öldürüyorlar aslında; kadına bakış açıları dolayısıyla.
E. Özkan: Kendi öldürüyor değil, keşke kendi öldürse. O zaman peygamberi işin içine sokmak suretiyle din yapıyorlar. Bu benim görüşümde. Tamam. Yok, kale Rasulullah (s.a.v.) dedin mi akan sular duruyor.
A. B. Bircan: Bu noktada, düşünsel bozulmayla ilgili olarak, Kur’an’ın yaşama geçirilmesi anlamındaki sünnet olgusunun iyi anlaşılmaması da sanıyorum düşünsel bozulmada ana etkenlerden birisi olmuş. Şimdi tekrar Kur’an’a dönüş, öze dönüş çabalarının söz konusu olduğu günümüzde, sanıyorum en büyük açmazlarımızdan birisi de bu.
E. Özkan: Zaten düşünsel bozukluklar bu tür hadislerin baş tacı edilmesi sonucunu doğurmuşken; bu tür rivayetlerin
baş tacı edilmesi düşünsel bozukluğu da körüklemiş. Yani bir birini almış götürmüş daha ileri boyutlara ve İslam’ın aslından, İslam’ın yörüngesinde çıkarılması sonucunu doğurmuş. Dikkat edilirse ortada görünen gerçek bu.
A. B. Bircan: Efendim bir noktada, bu fırkalaşmanın ortaya çıkması ve fıkhi, itikadı mezheplerin oluşması hadisesine gelmemiz gerekiyor, sanırım.
E. Özkan: Fırka ile hizbi ayırd etmeliyiz Fırka, bütünün bölünmüş parçalarından birinin tümünü, bütün gibi gören gruptur. Hizip bir bütünden yana olmanın âdı iken, fırka bütünün parçalarından birini bütün saymanın yanında olmanın adıdır ve O yüzden “dinlerini fırka fırka edip, kendinde bulunan, bölük -pörçük, parça parça kendinde bulunanla diğerine üstünlük sağlayanların hesabını sen bana bırak” deniyor.
A. B. Bircan: Dinin fırka fırka olmasıyla birlikte, özden kopan ve bu fırkalara tabi olan Kur’an’ın getirdiği, o geniş perspektifi belirli dar kalıplar içerisine sokup, kendi zannlarıyla yok eden, adeta görünmez hale getiren Müslümanlar; bu dar çerçevede anladıkları dini, belirli bir dönem, özellikle dünyadaki gelişmelerin çok hızlı olmadığı dönemlerde kullanmışlar. Bu çarpık haliyle bile diğer kültürlerin, diğer medeniyetlerin çok daha üstünde medeniyet oluşturmuşlar. Ancak, Avrupa’da rönesans, reformla başlayan çok hızlı değişim ve özellikle de teokratik anlayışın baskışından kurtulan Avrupa’lı aydınların sınır tanımaz, özgürlük anlayışlarının doğurduğu yeni atılımlar ile-birlikte bu kalıplaşmış, donuklaşmış düşünce adeta bir bocalama dönemi geçiriyor. Önce orada ne varsa reddetme, inkar etme tavrı geliştiriliyor; ancak Batı’dan gelen şey, kendini yenmeye başlayınca, artık onu anlamaya çalışıyor. Yani ne oluyor? demeye başlıyor.. İşte bu dönemde bir tecdit bir yenilenme hareketi olarak karşımıza Afgani ve arkadaşları çıkıyor.
E.Özkan: Mecelleciler çıkıyor Osmanlı’da, Afganiler çıkıyor.
