GenelYazarlardanYazılar

İslami Hareketler Panislamizm Fundamentalizm Köktendincilik ve Selefizm

Modernizmin İslami Hareketleri sınıflandırdığı ve onlar üzerinden bir hegemonya dili ürettiği Oryantalizm ile yüz yüzeyiz. Oryantalizm, nihayetinde bir iktidar dilidir. Bundan dolayı Müslüman toplumların Batı düzenine meydan okuyan, toplumu ıslaha çağıran ve yeni bir siyasal otorite çabasında bulunan dini hareketleri belli bir iktidar dili ile sınıflar. Her açıklaması, her sınıflaması ve her tanımlaması bir hükmetme çabasıdır.1

11 Eylül’de uçakların New York Kulelerine dalmasından sonra Batı’nın Müslümanları Şeytanlaştırma siyasetine hız verildi. Ancak Müslümanların topunu aşağılamak olmazdı, nüfusu milyarlara tekabül ediyordu ve üstüne üstlük bol petrolleri vardı. Hepsi de uçağa binip kulelere çarpmıyor, bomba kuşanıp kendilerini patlatmıyordu.

Şu halde hangileri iyi Müslüman hangileri kötü Müslümandı?

Önce kötülere “Fundamentalist” dendi. Bizim ilim adamları bu kavramı “Köktendinci” diye tercüme ettiler. Bu tabir bizde takılıp kaldı. Fakat Batı’daki İslâm âlimleri bu hatayı kısa zamanda düzeltti. Gerçi kendilerine “Selefî” diyen bazı gruplar için isimlendirme doğruydu ama İslâm’ın köküne inildiğinde karşınıza mutlaka canlı bombalar çıkmıyordu. Ama Batılı için, reformcu ve hiç de şiddet taraflısı olmayan bazı Müslüman âlimleri bile Fundamentalistti. Bu bağlamda, “Doğrudan doğruya Kur’an’dan alıp ilhamı, Asrın idrakine söyletmeliyiz İslâmı” diyen Mehmet Akif Fundamentalist sayılabilir. İkbal ve Abduh da öyle… Fundamentalist pek istenen manaya oturmayınca bu sefer “Cihadçı/Jihadi” etiketi denendi. Buna Müslümanlar hep bir ağızdan aynı cevabı verdi: Cihad bir tehdide karşı veya vatan müdafaası maksadıyla harp demektir. Kaldı ki cihadın Batı dillerindeki yakın kardeşi “Crusade”, yani haçlı seferi idi. Bu bağlamda Bush, Irak’ta hayali kitle imha silahlarını yok etmek için açılan savaşın “Haçlı Seferi” olduğunu söylüyordu. Bush’un cihadı cici, başkalarınınki kötüydü? Bu kavramsallaştırma da tutmadı.

Sonunda, yine Batı üniversitelerindeki İslam uzmanı Müslüman akademisyenlerin yardımıyla doğruya yaklaşıldı. Gördüler ki insanları koyun gibi boğazlayan, bomba olup patlayanların ortak bir özelliği vardı… Tekfircilik!2 Bunlar kâfirlere karşı mücadele ettikleri kanaatindeydi. Hedeflerindeki kâfirlerin çoğu da eski Müslüman kâfirlerdi! Eh, mürtedin, yani dinden dönenin de katli vacipti.

Müteveffa Aytunç Altındal bundan yaklaşık yedi yıl kadar önce İslam Dünyasının başımıza bela olan DAEŞ/IŞİD henüz ortada yok iken, bir televizyon programında “Orta Doğuyu İsrail’in güvenliği için rahat bırakmazlar. PKK biter, MKK çıkartırlar; bu coğrafyada terör bitmez, bitirmezler! Biliyor musunuz şu sıralar ABD, bölge için yeni bir terör örgütü kurguluyor, eğitimini veriyor, yetiştiriyor. Önümüzdeki dönemde bölgeyi ateşe verecek ama bundan kimsenin haberi yok…” demişti. Fehmi Koru ise; 2014 yılında IŞİD’in ana kadrosunu oluşturacak 250 kişilik bir grubun Ürdün’de CIA eğitmenleri tarafından kampa alındığını yazmıştı.

ABD’nin ürettiği El-Kaide, DAEŞ gibi örgütler “Radikal İslam”ın temsilcisi olarak görülüyor. Bu örgütlerin inandırıcı/sahici olmasını sağlamak için korku ortamı oluşturmak ve söz konusu örgütlerden nefretin oluşması için gerekli senaryonun icra edildiği de bilinen tezgâhlardandır.

Bu örgütler Batılıların insanları İslam’dan soğutmak için kullandıkları bir araçtır. Bunlar aracılığıyla Müslümanlar ve İslam hedef tahtasına oturtuluyor. Müslümanların özgürlük talepleri ve her türlü meşru istekleri rehin alınıyor.

“İslamcı Terör” Batı’nın Müslümanlara karşı her türlü operasyonun meşru nedeni oluyor. Kendi kamuoyunu ikna etme ve korkutma amaçlı bir politika olarak kullanılıyor. Bununla kalınmayıp bu örgütler bahanesi ile İslam”ın temel kavramları olan Cihad, Ümmet, Tevhid, Hak ve Batıl gibi öğreti ve değerler acımasızca sorgulanıp değersizleştiriliyor. Bunun propagandası yapılıyor3

Bir yandan Hollywoodvari videolarla tüm dünyaya duyuran DAEŞ’ın infazlarının ABD stüdyolarında çekilip çekilmediği tartışması sürerken, diğer taraftan ABD’nin İngiliz halkla ilişkiler şirketi Bell Pottinger’a 2007 ile 2011 yılları arasında el Kaide adına sahte terör propaganda videoları hazırlattığı ifşa edildi.4 Bu örnekleri teyit edecek şekilde bir ifşaatta ABD Temsilciler Meclisi üyesi Tulsi Gabbard’un Fox News kanalına beyanıdır. Gabbard ABD’nin, El Kaide ve DAEŞ başta olmak üzere tüm terör örgütlerine her türlü desteği verdiği itirafında bulundu. Gabbard’ın, “Dünyadaki terörün bitmesi için tek yapılması gereken ABD’nin teröristlere desteğini kesmektir” şeklindeki sözleri ise, eski NSA Ajanı Snowden’in, “DAEŞ’in arkasında ABD, İngiltere ve İsrail istihbaratı var. DAEŞ’in görevi İsrail’i korumaktır” ifadelerini hatırlattı.

