
Evden Kaçan Çocuklar / Bir Yahya Kemal Portresi
Bizim coğrafyamızda yaşanan batılılaşma tarihini aslında bir çeşit evden kaçış tarihi olarak yorumlanmaktadır. Yahya Kemal de zamanında bu kaçaklardan biri olarak kendisini Paris’te bulan ama bu kaçıştan dokuz yıl sonra yeniden eve geri dönmüş bir şairdir. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın ifadesiyle: “Filhakika o kaçış kapıları arayan insan değil, eve dönen adamdır.”[1]
Yahya Kemalden hareketle kimlik meselemiz üzerine mütevâzi bir deneme olan bu çalışmada, bir devrin panoromasını ana çizgileriyle görebileceğimiz bir birikimi yansıtabilme söz konusudur. Yahya Kemal, Üsküp’ten ayrıldığı günden itibaren muhacir gibi yaşayan ve hiç evlenmeyen ve bir ev edinemeyen kiralık evlerde, otellerde, pansiyonlarda derbederce bir hayat sürmüş ve yapayanlız bir adam olarak ölmüştür.
Yahya Kemal’in doğduğu şehir Yıldırım Beyazıd Han’ın da diyarı olan Üsküp, Türk ve Müslüman bir şehirdir. Annesi Nakiye Hanım ve babası İbrahim Naci Bey’dir. “Üsküp’te okunan ezanlar Paris’te imansızlık devirlerinde bile sık sık kulaklarında çınlayacaktır.”[2]
Annesi fevkalade dindar bir kadındır. Ama evlerinde az çok modern bir hayat yaşanmaktadır. Yazarın anlattığına göre babası Müslüman hayat tarzına karşı lakayt davranan biridir.[3]
Lise tahsilini tamamlaması için İstanbul’a gönderildiğinde 18 yaşındadır. İstanbul’da Şekip adlı Serezli bir gençle tanışır. Şekip Bey siyasi fikirlerinden dolayı bir ara Paris’e kaçmış bir Jöntürk’tür. Gençleri etrafına toplayıp Paris’ten ve Avrupalı filozoflardan bahsetmektedir.[4] Şekip Bey daha sonra Paris’te bir sokak satıcısı olarak yaşamıştır. Abdulhamid devrinde münevver geçinen bazı seçkin kişilerin ağzında dolaşıp duran bir laf vardır: “Bu memlekette vali olacağına git Avrupa’da kundura boyacılığı daha iyi.”[5]
O dönemde Y. Kemal gibi gençler için Paris aslında Binbir Gece Masalları’nın Bağdat’ından farklı değildir. Hürriyetin beşiği, şiirin anavatanıdır. Yahya Kemal, 19 yaşında tek kelime Fransızca bilmeden Paris’e kaçmıştır. O’nu çeken şey Jöntürk hareketinin cazibesiyle bir ara Paris’te Abdullah Cevdet’le görüşmüştür. Fakat daha sonra Jötürkler hakkındki düşünceleri tam tersine dönmüştür. Y. Kemal’in ifadesiyle Jöntürk hareketi: “Fikir sahasında hiç, fiil sahasında yine hiçtir.”[6] Kendisini Paris’te bohem bir hayatın ortasında bulan Yahya Kemal, Hugo’yu ve De Bonville’yi okur ve nihayet koyu bir Baudelaire perest olur. Paris yıllarında Sciences Politigues’te okumaktadır.
Hocası Albert Sorel’den aldığı tarih zevki onu mensubu olduğu milletin geçmişini öğrenmeye zorlar. Milliyetçiliğe bu şekilde yönelmiştir.[7] “Bir gün bir mecmuada Profesör Camille Julian’ın esaslı bir cümlesini okudum. Cümle şuydu: ‘Fransız milletini bin yılda Fransız toprağı yarattı.’ Bu cümleyi Saint Paul’un Şam yolunda Hz. İsa’yı görerek “Qou Vadis Domine?” sesini duymasına benzetirim. Bu cümle kafamda birdenbire yeni bir ufuk açmıştı. Artık milleyetime dair fikirlerim bu cümlenin ilham ettiği noktada birleşiyordu.”[8]
Efsaneye göre Saint Paul, Neron’un zulmünden kurtulmak için Roma’dan kaçarken yolda bir nur hüzmesi şeklinde karşısına çıkan Hz. İsa’ya “Nereye gidiyorsun Hazret?” manasına gelen “Qou vadis domine?” diye sorar. Bunun üzerine Hz. İsa: “Sen kuzularımı bırakıp kaçtığın için ben tekrar çarmıha gerilmek üzere Roma’ya gidiyorum.”[9] cevabını verir.