A. B. Bircan: Mecelleciler Osmanlıdaki belki yarı resmi bir hüviyeti temsil ediyorlar. Ama Afgani ile ortaya çıkan ve daha sonra Abduha, Reşit Rıza ile ve Şeltutlar, Merağiler ile devam eden ve günümüzde de özellikle tevhidi anlayışa sahip jslami Hareketlerin düşünsel mayasında, bulunan bir hareket var. O da nedir? Yani bu kalıplaşmış donuk düşünceyi kırıp öze dönmek, özdeki değişmez evrensel ilkelerden hareketle dünyayı yeniden tanımak, İslami saf şekliyle, gerçek şekliyle yeniden ortaya koymak ve böylece Batı’da maddi bir medeniyet olarak çıkan şeyi algılayıp, onun çarpıklıklarını da ortaya koymak kaydıyla, Müslüman’ın gerçek kimliğini ortaya koyma çabaları gündeme geliyor! İşte bu tecdit hareketini, Menar ekolünün getirdiği tecdit hareketini değerlendirmenizi istiyorum. Nasıl algılamış bu aydınlanma hareketini, nasıl değerlendirmiş ve özellikle bu öze dönüş hareketini izlediği seyir çizgisi nedir? Siz biraz önce Humeyni’yi de bu çizginin daha sonraki uzantısı olarak değerlendirdiniz. Belki tarihi perspektif içerisinde daha geniş bir değerlendirme de yapmak mümkün.
E. Özkan: Simidi efendim toplum her ne kadar belli bir şeyi ^topluca benimsemiş, onu kendisine yol seçmiş ise de az miktarda da mevcudu bulunsa bile, bir takım cins kafalar düşünen kafalar oluyor. Ye her şeye rağmen; siyasi ve içtimai ortama rağmen bu kafaların varlığına engel olmak da mümkün, olmuyor. Tabii bu kafaların mevcudiyeti de yetmiyor. Bir de kişilik gerekiyor. Yani tanıdığı fikirlere eşdeğer bir kişiliğe sahip olanlar o toplumda iz bırakır. En azından koyu bir çizgi bırakır. Hani vaktiyle deprem olur, bir fay hattı gibi iz bırakır da onun gözeten de fotoğrafını çekince belli eder ya. Bu da öyle. İbni Teymiyeler var, İbni Kayyumlar var. O da aynı ekolün devamı… Daha sonra aynı çizgide başkaları da var. Şimdi insanlar furu da veya teferruata ihtilafa düştükçe işin aslına dönme zarureti doğuyor. Yani nasıl anlaşılacak. Şimdi mesela sen bir problemi çözmüşsün, bir sonuç çıkarmışsın. Ben de bir sonuç çıkarmışım. Sonuçlarımız farklı. Yani seninki A benimki B Müslümanlar birbirlerini boğazlar, hele İslam’la da yapamaz hale gelmişler ve sen kafirsin ben değilim tartışmasına girmişler. O onu dışlıyor. O onu dışlıyor. Fakat, hayat da İslam’ı dışlamış, daha doğrusu Müslümanlar’ı dışlamış. Yani biz birbirimizi dışlamışız. Yetmiyor, hayat da topumuzu dışlamış. Elini-eteğini çekmiş, gitmiş toplumdan. Yerini başka şeyler almış. Şimdi bu durumda ne yapacaksın. Yani bunu dert edinmekten, toplum olarak ferden ferda, münferiden dert edinmekten, ve çözüm bulmaktan başka çare yok. Şimdi bir koca toplum unutacak, yeni dine girecek, yani Avrupa’nın laik, demokratik dinine girecek, sen ses çıkarmayacaksın, olur mu? ya da baştan başlayarak sorgulamayı, devam ettireceksin. Baştan… Peki bu işin başı nere? Kim ne derse desin, kabul etsin etmesin, yani teorik olarak, geleneksel kesimler bile Kur’an demek zorunda. Ama hemen arkasından işte “biz Kur’an’ı anlamayız” filan demeye başlıyorlar. Evet ben Kur’an dedim, Işıkçı da Kur’an diyor, kaşıkçı da Kur’an diyor, demek zorunda. Kur’an ise çarpmada senin nerede hatan