Batı, gerek ürettiği propaganda yöntemleri ile gerekse yönettiği ve etki ettiği örgütler eliyle el an Müslümanların şiddet ve terörle anılmasını sağladı, İslam’ın Terör Dini olduğu algısını yerleştirdi. Oluşturulan bu algı, “İslam, barış ve kardeşlik dinidir” gerçekliğini önemli oranda yok etti. Bundan sonra, aksini ispat için uzun bir zaman kendimizi savunmak zorunda kalacağız gibi tüm entelektüel enerjimizi de bu konuya hasretmemiz gerekecek.

Birleşik Devletler’de Aytunç Altındal’ın yukarıda basettiğimiz düşüncesini destekleyen beyanatlar basına yansıdı. Florida’daki seçim mitinginde konuşan ABD Başkan adayı Trump’ın, Obama için “IŞİD’in Kurucusu” ithamı yapıp bu ifadeyi üç kez tekrar etmesi manidardır. Aynı Trump daha önce rakibi Demokrat Parti adayı Hillary Clinton’ı da IŞİD’i kurmakla suçlamıştı. Hem Obama’ya hem Clinton’a “Kurucu Ortak” suçlamasının yapılması ve son olarak ABD Dışişleri Bakanı Kerry’nin giderayak Obama’nın Esed’i sıkıştırmak için İŞİD’in özellikle büyüyüp gelişmesine göz yumduğunu söylemesi, yenilir yutulur cinsten iddialar değil.

Trump’ı ne kadar ciddiye almamız gerekir bilmiyorum ancak El Kaide’nin 1988 yılında, soğuk savaş döneminde, SSCB’ nin Afganistan’ı işgal edebileceği öngörüsü ile kuruluşunda ABD’nin de bir hayli katkısı olduğunu dünya âlem bilmektedir. Bu silahlı örgüt SSCB’nin Afganistan’ı işgali sırasında Afganistan topraklarını korumak için savaştı ve soğuk savaş dönemi sonrasında elde ettiği önemli bir güçle denetimsiz kalınca, ana felsefe olarak kendisini İsrail’in yok olması ve Hilafetin tesisi siyasetine kurguladı.

Her ne kadar geleneksel din anlayışımızda/yorumumuzda, fıkıh kültürümüz ve literatürümüzde bu tür örgütlerin oluşmasına müsait mebzul miktarda veri olsa da Batı önce Vehhâbilik üzerinden Neo-Selefîliği üretti, sonrasında Neo-Selefilik üzerinden Taliban, İŞİD, El Kaide, ŞEBAB ve BAKO HARAM hatta FETÖ gibi kendisi gibi düşünmeyen herkesi tekfir eden terör örgütleri icat etti veya oluşumuna ön ayak oldu. Bu bağlamda DAEŞ örneği ilgi çekicidir. Örgüte Avustralya, Amerika, Avrupa, Asya, Ortadoğu, Afrika gibi dünyanın yaklaşık 150 ülkesinden yabancı savaşçılar gelip katılıyor. Herkesin burada şunu sorması lazım, bu kadar dili, kültürü, dini, mezhebi farklı insanları ölmek ve öldürmek üzere kimler ve nasıl ikna ediyor? Bu ağ nasıl kuruluyor? Görünüşte herkesin düşman olduğu bir terör örgütü bunca silahı kimden alıyor? Bütün bu ve benzeri sorulara mantıklı ve makul cevaplar verildiğinde küresel baronların emellerine nail olmak ve emperyalist planlarını gerçekleştirmek için bu örgütleri araç olarak kullandıklarını görürüz. Batılıların “Cihadist” diye tanımladığı bu teröristlerin Müslüman oldukları doğrudur. Ancak arkalarında yabancı oyun kurucular var. Ama oyunda rol alıp sahne alanlar Müslümanlar. Savaşlarda kullanılan silahlar bir yerlerden geliyor; ama onları alıp kullanan bizimkiler.

Küresel emperyalistler bu örgütler eliyle Müslüman halkları İslâm’dan uzaklaştırmak, duyarsızlaştırmak sonra da İslâm’ın ana kaynağı konusunda şüphe uyandırarak İslâm’ı hadım etmek gayesini gütmektedir. Böylece bir taraftan Budizm, Hinduizm, Konfüçyanizm, Taoizm gibi küresel sisteme itiraz etmeyecek hatta küresel sisteme boyun eğecek “Paralel Dinler” icat ederken diğer taraftan İslam Dünyasındaki sömürge ve savaşına/kan emiciliğine bu terör örgütleri vesilesiyle bahane uydurmuş olmaktadır.

Emperyalizmin buradan varmak istediği sonuç; İslâm’ı terörle özdeşleştirerek hem Müslümanları İslâm’dan soğutmak/uzaklaştırmak hem de Batılı halkların İslâm’a olan ilgisinin önünü kesmek ve Müslümanlara/İslam’a nefretini artırmaktır. İşte tam da bunun için “İslam âlemi, kendisinden başka her anlayışı gayri meşru sayan ve gerektiğinde kendisiyle beraber herkesi katletmeyi göze alan bu Harici/Neo Selefi anlayışla ve bunu besleyen kültürle tez elden yüzleşmek zorundadır.”

Bu yüzleşmeyi yaparken Batıların söz konusu örgütleri tanımlamada kullandığı kavramların hangi anlama geldiğini, Batı’nın hangi maksatla bu kavramları kullandığını ve bizim kültürümüzdeki karşılıklarını bilmek durumundayız. Mesela; Osmanlı aydınlarının “İttihadı İslam” dedikleri ama Batılı aydın ve siyasetçilerin “Panislamist/İslamcılık” olarak karşıladıkları kavram, 1870-81 yılları arasında İngilizlerin Mısır ve Kıbrıs’ı, Fransızların Cezayir ve Tunus’u, Rusların da Kırım ve Kafkas bölgesini işgallerine karşı vatan savunması ve ülkelerini korumak için direnen Müslümanlar için kullanılmıştır.