İstanbul’dan biz’e dair her şeye nefret duyarak ayrılan Yahya Kemal, Türklüğü yeniden bulmak için eve geri döner. Fikirleri henüz oturmamış fakat evin sıcaklığı tüm benliğini kaplamıştır. Paris’te tam 9 yıl kalmıştır. Medie vapuru ile Nisan 1912’de tekrar İstanbul’a dönmüştür. Kafasında bu kez de Yunan Mucizesi fikri vardır. O yıllarda Yunan medeniyetine duyulan hayranlığın tesirinde kalmıştır. Nev-Yunanilik artık yeni gündemidir. İstanbul’a döndüğünde ilk tanıştığı kişi Yakup Kadri’dir. Yahya Kemal ve Yakup Kadri Nev-Yunanilik fikri altında bir ara “Havza” adlı bir mecmua çıkarmayı tasarlamışlar hatta bu düşüncelerini gidip Tevfik Fikret’e açmışlardır. “Estetikte, bilhassa lisan estetiğinde süslü ve boyalı Acem bediiyatından sobre ve beyaz lisana, teşbihli ve istiareli sanattan Yunan’ın sağlam ve oturaklı cümlesine geçmek istiyoruz. Müşahadelerimiz millette bu istidadın bulunduğunu göstermektedir.”[10]
O günlerde Ömer Seyfettin de Tanin’de neşredilen “Boykotaj Düşmanı” adlı hikâyesinde Nev-Yunanilik fikriyle alay etmiş, Yahya Kemal ve Yakup Kadri’yi Yunan donanmasına iane toplayan ve Yunanlılığa hizmet eden iki adam gibi göstermiştir.[11] Yahya Kemal daha sonra bu düşüncelerinden vazgeçmiştir. Ama “Beyaz Lisan” fikrini sonuna kadar muhafaza etmiştir. Nev-Yunanilik onun için bir gençlik hevesidir. Cemil Meriç’in ifadesiyle sonunda istiğfar ederek kendi sesini bulmuştur.
“Bergama Heykeltıraşları” adlı şiirinde “gördük ki yeryüzünde ilahlar gezinmiyor.” demiştir.[12] Bu devreden sonra da Yahya Kemal Osmanlı kültür ve tarihinin asıl kaynaklarına yönelerek farklı sentezler aramaya koyulur. O, İslam’ın bilhassa Osmanlı toplumu üzerindeki görünüşünü merkeze almıştır. Osmanlı Müslümanlığı olarak yorumladığı, her renkten tasavvufi anlayışı da bünyesinde barındıran estetik bir yoruma sahiptir. Yahya Kemal her şeyden önce bir estetik adamıdır. İslam’ı hadis kitaplarında ya da Kur’an’da değil, mesela Itri’nin Tekbir’inde, Sinan’ın Süleymaniye’sinde yahut bir Yesari hattında görmektedir. Bu anlayış tarzıyla birlikte Pierre Loti gibi Şark hayranı egzotiklerden de etkilenmiştir.