var, bölmede benim hatam var mı? Toplamada seninkine, çıkarmada benimkine göre değerlendirilecek. Oraya göre, çünkü oradaki formüle uymuyorsa, benimki hala oraya uygun deyip durmanın da âlemi yok. İşte bu tecdit hareketlerinde tabanı yer tutanların, tabanlarının yer tutmasının sebebi, baştan başlamaları: Yani bu işin başı Kur’an. Kur’an’a dönmeli. Bizim de bugün tabanımız yer tutuyorsa, işe baştan başlamamızdan ve “gelin şu işi baştan alalım” dememizden kaynaklanıyor. Şimdi Kur’an nasıl okunur? Ben ayet okuyorum/elimde sigara, sen diz çöküp abdestli okuyorsun. Başa dönmezsek ne olur biliyor musun? Sen konuşursun ve bunun doğru olduğunu iddia edersin. Ben kabul etmem. Sen yaptığının doğru olduğunu bana kabul ettiremedin. Ne yapacağız? Ya birbirimize küseceğiz bu işi burada bitireceğiz ve “sen bildiğini yap, ben bildiğimi yapayım” diyeceğiz. Ya da, arkadaş etme, gitme deyip, oturup konuşacağız. Peki nasıl anlayacağız diyorum ben. Gel başa dönelim. Bu işin başı bura mı? Bura. Ne diyor, bura? “Yanının üzerine yatarken, otururken” yani her vaziyette Kur’an okuyabilirsin diyor öyle mi? Evet. Peygamber ne diyor? “Namazın dışında hiçbir şey için abdestle emrolunmâdım.” Peki Allah’ın kitabı “beni okurken, şöyle olabilirsin” derken, başka bir çıkmış da onu okurken abdestli olmak, gusüllü olmak o da yetmiyor, diz kırmış, olmak, sigara. İçmemek, bağdaş kurmak vs. gerekiyor diyor. Peki, Allah mı doğru diyor, o mu doğru diyor? Üstelik bu Allah’ın kitabı, onun kitabı değil diyorsun. Ve karşı taraf kabul etmese bile, alışkanlığının yahutta inadının, zoruyla, en azından susturuyorsun. Bu arada aklı selim sahiplerine de itminan veriyorsun bunları söylemekle. Adam diyor “benim aklıma yatmıyor. Ne demek, ben ne diye bana şah damarımdan yakın olan, yani ben tuvaletteyken, yataktayken, ben benle beraber değilken bile, benle beraber olan Allah’ın kitabını okumak için uzun merasimler ile uğraşayım. Üstelikte söylenmemiş böyle bir şey ve ne vaziyette olursan ol, yeter ki. beni oku diyor. Sen şöyle oturursun, biraz sonra yorulursun, başka türlü oturursun. Peki hep böyle oturursan, o, okumaktan seni uzaklaştırmış olur. Kendi kitabını okumaktan uzaklaştırmış olur. Halbuki uzaklaşmanı istemiyor. Hep onunla beraber olmanı istiyor. O zaman her halinde onu okuyabilmelisin ki o aklından çıkmasın. Öyle mi? Bunları anlattın mı karşı paraftaki isterse inat etsin. Diretiyorsun. Ve git bilene de sor: “arkadaş bu ayetin tercümesi yanlış, mı değil mi diye. Ömer’ül Hâttab Kur’an okuyormuş. Birazdan kalkmış tuvalete gitmiş, gelmiş gene devam etmiş Kur’an okumaya. Birisi demiş ki “sen şimdi tuvaletten geldin, gene Kur’an okuyorsun.” Ömer de: “şen ne söylüyorsun beadam, Müseylemetül Kezzab’tan mı aldın bü fetvayı” demiş. Yani Kur’an okumak için abdest şartı yok; Yolda abdest şurda abdest… Yahut, da abdestin bozuldu, Kur’an okuyamam… Bunlar yok islamda





2 Ocak 2015 tarihinde bu yazıyı okuyan birisi olarak burada yazılanların bugün aynen geçerli olduğunu düşünüyorum…
Araf Suresi 3. Ayet:
اِتَّبِعُوا مَٓا اُنْزِلَ اِلَيْكُمْ مِنْ رَبِّكُمْ وَلَا تَتَّبِعُوا مِنْ دُونِه۪ٓ اَوْلِيَٓاءَۜ قَل۪يلاً مَا تَذَكَّرُونَ