Osmanlı iktidarının sona ermesiyle birlikte hem siyasi otorite parçalandı hem de “Ümmetin birliği ve Şeriatın korunması” tehlikeye girdi. Bunun için Müslüman toplumlar İslam Devleti, Hilafet, Siyasal İslam, İslam Cemiyeti, İslami Hareket gibi yapılarla yeni bir makro otorite tesis etmek istediler. İttihad-ı İslam ve İslam Devlet tezleri bunlar içinde en etkili olanlarıdır.

1980’li yıllara kadar önce Panislamizm ve arkasından da Siyasal İslam kavramı yoğun bir biçimde kullanıldı. Batı kendi düzeninin uzantıları olan rejimleri, iktidarları ve devletleri eleştiren ve onlara alternatif olan bütün dini hareketlere “Siyasal İslam” adını verdiler ve “Panislamizm” kavramı yerine bunu kullandılar. Emperyalist sömürgecilere karşı direnen Müslümanlar için üretilen, “İslamist/İslamcı” kavramı Türkçe, Arapça, Farsça, ya da Osmanlıcada olmamasına rağmen literatürümüze girdi. Kavramı ilk kullananlar 1873-78 yıllarında Franz von Werner (Alman/Asker ) ile Arminius Vambery’dir. (Alman Yahudisi/Bilim adamı) Kavram daha sonra Gabriel Charmes (Fransız Gazeteci) tarafından yaygınlaştırılmıştır. Bu propagandayı Rusya ayrıca tahrik edip, büyütmüştür.5

Propagandanın amacı; vatan savunması yapan insanları, Müslüman ana kitleden koparmak, yabancılaştırmak ve toplumdan enterne etmektir. Daha sonraları “İslamist/İslamcılık” kavramı, Abdülhamit başta olmak üzere, Batı işgaline ve saldırılarına karşı direnen herkesi, “Aşırı Dinci, Aşırı Uç” göstermek için kullanılmıştır. Babanzade Ahmet Naim gibi Osmanlı aydınları bu kavrama ve yüklenen anlama itiraz etmiş ve “Müslüman” kavramından başka kavram kullanılmamasını istemiştir.6 “İslamcılık, Siyasal İslamcılık, Cihadist, IŞİDci, Radikal İslamcı” gibi tüm kavramlar, aslında “Pan-İslamizm” kavramının türevleridir ve hepsi büyük Müslüman kitleyi bölmek, parçalamak amacıyla kullanılır. Oysa bizim, “Müslüman” isminden başka her yaftaya ve sıfata itiraz etmemiz gerekir.

İslamcılık söylemi, Batılılar tarafından sonraki yıllarda sürekli olarak Müslüman grupları dışlamak, ötekileştirmek ve aşırılığa mahkûm etmek için kullanılmıştır. Günümüze kadar bazı evrelerden ve anlam kaymalarından geçen “İslamcılık” kavramı hala dışlayıcı ve ötekileştirici bir kavram olarak kullanılır. Batılıların bu bilinçaltını bilmez isek bizi ne ile itham ettiklerini anlamakta ve onlarla iletişimde sıkıntı yaşarız. Sırf bu nedenle bu örgütleri ve Müslümanları tanımlamak için kullanılan başlıca kavramları da bilmekte fayda vardır.

Bu kavramlardan diğer ikisi de “Radikal İslâm” ve “Ilımlı İslam’dır. Batı bizi bu iki tercihten birini seçmeye zorluyor. Hâlbuki ikisi de belli bir amaca matuf, kendisinin ürettiği oluşumlar için kullanılan kavramsallaştırmadır. Bizce hiçbiri. Bu konuda ve her konuda Batının terminolojisini değil Kur’an terminolojisini kullanmalıyız. Adı “Radikal” de olsa “Ilımlı” da olsa bu oluşumlar birer projedir, yani sahibinin sesidir. İslâm’ı ve Müslüman’ı tanımlamaz. Bu bağlamda el Kaide, Taliban, DAEŞ ve FETÖ gibi yapıların hepsi Batının birer projesidir.

Aslında mesele, ortaya çıkan İslamcılık algısının gerçeği temsil edip etmediğinden ziyade Batılılar nezdinde kimin köktenci/batı karşıtı, terörle özdeşleştirilen İslamcı sayıldığının; kimin batı ile uyumlu, ılımlı/modern İslam’ı temsilinin tescili meselesidir. Tanımlayan Batı’dır. Siyasetimizi ve sosyolojimizi bize belli bir biçimde sunanlar, tanımlayanlar yaşantımız üzerinde de söz sahibi olurlar. Oryantalizm bunu yapıyor. Müslümanların kendilerini nasıl göreceklerini söylüyor. Buna izin vermemeliyiz. Toplumsal tarihimizi kendimiz okumalı ve kendimiz yorumlamalıyız.

Batıda, İslamî hareketleri tanımlamak ve mahkûm etmek için -özellikle İran İslam devriminden sonra- “İntegrizm” ve “Fundamentalizm” gibi tabirler tedavüle sokulup sıkça kullanılmaya başlanmıştır. Bu kavramsallaştırmanın Türkiye’deki karşılığı ise “Köktendincilik” olmuştur. Ancak bu adlandırma ile aslında birbirlerinden farklı anlamlar içeren Radikalizm,7 Entegrezm8 ve Fundamentalizm bilinçli bir şekilde harmanlanmış ve bizim kültür ve geleneğimizde karşılığı olmayan “Köktendincilik” gibi garip bir kavram ortaya çıkmıştır.

Fundamental kelimesi sıfat olarak kullanıldığında; esaslı, aslî, önemli, mühim, birinci, temele ait9 anlamlarına gelir. Aynı kelimenin türevi olan Fundamentalizm ise; bir dinin orijinal şeklini kabullenme10 anlamında kullanılır. Alman dilinin çağdaş ve en geniş sözlüğü olan Duhen’de “Fundamentalismus” için şu açıklama veriliyor: Amerikan Protestanlığı içinde Kitab-ı Mukaddesi’in lafzında direten ve bilime düşman olan hareket. Yine küçük bir farkla, Almanca Wahrig’te Fundamentalizm; Amerikan Protestanlığı içerisinde Kitab-ı Mukaddes eleştirisine ve tabi bilimlere karşı katı inançlı bir eğilim ve yönelim11 şeklinde tanımlanır.