Yahya Kemal bu İslami görüşlerinden dolayı büyük hadis Profesörü Babanzade Ahmet Naim Bey’in itirazları ve eleştirileri ile karşılaşmıştır. Aralarındaki münakaşa serttir. Yahya Kemal Buhari mütercimi Ahmet Naim Bey’le Darülfünun’da beraber çalışmışlardır. Yahya Kemal’in Tevhid-i Efkâr gazetesinde “Bir Rüyada Gördüğümüz Eyub” yazısının çıktığı günlerde Ahmet Naim Bey tarafından, İslam’ı efsaneler üzerine kurulu bir din olarak göstermekle suçlanır. Naim Bey, İslamiyet’te mezarlara muhabbetin olmadığını, ölmüş insanları filanca semtte hazır ve nazır zannetmek gibi itikatlara yer olmadığını söyler. Yahya Kemal de bu sözlere sert bir karşılık vererek, milletlerin dinlerini kendi yaratılışlarına uygun olarak benimsediklerini ifade eder.[13] Yahya Kemal dini, cemiyetin zaruri bir realitesi olarak görmektedir. Ahmet Naim ve Mehmet Akif gibi İslamcılar için İslam her şeyden önce bir vahiy hakikatidir. Hayatı bütünüyle kavrayan bir nizamın adıdır. İslam’ın safiyetine dönerek kitleleri bütün hurafelerden kurtarmaktan başka çıkar yol yoktur. Yahya Kemal’e göre ise bir medeniyet çöküntüsünün yetimleri olan bu insanların ellerinden yeni hayat şekilleri hazırlamadan, hayata tahammül etme gücü veren eskiyi çekip almak, onları içinden çıkamayacakları derin bir boşluğa bırakmaktan başka bir şey değildir. Yahya Kemal ve Babanzade Ahmet Naim arasındaki bu tartışma, muhteviyatı farklı da 17. asırdaki Kadızadelilerle Sivasiler arasındaki sürtüşmenin bir uzantısı olarak değerlendirilebilir. Yahya Kemal tüm bu tartışmalar çerçevesinde düşüncelerini bir fikir adamı olmaktan ziyade her zaman bir sanatkâr olarak ifade etmektedir.
İslamcı aydınlar izah etmek zorunda oldukları bir “Garb” vakıasıyla karşı karşıya geldiklerinde, Garb’ın ilmini alma hususunda ister istemez hem Batıcılarla hem de Türkçülerle aynı şeyleri söylemek zorunda kalıyorlardı. İlim söz konusu olduğunda mesela M.Akif, Abdullah Cevdet’ten veya Ziya Gökalp’ten başka bir şey söyleyebilecek durumda değildi. T.Fikret’in oğlu Haluk ne kadar Promete ise, Akif’in Asım’ı da o kadar Promete’dir. İkisi de Promete’nin gökten “deha-yı narı” çalması gibi, gidip Batı’dan ilmi ve teknolojiyi getirecektir.[14]
Dönemin düşünce adamları incelendiğinde ise Said Halim Paşa istisna edilirse dönemin İslamcıları arasında Batı meselesini derinliğine tahlil eden pek kimse çıkmamıştır. 19. asrın mitoslarından biri haline gelen terakki (ilerleme) fikri üzerinde ise hiçbir İslamcı düşünür tenkitçi bir yaklaşım sergilememiştir. İlerlemenin dinamiklerini bilmeden Batı’nın tecrübe ve birikimine talip olmuşlardır. Ertuğrul Düzdağ’ın hazırladığı Said Halim Paşa’ya Ait ‘Buhranlarımız’ adlı kitapta, Said Halim Paşa meseleye daha dikkate değer yaklaşımlar getirmiştir. Paşa’ya göre başka milletlerin çoğu zaman pek pahalıya mal olmuş tecrübelerinden zahmetsizce istifade etmek çok cazip görünmekle beraber çok da tehlikelidir. Bir gün Ziya Gökalp onun Osmanlı tarih ve kültürüne düşkünlüğünü ima ederek: “Harabisin harabati değilsin, gözün mazidedir ati değilsin.” dediğinde, Yahya Kemal ise irticalen, “Ne harabi ne harabatiyim, kökü mazide olan atiyim.”[15] diye cevap vermiştir. Yahya Kemal hiçbir zaman siyasi bir teklifin sahibi olmamıştır. Onun meselesi bir kültür ve medeniyet meselesidir. Ziya Gökalp’e göre bizim edebiyatımız Arap ve acem taklidinden ibarettir. Aruz Türkçe’nin tabiatına uymamaktadır. Musikimiz Farabi tarafından Bizans musikisini takliden vücuda gelmiştir.[16] Yahya Kemal’e göre Batı’nın değerlerini ve teknolojisini almakla bir şeyler değişmeyecektir. Bizim eski şiirimizin değeri yeni şiirimize göre fevkalade yüksektir. Çünkü eskilerin dayandığı çok zengin bir bilgi birikimi vardır.