Radikalizme yakın bir anlamda kullanılan Fundamentalizm; Birinci dünya savaşı sırasında ABD’de gelişen Protestan kökenli, “Tanrıbilimsel” bir akımdır. Kökeni 1910–18 yılları arasında Hıristiyanlığın temel öğretilerine ilişkin broşürlerin yayınlanmasına dayanır ve kutsal metinlerin yalnızca sözsel esinine/ilhamına dayanan “sözcüğü sözcüğüne” anlamını kabul eder.12 Bu nedenledir ki bir Fundamentalist kutsal metinlerin bilimsel ve tarihi tüm yorumlarına karşı çıkar. Ancak bu tavrıyla modernizmin yoğun eleştirisine maruz kalmıştır.

Bu yüzyılın başlarında Eski ve Yeni Ahid (Kitab-ı Mukaddes)’in nihai otorite olduğu görüşünden hareketle laik ve bilimsel eleştirilerin reddini öngören Hıristiyanî bir akım olarak ortaya çıkan13 Fundamentalizm İslam Dünyasındaki fikrî ve siyasî akımları ifade etmek için, özellikle 1979 İran İslam Devriminden sonra, hem Devrimi hem de İslami Hareketleri şeytanlaştırmak için yaygın bir şekilde kullanılmaya başlanmıştır.

Kökeni itibariyle Radikalizm, politik yönü ağır basan ve toplumsal düzenin bütününü ya da bir bölümünü kökten değiştirmeyi amaçlayan siyasal hareketler için kullanılır. Fundamentalizme göre düşünsel yöne daha az değer verilir.14

Batı kültürünün ürünü olan Radikalizm, Entegrizm ve Fundamentalizm terimleri, dünya görüşü itibariyle tamamen farklı olan İslamı ve Müslümanları tanımlamak için kullanıldığında yeterli olmadığı gibi yanlış çağrışımları içinde barındırması da kaçınılmazdır.15 Bu hareketlerle İslamî Hareketler arasında belki bazı benzer yanlar vardır fakat oldukça ciddi farklı noktaların varlığının da dikkate alınması gerekir. Her şeyden önce İslam Dünyasındaki hareketlerin tamamına yakınının var olma nedenleri siyasidir. Hıristiyan Fundamentalistler ise hiçbir zaman siyasi bir emel taşımamışlardır.16 İki düşünce arasındaki temel benzerlik; Batılı Fundamentalistlerin İncil’in tümüyle “mutlak hakikat” olduğuna inanması gibi, Müslümanların da Kur’an’ın “mutlak hakikat” olduğuna inanmalarıdır.17 Ayrıca İncil’e mutlak teslimiyet bu akımın omurgasını oluşturur. Şu halde Fundamentalizmi bu şekilde anlarsak bütün Müslümanlar Fundamentalistir. Bu bağlamda, İslamcı akımların öne sürdükleri temel iddialar ile Hıristiyanlık ve Yahudilik kaynaklı dinî akımların iddialarında en azından söylem biçimlerinde önemli bir fark yoktur.

Bir başka ortak nokta ise hemen hemen üç dinin de savunduğu tez, “hakikat’in bilgisini aramak” ve hayatı ona göre yeniden kurmak için başvurulacak referansların bilimsel kitaplar değil İlahî ve kutsal kaynaklar olduğudur.18 Ne var ki, İslam dünyasındaki olaylara Paris’ten ya da New York’tan bakıldığında Entegrizmin ve Fundamentalizmin Katolik ve Protestan dünyasında doğan kategoriler olduğu düşünülmeden olaylar Müslüman Entgrizmi, Müslüman Fundamentalizmi olarak nitelendirilecektir ve bu tür indirgemeci yaklaşım tarzı olaylar hakkındaki bilgimizi kısıtlayacaktır. Kaldı ki Batılı zaviyeden bakıldığında, bir harekete Entegrist damgası vurmak için, hareketi yönlendirenler arasında ulemanın ağırlıklı olmasını yeterli görmenin ne derece isabetli olacağı da tartışılır.

ABD’de doğan ve yanlış teşhislere yol açmaması için yalnızca özel anlamıyla kullanılması gereken bu Fundamentalizm hastalığı şimdi şarlatan doktorların dilinde ‘insanlık için en hayırlı ümmet’ olan İslam’ı ifade etmek için kullanılmaktadır.19 Üstelik Batı menşeli bir kavram olmasına karşın, bir Batılı için de bu tür bir tesmiyenin sevimli bir anlamı yoktur, diyor Dr. W. Shepart. Batıda Fundamantelistim deseniz hemen oracıkta dışlanırsınız diye de ekliyor. Ayrıca İslami Hareketi “Fanatizm” başlığı altına yerleştirme gayretindeki Batılı tavır, konunun dengeli ve tarafsız analizi için hatalı bir fonksiyona sahiptir. Bu da yetmezmiş gibi, Avrupalı, Fundamentalist nitelemesi ile Şiiliği bazen de tüm Müslümanları terörist kabul etme eğilimindedir.20 Aslında böyle yapılarak kimsenin etlisine sütlüsüne karışmayan, Batılı değerlerle de sorunu olmayan İslam ile bir derdimiz yok, bizim derdimiz ‘Kur’an’ı merkeze alan İslam anlayışıdır demeye getiriyorlar.21

Batılıların Müslümanları tanımlamada oluşturduğu dili farkında olmadan ve çok rahat bir şekilde kullanıyoruz. Geçmişimizi, bugünümüzü ve geleceğimizi onların ürettikleri kavram ve kurumlarla anlamaya, anlatmaya çalışıyoruz. Sadece onların ürettikleri malları tüketmiyoruz, farkında olmadan onların kavramları ile düşünüyor o kavramlarla iletişim kuruyoruz. Hatta dini ıstılahımızı bile onların düşünce kalıpları içinde yeniden tanımlıyoruz.

Batının İslamı ve Müslümanları, en hafif ifade ile hor göstermeye matuf bu tür nitelendirmelerini tutarlı ve kararlı bir şekilde reddetmeliyiz. Bizim adımıza ürettikleri çözüm reçetelerini yüzlerine fırlatmalıyız. Ancak olayların bizim irademiz dışında cereyan ettiği ve bize bir şekilde dayatıldığı için, bu tür kavramsallaştırmaları bazen meramı ifade için kullanmak zorunda kalıyoruz. Bu zorunluluk bir eksiklik ve benimsemişlik olarak algılanmamalıdır. Buna rağmen İslamî Hareketi, Geleneksel İslam’dan veya Amerikancı İslam’dan ayırt etmek için illa ki bir isimlendirme gerekiyorsa, bu isimlendirmeyi kendi kültürel kodlarımızdan hareketle yapmalıyız.

İslamî Köktenciliğin Tarihî Seyri

Her dünya görüşünde, bu dünya görüşüne bağlı olduklarını ve ona bir yorum getirebileceklerini düşünen kişiler genel hatları ile iki kısma ayrılırlar. Bunların ilki; dünya görüşlerini formüle ederken sözlerin lâfzî anlamlarına sıkı sıkıya bağlı olup, anlatımlarında bu literal okumadan destek alanlardır. Bu kimseler akıllarını lâfzî anlamlara emanet ederken, gönül gözlerini yok sayarlar. Mesela İslam düşüncesi içerisinde algılanış şeklini açıklamaya çalışacağımız Köktencilik terimini ele alırsak, bu kişiler terime tarihi seyri içerisindeki doğru/yanlış kullanımlarını ve içerebileceği anlamları tartarak yaklaşmak yerine kendilerine sunula gelmiş nokta anlamı ile yaklaşmayı tercih edecek hatta daha da ileri giderek kavramı tereddütsüz kabul etmeyenleri suçlu sayabileceklerdir. Bu yaklaşım bir taraftan kavramları lâfzî/literal anlamı haricinde hükümsüz saymaya meyilli, hazırcı, çağdaş entelektüel aklın yaygın bir eksikliği iken diğer taraftan islami düşünce zenginliğine ve özgürlüğüne zincir vuran en kaba kavrayış biçimidir.

Akıl ve gönül gözünü kullanan ikinci kısma gelince; bunların bir usul ve yöntemlerinin bulunması birincilerden ayrıldıkları en belirgin vasıflarıdır. Çünkü usul ve yöntem sahibi düşünce, bir bilgiyi diğer bilgiler içerisindeki doğru yerine koymadan, muhteviyatı hakkında bilgi sahibi olmadan, sadece anlamın çağrıştıracakları ile hüküm vermeyi usulsüzlük ve yetersizlik sayacaktır. Şu halde ister toplumları ister bir bireyi anlatıyor olsun bir kavram kullanılmadan evvel anlamından tutun çağrıştırdıklarına kadar mümkün olan bütün bilgisine hâkim olmak gerekir.

Kavram bilincini bu noktada tutarak İslami köktenciliğin tarihi seyri konusuna geldiğimizde, Batıda bir müddettir İslam Fundamentalizmi şeklinde vücut bulan kavrama İslam kültüründe kullanılan terimler ile konuşulduğunda isabet edecek karşılığı ve bu kavramın islam kültüründeki tarihini aramaya başlarız. Bu arayış bizi ilk bakışta, on altıncı yüzyılda zuhur eden, ictihadı bid’at sayan, insan aklının şer’i hükmü anlama kabiliyetine sahip olmadığı görüşü ile ihtiyaç olunan bütün bilginin hadislerde mevcut olduğunu ileri süren Ahbariliğe götürür. Ancak Fundamentalizm terimi, içtihadı kabul eden bir çevre için -Batıdaki anlam ve çağrışımlarıyla kullanılması mümkün görülmemekle birlikte- İslam Âlemindeki Ahbâriler’i İslam Fundamentalistleri olarak tanımlamakta kullanılabilir ise de Ahbariliğin karşısında duran aynı dönemin Usûlîler’i için bu terimin kullanılması kesinlikle yanlış olacaktır. Bu durumda kelimenin yirminci yüzyılda Amerikan Protestanlığı içerisinde ortaya çıkış biçimine bakılınca, İslam Fundamentalisti terimi ancak, on sekizinci yüzyılda ortaya çıktığı ilk şekli ile İslamiyet içinde en marjinal anlayışlara ve selefi akımlara temel oluşturan, Radikal İslamcı Örgütlerin esin kaynağı haline gelen Vahhabî Mezhebi’ne uygun düşecektir.22

Vahhabi hareket başlangıcında, bütün modern araçlara, teknolojilere ve kültürlere karşı çıkan bir siyasal ve toplumsal hareketti. Sert inançlar, zühd temelli hayat tarzı, kentin ve uygarlığın dışındaki sosyolojik özellikler de buna eşlik ediyordu. Vahhabiler modernliğin bütün araçlarına ve verilerine karşıydılar. Yenilik bid’attı ve küfre kadar yolu vardı. Asıl olan İslam’ı ilk şekliyle (Asr-ı Saadet) yaşamaktı. Zamanımızda da İslam Dünyasının modern zaman kurtuluşu için İslam’ı ilk şekli ile yaşamayı savunurlar ve bütün gelişmeleri ve yenilikleri reddederek tekfir ederler, meydan okurlar.