Yahya Kemal “kökü mazide olan atiyim” mısraıyla tarih şuurunu da özetlemiştir. Onun için zaman geçmişi de içine alarak büyümektedir. Bu Bergson felsefesinin de temeli olan bir düşüncedir. İlerde Tanpınar tarafından da savunulan bir felsefedir. Dergâh mecmuasında bu tarih şuuru hararetli bir şekilde savunulurken, T. Fikret’in tarih şuurumuzu reddeden şiirleri bilhassa Tarih-i Kadim, ortalıkta hala pozitivizmin meşalesi gibi dolaşıyordu. Yazara göre, Fikret bu şiirinde Haluk ve onun şahsında tüm gençliğe karanlık bir geçmişten artık büsbütün kurtulmaları gerektiğini telkin etmektedir.
Ahmet Hamdi Tanpınar, Yahya Kemal’in öğrencilerinden ve üzerinde en çok etkisi bulunan büyük kalemlerimizdendir. Tanpınar, Darulfünun’dayken Yahya Kemal’in edebiyat derslerine girmeye başlamıştır. Tanpınar, onun hiç de asli manasıyla bir hatip olmadığını söyledikten sonra şunları ifade etmektedir: “Pek az sonra, herhangi bir dersi dinlemediğimizi adeta bir düşüncenin solosunu seyrettiğimizi anlardık.”[17] Tanpınar ve arkadaşları kısa bir süre sonra hocaları Yahya Kemal’le çok sıkı dost olmuşlardır. Nur-u Osmaniye Cami civarındaki İkbal Kıraathanesinde sık sık bir araya gelen genç yazarlar için İkbal kıraathanesi ikinci bir Darulfünun’dur. Tanpınar Beş Şehir’de bu kıraathaneyi uzun uzun anlatmıştır. Dergâh mecmuasını çıkarma fikri de bu kıraathanede yapılan toplantılarda ortaya çıkmış ve fiiliyata geçmiştir.
İkbal kıraathanesi adeta Dergâh mecmuasının yazı ofisidir. Tanpınar Ahmet Haşim’le de burada tanışır. Ahmet Haşim ferdiyetçi bir yaklaşıma yeni çıkaracakları derginin adının “Haşhaş” olmasını istemektedir. Lakin daha mistik çağrışımları olan “Dergâh” adı tercih edilerek derginin ilk sayısı 15 Nisan 1921’de çıkarılmıştır. Birinci sayfasında Yahya Kemal’in Dergâhçıların adeta manifestosu niteliğindeki Üç Tepe yazısı yer alır.[18] Yahya Kemal bu Üç Tepe adlı yazısında ‘Yeni’ ünvanını taşıyan Türk edebiyatının elli yıldır âleme iki tepeden baktığını, artık Türk edebiyatının bundan sonraki yeni mihrakının Metris Tepe olduğunu söylemektedir. Çamlıca tepesi, Namık Kemal ve arkadaşları Hamid, Ekrem, Sezai ve ötekilerinin elli sene evvel âleme baktıkları tepedir. Sonra Çamlıca’dan Tepebaşı’na geçiş yaşanmıştır. Tepebaşı Mai ve Siyah’ın kahramanı Ahmet Cemil’in, Fikret’in oğlu Haluk’un tepesidir. Üç Tepe yazısı (musâhabesi) Tanpınar’ın ifadesiyle Metris Tepe’den bütün vatan ufkuna bakacağını müjdelemektedir.[19]
Yahya Kemal, Beşir Ayvaazoğlu’nun o efsane biyografisi Eve Dönen Adam’da ifade edildiği üzere, eve dönen adamdır ama hayatı boyunca bir evin hasretiyle hayata yalnızlık içinde veda etmiştir. “Akşam olunca dostlar dağılır evlerine giderler. Ben şu otel odasında (Park Otel) yalnızlığı bütün dehşetiyle duyarım. Ne şiir ne kitap ve ne de dostlarım beni bu korkunç yalnızlıktan çekip alabilirler.”[20] Uzun yıllar çok sevdiği Nâzım Hikmet’in annesi Celile Hanım’la bir türlü cesaret edip de evlenememiştir. Ama ona olan bağlılığını sonuna kadar korumuştur. Duygularını paylaşmakta çok ketum biridir.[21] Paris’ten döndükten 4 yıl sonra Celile Hanımla tanışmıştır. Bu aşk evlenme noktasına kadar gelmiştir. Celile Hanım aynı zamanda bir ressamdır. Yahya Kemal kendisine uzun bir özür mektubu göndererek evlilikten son anda vazgeçtiğini duyurmuştur. Bunun üzerine Nâzım Hikmet’in annesi Celile Hanım Potrecilik sanatını ilerletmek bahanesi ile Paris’e gitmiştir. Celile Hanım bir paşa kızıdır. İstanbul sosyetesinin en güzel kadınlarından biridir. Babası Enver Paşa, Sultan Abdulhamid’in yaverlerinden biridir. İlk evliliği uzun sürmemiştir. Nâzım Hikmet’in babası olan ilk eşi de tıpkı babası gibi bir bürokrattır.
Yahya Kemal Celile Hanım’ı ilk defa Yakup Kadri ile birlikte gittiği bir Bektaşi tekkesinde görmüştür.[22] Yahya Kemal o yıllarda Bahriye Mektebinde Nâzım Hikmet ve Necip Fazıl gibi isimlerin de aralarında bulunduğu öğrencilerin derslerine girmektedir. Hatta bir müddet Nâzım Hikmet’e kendi evlerinde özel dersler vermiştir. Ancak hocası ile annesi Celile Hanım arasındaki münasebeti fark edince, hocasının pardösüsünün cebine “Hocam olarak girdiğiniz bu eve babam olarak giremezsiniz.” şeklinde bir not bırakmıştır.[23]
[1] Beşir Ayvazoğlu. (1999). Eve Dönen Adam. Ötüken Yayınları, İstanbul.
[2] Nihat Sami Banarlı. (1960). Y. Kemal’in Hatıraları. Yahya Kemal Enstitüsü Yayınları, İstanbul, s.26.
[3] Ayvazoğlu, a.g.e., s.16.
[4] a.g.e., s.20
[5] Rebia Tevfik Başokçu. (1942). Avrupa’da Yirmi Senem Nasıl Geçti. Tan Matbaası, İstanbul, s.3.
[6] Ayvazoğlu, a.g.e., s.24
[7] a.g.e., s.26.
[8] a.g.e., s.26.
[9] a.g.e., s.26.
[10] Hasan Ali Yücel (1957). Edebiyat Tarihimizden I, İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, s. 225.
[11] Ayvazoğlu, a.g.e., s.36.
[12] a.g.e., s.36.
[13] a.g.e., s.44.
[14] Ayvazoğlu, a.g.e., s.53.
[15] a.g.e., s.76.
[16] a.g.e., s.75.
[17] a.g.e., s.81.
[18] Ahmet Hamdi Tanpınar. (2011) Edebiyat Üzerine Makaleler. Dergah Yayınları, İstanbul, s.311.
[19] Ayvazoğlu, a.g.e., s.92.
[20] Cahit Tanyol. (2008). Türk Edebiyatında Yahya Kemal. Özgür Yayınları, İstanbul, s.170.
[21] Ayvazoğlu, a.g.e., s.117.
[22] Taha Toros. (1988). İlk Kadın Ressamlarımız. Akbank Yayınları, İstanbul, s.25.
[23] Taha Toros. Yüz Yıllık Yahya Kemal. Milliyet, 4 Aralık 1983.