Toplumsal ahlâkın, İslam’ın Asr-ı Saadet verileri ile yeniden inşa edilmesini öngören bu düşünce, on sekizinci yüzyılda Muhammad ibn Abdulvahab’ın kurmuş olduğu Vehhâbilik hareketiyle zirveye ulaşmıştır. 18. yy’dan bu yana bakıldığında Vahhabilik -bir şemsiye terim gibi- İslam Toplumunun yeniden yapılanması için; İslamî geleneğin gerçek ve olumlu meşruiyetinin yani yorumlanmasının farklı dereceleriyle birleştirilmiş insan eşitliği ve ulûhiyetin birliği üzerinde durmak olarak açıklanabilirdi.23 Ancak Vehhâbilik çok geniş alanlarda etkisini gösterebildiği gibi pratikte koyu bir Fundamentalizmin -ve Radikalizmin- İslam dünyasındaki örnekliğini yapmıştır ve başardıkları sayesinde diğer bölgelerdeki Müslümanlara militan bir arınmanın iman dâhilinde olduğu fikrini aşılamıştır.24 Devlet desteğini de arkasına alan Muhammed ibn Abdulvahhab’ın ve öğrencilerinin eserleri ve öğretileri, uzun dönemde yirmi birinci yüzyıl Müslüman düşünürlerinin, özellikle de kendini Selefiyye olarak isimlendirenlerin esin kaynağı olmuştur. Bunun içindir ki Vahhabilik 20. yüzyıl İslamî deneyiminin bir parçası olan “İslamî Köktencilik”in bir siyasal prototipi olarak karşımıza çıkmaktadır.25

Yirminci yüzyıldaki İslamî Hareketlerin zuhurunda etkili olan bir başka güç ise İslam Devleti fikridir. Abdurrazık, Reşid Rıza ve Ezher Uleması gibi çok değişik çevreler tarafından artık Hilafetin öldüğünden hareketle bir daha diriltilemeyeceği ilan edilip cenaze namazı kılınınca, Hilafete alternatif olarak İslam Devleti fikri gündeme gelmiştir. Bu fikir zamanla dini-siyasi düşüncenin omurgasını oluşturmuştur. Bu gelişmeye, gelenekçilerin Türkiye’nin laikleşmesine tepkilerinden tutun da bazı Batılı güçlerin mütecavizliği ve son -fakat aynı derecede önemli olan- Filistin sorununun doğurduğu bir dizi şartlar neden olmuştur.

İslam Devleti kavramı başlangıçta müphem ve genel iken şartların baskısıyla açık ve güçlü bir biçimde gelişme gösterir. Militan Müslümanlar Batıdan gelen saldırılar karşısındaki gayretlerini İslamî değerleri yüceltme ve koruma yolunda yoğunlaştırırlar. Bu şekilde 1920 tarihinden sonra aktif bir şekilde gündeme giren Köktencilik kavramı, dinî düşüncenin siyasi tezahürü haline gelir. Köktencilik başlangıçta, sadelik taraftarı olan Suudî Arabistanlı Vahhabî kurucuların ve ilhamını Muhammed Abduh’tan alan hümanizm ve modern insanın akılcılığıyla tam bir uyum içindeki İslam’a dönülmesini savunan Selefiyye Hareketi öğretilerinin buluşma zeminiyken; daha sonra Vahhabiliğin koyu muhafazakâr bir eğilim tarafından, Köktenciliğin ise eylemci ve devrimci akımlar tarafından temsil edilmeye başlanması ile bu ortak zeminden uzaklaşılmıştır.26 Bu durumu fırsat bilen Batı, başlangıcından bu yana geçen zaman içerisinde amacından gittikçe uzaklaşan bu hareketi İslam’ı Dünya gözünde terör ile özdeşleştirmek için kullanmaktan geri durmamış ve bunu da büyük oranda başarmıştır.

Abduh’un doğrudan talebesi olan Reşid Rıza, Mısır ve Sünnî İslam’ın değişik bölgelerindeki İhvan-ı Müslimîn’in eylemci ideolojisinin şekillenmesinde önemli bir rol oynamıştır. Eylemci ve devrimci akımlar, İhvan ve İhvan’dan kısmî farklılıklar gösteren Mevdûdî’nin Cemmeat-i İslamî’si ile ve İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra aktif bir güç haline gelen İhvan’ın İran varyasyonu olan Fedaiyân-i İslam ile günümüze kadar varlıklarını sürdürmüşlerdir. İslam Devriminden önce hamiliğini İmam Humeyni’nin yaptığı Fedaiyân-i İslam mensuplarının Seyyid Kutub, Gazali ve Sıbâi’nin eserlerini Farsçaya çevirip basmaları Fedailerin mezhep üstü ruhlarının tezahürü olarak düşünülebilir.27 Bu arada radikal siyasi eylemciliğin İran dışında Lübnan’da, Afganistan’da ve nihayet Irak ve Suriye topraklarında taraftar bulduğunu da hatırlatalım.

İslamî Köktenciliğin pek çok badireden geçmiş olmasına rağmen hala güçlü olması ve taraftar bulması, sağlam temellere dayanmasından kaynaklanmaktadır. Her şeyden önce modernizm öncesi ıslahat hareketlerinin doğrudan bir varisi olarak kaynağını İslam’dan alan geleneğe bağlı bir karakter taşır.

İslamî köktencilik 18. ve 19. yüzyıllarda bir vakıa olarak ortaya çıktığında bir bid’at gibi görülür ve muhafazakâr çevrelerin tepkisiyle karşılaşır. Fakat Batıcılık İslam’ı tehdit etmeye başlayınca hareket de iyi bir gelenek olarak kabul görmeye başlar. İslamî Köktenciliğin, İslamı yabancı unsurlardan ayıklama programı bugün bile çekiciliğini yitirmemiştir. Ayrıca bu program muhafazakâr olmaya karşı çıkarak aktif ve dinamik bir yol takip ettiğinden terakkiye de müsaittir.28

Köktenci İslam’ın en önemli prensibi “İman”ın aslî ve saf şeklinin peşinde olmasıdır. Köktenciler, İslam Tarihinin ilk döneminden sonra toplanan gelenek ve bid’atler yığınını reddeder. Köktencilere göre İslam toplumunun yeniden inşası için Geleneksel İslam’ ı temsil eden, Geleneksel Fıkıh görüşünden bağımsız yeni bir İslam hukuku (içtihad) geliştirilmesi zorunludur.29 Bu meyanda Çağdaş Köktenciler, kendilerini geçmiş ihya ve tecdid hareketlerinin doğrudan takipçileri olarak görürler.

İslamî Köktenciliğin Karakteristik Özellikleri

İslami Köktencilik ve Çağdaş İslamî Hareketin ideolojileri muhteva ve amaçlar açısından esas itibariyle benzerlikler taşırlar. Köktenci düşünce ve ideolojinin genel özellikleri şunlardır:

1. Müslümanlığın devlet olma iddiası vardır ve Din Ahireti de kapsayan tüm zaman ve mekânlarda evrensel olarak uygulanabilir bir hayat sistemidir.

2. İslam’ ın temel kaynağı Kur’an ve onun pratiği olan Hz Peygamber’ in Sahih Sünnetidir.

3. Sırat-ı Müstakim yani kurtuluş, ilk Müslümanlara da ilham veren Doğru Yol’a dönüşle mümkündür. Bu nedenle Hz Muhammed ve arkadaşlarının inşa ettiği toplum örnek toplumdur.

4. İslam düzeninin kurulması ancak Cihad ile mümkündür. Bu bağlamda Selefiliğin militan inancına göre, cihad etmek basit bir toplumsal zorunluluk (farz-ı kifaye) değil, anormal durumlar dışında bireysel bir vazifedir yani farz-ı ayn’dır.30

5. Merkeze ümmet düşüncesini koyan iyi bir Müslüman’ın vazifesi, Allah’ın bütün insanlık üzerindeki hâkimiyetinin tesis edilmesidir. Bu nedenledir ki İslam’ın vatanı bütün yeryüzüdür ve bu iş ancak Cihad ile mümkün olur.

6. Sosyal adaletin tesisi için, servetin bazı kişi ve kurumlar elinde zulüm aracı olarak kullanılmasına engel olunmalıdır. Özel mülkiyet toplumun refahı için Zekât Müessesesi marifetiyle sınırlandırılmalıdır. Bu şekilde toplumun sınıflara ayrışmasının da önüne geçilmiş olunur.

7. Yönetimin meşruiyetinin ölçüsü, hükümetin Kur’an’ın öngördüğü Şura prensibiyle çalışacak olmasıdır. İdari otorite İslam öğretilerine ve halkın iradesine bağlıdır. Halk Doğru Yol’dan ayrılan yöneticisini kılıcıyla hizaya getirmek için sürekli teyakkuz halindedir. Yöneticiler şayet düzelmezler ise iktidardan uzaklaştırılırlar.

8. İslam ümmeti, Hz Peygamber’in hayatının Örnek alınması ile iffetli ve titiz bir toplum olmalıdır. Bu nedenle Batılı değer ve adetler İslam Dinine ve kültürüne yabancı ve ifsad edici oldukları için reddedilir.

9. Bir İslamcı için İslamî hayat tarzı mistik bir tasavvur değil fiilî bir yaşam biçimidir. Bu nedenle ideoloji tutarlı bir eylem programına dönüştürülmelidir. Bu aktivist tutum, dinî kurum ve devlet otoritesine karşı yöneltilen açık bir içtihad ile hukukun yeni şartlara uygulanmasını zorunlu kılacaktır.

İslamcı Köktenciliğin Cazibesi

İslamî Köktenciliği cazip kılan ve kitlesel olarak güç kazanmasına katkıda bulunan temel özellikler şunlardır:

1. Sosyal ve manevî anlamda yollarını kaybeden, yabancılaşmış bireylere yeni bir kimlik kazandırır.

2. İyi ve kötünün kaynaklarını teşhis ederek müslümanların dünya görüşlerini net bir şekilde tanımlar.

3. Mensuplarına acımasız bir ortamla baş edecek alternatif yollar gösterir.

4. Yerleşik düzene karşı bir isyan ideolojisi sağlar.

5. Müntesiplerine bir onur ve ait olma ve de belirsizlikten manevî bir kurtuluş duygusu bahşeder.

6. İslam’ın dünyada ve cennette iyi bir yaşam vaat etmesi köktenciliğin cazibesini artırır.

Sonuç

Batılı, “İslamî Köktenciliği” kendi dayatmak istediği İslam’dan bir sapma olarak görür. Çünkü Batı, İslam Dünyasındaki düşünce akımlarını kendi değer yargılarıyla az çok örtüşen bir ucundan yakalayınca, olayları kendi kavramları ve ideolojisiyle izah etmeye ve tanımlamaya çalışmaktadır. Bunu yaparken esaslı farklılıkları dikkate almadığı gibi çoğu kez de olayları saptırma yoluna gitmektedir.

Batılı bugün, Fundamentalist/Radikal İslamcı gibi bir takım tanımlama yöntemleri ile İslami Hareketi ötekileştirme/karalama yoluna gitmektedir. Böyle yapmakla hem gerçek yüzlerinin ortaya çıkmasına engel olmakta hem de İslam Ülkelerini İslam ile korkutmaktadır. Batı İslam’dan korkuyor hatta nefret ediyor. Bunun için de Fundamentalizm, Köktendincilik, Radikalizm gibi yaftalarla İslami uyanışı karalamaya çalışıyorlar. Müslümanlara sudütyo çekimi kafa koparma videolar ve diğer bir takım vahşi görüntülerle; “İslam işte bu! Böyle mi olmak istiyorsunuz? ” demekteler.“Bu İslam var ya bu İslam, kötüdür; muhtevasında iyi hiçbir şey yoktur” diyerek, Müslümanları “Mürteci ve Fanatik” diye nitelendirmekteler.31

Prof. Dr. Şinasi Gündüz’ün altını isabetle çizdiği gibi, IŞİD ve benzeri karanlık yapılar emperyalist ve kolonyal Batılı güçlerin İslam dünyasında yaktıkları ateşe sadece odun taşımakta. Bu örgütler hem hegemonyal güçlerin İslam Dünyasında yürüttükleri operasyonlar için adeta birer maymuncuk görevi görüyor hem de başvurdukları şiddet ve terör faaliyetlerinde bir propaganda malzemesi olarak kullandıkları Cihad, İslam Devleti ve Hak-Batıl Mücadelesi gibi İslami kavramların içini boşaltıyorlar, bu kavramları dünya kamuoyu önünde adeta şeytanlaştırıyorlar.

İstanbul Üniversitesinden Necati Anaz Batı’nın son gözdesi DAEŞ’e biçilen rolü şöyle anlatıyor: “Kendine biçilen rolü çok iyi oynayan rasyonel bir örgüt. Kendisini İslam Devleti olarak ilan eden örgüt aslında ne İslam ne de Devlet olmamasına rağmen gördüğü işlev ve üstlendiği bölgesel rol nedeniyle hem Müslümanları hem de bölge devletlerini hedef alan bir yapıya bürünmüştür. Terör bir olayın gerçek yüzünü saklayan bir örtü olarak karşımıza çıkmakta ve bu örtü kaldırılmadan da terörün ne gerçek yüzü ne de kim için ne yapmak istediği tam olarak anlaşılmayacaktır. Bu açıdan bakıldığında karşımıza çıkan gerçek, terörün hız kazandığı dönemler ile uluslararası siyasal ilişkiler, jeoolitik ve jeo-ekonomik stratejiler, bölgesel ve ülke düzeyindeki ekonomik, siyasi ve toplumsal gelişmeler arasında yakın ilişkilerin olduğudur. 2000’lerde güçlenen ekonomileriyle öne çıkan gelişmekte olan ülkelerin gerek terörle gerekse toplumsal olaylarla hizaya getirilme çabaları bu manada daha da anlaşılır olacaktır.”

Batılı gözüyle bir Fundamantalist Müslümanın boydan fotoğrafında; eli silahlı, sakallı, başında askeri kep olan bir adam görülür. Bu adam Orta Doğunun altını üstüne getirip hep birilerini öldürmektedir. Kitle iletişim araçları bu adamı, yanında silahı olduğu halde namaz kılarken görüntüler. Amaç bu genci fanatik, tehlikeli ve İslam’ı içine sindirmiş mazlumların katili olarak lanse etmektir. Çünkü bu genç Batının kendi dayatmak istediği İslam’dan bir sapma olarak gördüğü gerçek Müslüman’dır. Bu kişi tehlikeli ve saldırgan olarak takdim edilerek gerçeğin üstü örtülmeye çalışılmaktadır.

Sömürgecilik yıllarından günümüze kadar “Oryantalizm” ve Batılı yayın organları “Nominal” bir Müslüman imajının ortaya çıkmasını sağladılar. Müslüman demek, Batıdan gelen her şeyi özellikle modernizasyon ve laiklik paketlerini kabule dünden razı insan demek oldu. Batının Müslümanı, batının medeniyetini ve laiklik normlarını bir tamam olarak kabul eden; parlamentosu ve siyasi partileriyle ideolojisini, sosyal meselelerini tartışmaya dahi açmadan kabullenen insanlardır.

“Nominal Müslümanlar” Batıyı körü körüne taklit ettikleri, politik sistemlerini ve ideolojilerini kendi hayatlarına hiç düşünmeksizin geçirdikleri içindir ki Kur’an’ın emirlerine uymada büyük ihmalkârlıklar gösterirler.32 Bu durumda Kur’an’ı ya kendi durumlarını meşrulaştırmak için kullanırlar ya da yamultarak anlamazlıktan gelirler. İşte bu nedenledir ki Batı kendi eliyle şekillendirdiği/gayret gösterdiği bu “Müslüman Prototipi” dışına çıkan, sömürü ve zulme başkaldıran, en azından rıza göstermeyen Müslümanı “Terörist” ilan etmekte “Entegrist” veya “Fudamentalist” olarak yaftalayarak şeytanlaştırmaktadır. Oysa insan olmanın ve varlığın özü bütün sadeliği ve manasındaki gerçekliğiyle İslamiyetin kökünde muhafaza edilmekte ve saklanmaktadır.

1- Ergün Yıldırım, Yeni Şafak.

2- Prof. Dr. İskender Öksüz, Karar, Tekfircilik.

3-DAEŞ’ın kafa kopartmak şeklindeki infazlarının stüdyoda nasıl üretildiğine bakınız:http://gucluturkiye.net/iste-deas-isid-in-ingilizler-tarafindan-kurulup-abd-tarafindan-kullanildigina-dair-belge)

4- Geniş bilgi için kakınız: http://www.yenisafak.com/dunya/teror-videolari-studyoda-cekildi-2540766)

5- Prof. Kemal H. Karpat, İslam’ın Siyasallaşması sf. 27

6- Prof. İsmail Kara-Türkiye’de İslamclık Düşüncesi/1 s: 34

7- Kurulu sistemi kısmen veya tamamen değiştirmeyi amaçlayan siyasi hareket.

8- Dini veya siyasi olsun bir inancı, tarihin bir önceki döneminde sahip olduğu kültürel yapısı ve müesseseleriyle özdeşleştirmek. Dini bir faaliyet içinde her türlü gelişmeye veya her türlü değişime bir sertleşme ve kemikleşme hali.

9- Redhouse.

10- Collins Cobuild Essantial English Dictiionory.

11- Hüseyin Hatemi, Batılılaşma, s: 162.

12- Büyük Larausse.

13- Ali Bulaç, Nuh’un Gemisine Binmek, s: 46..

14- A. Burak Bircan, İktibas Dergisi, Nisan 1992

15- A. Burak Bircan, İktibas Dergisi, Nisan 1992.

16- Dr. William E. Shepart, İktibas Dergisi, Kasım 1992.

17- Dr. William E. Shepart, İktibas Dergisi, Kasım 1992.

18 Ali Bulaç, Nuh’un Gemisine Binmek, s: 47.

19- Hüseyin Hatemi, Batılılaşma, s: 193.

20- R. H. Dökmeciyan, Arap Dünyasında Köktencilik, s: 11.

21- Dr. Vitaly Naumkin, İktibas Dergisi, Kasım 1992.

22- Hüseyin Hatemi, Batılılaşma, s: 192.

23- J. Obert Voll, İslam Süreklilik ve Değişim, s: 102.

24- J. Obert Voll, İslam Süreklilik ve Değişim, s: 106.

25- J. Obert Voll, İslam Süreklilik ve Değişim, s: 110.

26- Hamit İnayet, Çağdaş İslami Siyasi Düşünce, s: 132.

27- Hamit İnayet, Çağdaş İslami Siyasi Düşünce, s: 180.

28 Fazlurrahman, İslam, s: 309.

29- R. H Dökmeciyan, Arap Dünyasında Köktencilik, s: 34.

30- R. H Dökmeciyan, Arap Dünyasında Köktencilik, s: 5.

31- Töre Dergisi, Mayıs 1987.

32- Asaf Hüseyin, Ortadoğu’da Devlet ve Terör, s: 51.

 

 

 

 

 

 

 

 

Etiketler
Daha Fazla

İlgili Makaleler

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir