GenelYazarlardanYazılar

Abd-İsrail’in Bölge Stratejisi ve İran’a Operasyon

Siyasi tarih, emperyal güçlerin yükseliş ve düşüşlerinin tarihidir de. Ve yükseliş ve düşüş, bir anda olmaz; bir sürecin sonunda gerçekleşir. Nitekim uluslararası sistemdeki değişim ve dönüşüm, “oyun kurucu” nitelikleriyle bilinen küresel güçlerin hızla güç kaybını beraberinde getirirken, yeni güçler de hızla öne çıkmaktalar… Kimileri, belirli aralıklarla gündeme gelen tarihi kırılmanın ne anlama geldiğinin yeterince farkında olmasalar da “iki kutuplu” dünyadan -“tek kutuplu” bir dünyaya doğru evrilindiği iddiası çok sürmemiş- “çok kutuplu” bir dünya dengesine doğru hızla yol alındığı gerçekliği ortaya çıkmış bulunmaktadır…

Yaşanan sürecin bir sonucu olarak, küresel “güç odakları”nın kendi aralarındaki güç ve strateji savaşlarının ABD politikalarına yansımasına şahit olmaktayız. Küresel çapta yaşanan ekonomik ve siyasi güç kaymalarının sonuçları dünyanın her yerinde kendisini hissettirmektedir ve dünyanın merkezi, hızla Batı’dan Doğu’ya kaymaktadır. Asya-Pasifik’teki muhtemel güç ve çıkar mücadeleleri nedeniyle ABD, Çin ve Rusya, gerek kendi aralarında ve gerekse de stratejik öneme sahip bölge ülkeleriyle ilişkilerini -yeni şartlara uygun olarak- nasıl kurgulayacaklarının hesaplarını yapmaktalar… Küresel güç odaklarının yanı sıra, hızla yol alan “bölgesel güçler”in de kendi adlarına gelecek ve güvenlik hesapları stratejik olarak daha da önemli hale gelmektedir. Bunlardan özellikle tarihi ve stratejik derinliklere sahip olanlar, bölgesel güç olmanın ötesine geçmek adına kendilerine çeki düzen vermekte; risk alarak adımlar atma zorunluluğu hissetmekte; kimi zaman da buna mecbur bırakılmaktalar…

Bu bağlamda, Batı Medeniyeti’nin Modernizm ve Post-Modernizm aşamalarında adeta içine kapanan “Müslümanlar”, “         İletişim Çağı”nın açtığı alanda, çarpık/sapkın/eklektik/”ikiyüzlü” bir ideolojik düzlemde tekrar öne çıkmaktalar… “Müslümanlar”, küresel küfür ve şer güçlerinin gerçekten kaygılanmalarını gerektiren “düşünsel ve siyasal duruş”da bir netliğe ulaşamamış olsalar da yeni dönemin önemli bir unsuru olmaya, şimdiden aday kabul edilmekte. Hatta yıllardır, ‘kendi elleriyle yaptıkları’nın sonuçlarını/zilletini yaşayan “Müslümanları”, kendi hesaplarına paralel olarak tanımlayanlar, onları küresel “düşman konsept”i olarak ilan etmiş bulunmaktalar. Ki küresel küfür ve şer güçleri, kendi hedefleri ve çıkarları düzleminde “Müslüman” tanımlamaları yaparak, bir tarafta “uyanış”a engel olamasalar da “saptırıcı” algı yönetimlerini gerçekleştirmekte, diğer taraftan da “Ilımlı” ve “Radikal” diye tanımladıkları yapıları kullanmaktalar… “Duygusal ve reaksiyoner “ yaklaşımlarıyla, “sonuç odaklı” yürüyüşleriyle bu kesimlerden “iki yüzlü”/ “aldatıcı” tipolojilerin çoğalmasını sağlayarak “düşünsel ve siyasi duruş”da netliğe sahip Müslümanları köşeye sıkıştırmaya devam etmekteler. Velhasıl, “İslam’ karşı İslam” politikalarının en sofistike(karmaşık/aldatıcı) versiyonlarıyla “Müslümanlar”ın yaşadığı coğrafyalarda cirit atmaktalar; fitne tohumlarını yeşerttikleri coğrafyaları “Müslüman” kanıyla sulamaktalar…

Yaşanan “Arap baharı” sürecinin çeşitli gerekçelerle rafa kaldırılması sonrasında gündeme gelen “Kaos Stratejisi”nin açtığı alanda ABD-İsrail-Suudi Arabistan yapımı, öncekilerle esasta benzer yönleri olan yeni proje, politika ve stratejinin uygulamaya geçirilmesi söz konusu. Haliyle bu yeni durum, bölgedeki aktörlerin yeni pozisyon almaları, kendi güvenlik ve gelecek hesaplarıyla paralel “duruş” sergilemelerini gerekli kılmaktadır… “Küre”ye el basan ABD-Suudi Arabistan-Mısır’ın yanında İsrail’i de görünür hale getirdiğimizde, bahse konu cephenin ne istedikleri, nasıl bir bölge düzeni arzuladıkları anlaşılmaktadır. Nitekim bir süredir Lübnan/ “Hizbullah Örgütü”ne yönelik müdaheleler vd. gündeme gelmektedir. Yani, değişen dünya ve bölge dengeleri gereği bölgemizde kendilerinin hesaplarıyla uyumlu bir düzen peşinde olan ABD, “Kontrollü Demokratik Değişim” stratejisinden sonra gündeme taşıdığı “Kaos” stratejisinin alanda oluşturduğu imkânlarla yeni stratejik adımlar atmakta. Eğer ABD’nin son zamanlarda İsrail ile paralellik arz etmeye başlayan hesapları doğru okunmazsa İran’daki operasyonları ve yeni projelerini doğru okuyabilme imkânı olmaz.

Dolayısıyla bugünlere gelmeden önce ABD’nin (Ilımlı)Laik-Demokrat-Batıcı Türkiye ile yeni bölgesel dengeler açısından yapmak istediklerinin ne olduğu, hangi konularda neden Türkiye ile karşı karşıya gelindiğini kısaca hatırlatmakta yarar var. Eğer bu arada yaşananları hatırlamazsak ABD çizgisindeki Türkiye ile “uluslararası sistem”in dışında bir pozisyona sahip İran’ın “siyasal duruş”larının bugünkü düşündürücü çizgiye nasıl evrildiklerini anlayabilmemiz mümkün olmayacaktır…

Batı’nın güçlü müttefiki, ABD’nin stratejik ortağı Türkiye’ye bakışı, değişik evreler yaşasa da özellikle son 20-30 yıldır çok daha derinlikli bir çizgiye oturmuştu. Demokratikleşme yolundaki reformları, neo-liberal ekonomi politikalarıyla küresel sistemle entegre bir Türkiye, Batı/ABD açısından büyük öneme sahipti. Yere göğe sığdırılamayan bir Türkiye’den bahsediyorlardı…2009 sonrası gelişmeler, “Arap baharı”nın kesintiye uğraması ABD ile “stratejik ortağı” Türkiye’yi birbirlerinden uzaklaştırmaya başlamıştır. Mısır’da yaşanan “geriye dönüş”, Suriye’deki değişim sürecinin dirençle karşılaşması, ABD’nin Suriye ile ilgili angajmanlarına rağmen müttefiki Türkiye’yi bölgede yalnız bırakması önemliydi. Bu arada Irak’ta Maliki yönetiminin “mezhepçi” politikalarına ABD’nin alan açması, İran’ın da bu tehlikeli yaklaşıma herhangi bir olumlu müdahalede bulunmamasının acı sonuçlarını gördük. ABD ve İran’ın Irak’taki politikalarının Maliki gibilerine alan açması, Irak-Suriye ekseninde, ABD’nin IŞİD/DEAŞ’ın oluşum sürecine zemin hazırlaması ve daha sonra da lojistik destek vermesinin önemli sonuçları oldu… Bölgede başta ABD olmak üzere küresel güç odakları, farklı amaçlarla etnik ve mezhebi fay hattını tetiklediler. Güvenlik ve gelecek kaygılarıyla müttefikleriyle bölgeye bakışta hızla farklı düşünen Türkiye’nin geçmişte olduğu gibi kendileriyle paralel bir duruş sergilememesi kaygı ve (tedip edici) hamle ve operasyonların peş peşe gelmesi sonucunu doğurdu. Operasyonlar hatta darbe girişimleri  ve tüm bunlarla paralel yürütülen “algı yönetimi” teknikleriyle Türkiye köşeye sıkıştırıldı. Ne var ki değişen dünya ve bölge dengelerinin kendisine açtığı geniş alanın farkında olan yeni derin Türkiye, güvenlik ve gelecek beklentileri neyi gerektiriyorsa onu yaptı. Risk aldı; uluslararası sistem içinde kalarak itiraz etti.Ama tüm bunları uluslararası meşruiyet sınırları içinde kalarak ve kendi ideolojisinden kaynaklanan eklektik “ahlak” anlayışını öne çıkararak yaptı.(Ilımlı)Laik-Demokrat Türkiye gerek destekçileri ve gerekse de müzmin muhaliflerince yanlış değerlendirildi; daha doğru bir ifadeyle doğru okunamadı.Zaman zaman zorlandığında ise Türkiye, ABD-Rusya arasında denge politikası uygulamaya, çeşitli manevralarla kendi çıkarlarını korumaya çalıştı…

Bu arada İran, görünüşte, Irak’taki nüfuzunu güçlendirmiş, Suriye’de rejime verdiği destekle aldatıcı bir mesafe almış gözükmekteydi. Yemen’de Suudi Arabistan’ı zorlamaktaydı. Aynı zamanda Lübnan’da “Hizbullah Örgütü” o güne kadarki imajıyla bağdaşmayacak nitelikte Suriye’de operasyonlar yapmaktaydı… Bu süreç Obama’nın son dönemlerine kadar devam etti. Rusya’nın Suriye’de giderek güçlendiği bir vasatta ABD içindeki iktidar savaşları Trump’ın başkan seçilmesiyle yeni bir aşmaya girdi. Her ne kadar Trump’ın seçilmesi Suriye ve bölge politikasında beklenilen değişikliği sağlamadıysa da beklenmedik başka gelişmelerin önünü açtı…

Petrol fiyatlarındaki düşüş, ABD’nin ambargoları ile bunalan İran, Obama döneminde imzalanan “Nükleer anlaşma” ile biraz rahatlamış, hatta bir takım beklentilere girmişti.Ne olduysa Trump’ın seçilmesiyle ortaya çıkan kargaşa ve Trump yönetiminin İran’a bakışının Obama’dan farklı oluşunun sonuçlarıyla birlikte oldu.ABD’ndeki “kurulu düzen” Trump’ı kontrol altında tutma yolunda adımlar atmış olsa da malum gelişmelerin peş peşe sahaya yansıması bir şekilde gerçekleşti…

ABD-İSRAİL’İN İRAN’A YÖNELİK STRATEJİLERİ

ABD-İsrail ve ABD-Suudi Arabistan ilişkilerinin yeni çizgisi, ABD-İsrail-Suudi Arabistan merkezli yeni proje, politikaların ortaya çıkardığı durum, bölgede cepheleşme ve yeni pozisyon almaları daha da netleştirdi…

“Katar krizi” ile işaret fişeği ateşlenen yeni bir sürece girilmişti.Her ne kadar “Katar krizi” beklenilen sonuçları doğurmamış, Türkiye-İran ve Rusya’nın net tavırlarıyla şimdilik geri plana itilmiş oldu.ABD-İsrail-Suudi Arabistan ortak yapımı politikaların stratejik hedefleri arasında İran ve İran’ın etki alanındaki bölgeler(Lübnan, Suriye, Yemen) birinci sıradaydı.Bölgedeki hedeflerine ulaşmak üzere ABD, İran-Suudi Arabistan savaşı çıkarmak, dolayısıyla “mezhep savaşı”nı yeniden gündeme taşımak istiyordu.Aynı zamanda Suudi Arabistan merkezli Arap-Arap olmayan ayrımı üzerinden hesaplar peşindeydi…

Peki, tüm bunlar yaşanırken 1979 İran İslam Devrimi ile küresel güçlere kök söktüren, uluslararası sistem dışı duruşuyla daima operasyonlara maruz kalan İran ne durumdaydı?

Her ne kadar Devrim, düşünsel sorunlarla malul bir niteliğe sahip olsa da İmam Humeyni liderliğindeki siyasi duruşu ile Müslümanları sevindirmiş, istikbar güçlerini tedirgin etmişti… Tabiidir ki Devrim, dışarıdan ve “içeri”den “karşı devrim” girişimlerine maruz kalmaktaydı. Öyle ki Humeyni’nin işaretiyle Cumhurbaşkanı seçilen Beni Sadr bile karşı devrimcilerle işbirliği yapmış ve ülkeden gizlice kaçmak durumunda kalmıştı. ABD’nin “İran İslam Devrimi”ne yönelik bir çok operasyonunun da hezimetle sonuçlandığı da bilinmekteydi.1980-1988 arasında Saddam yönetimindeki Irak, İran’a saldırtıldı. ABD başta olmak üzere birçok ülkenin destek verdiği bu savaşla İran’a ciddi zararlar verildi. Ama küresel odaklar İran’da istediklerini yapamadılar…

Hiç şüphesiz İmam Humeyni’nin vefatından sonra da İran’a yönelik saldırılar devam etti. Ama İran, tüm bu dış saldırılardan daha çok İmam Humeyni sonrası yönetimlerin basiretsizlik ve beceriksizliklerinin sonuçlarından muzdarip oldu. Ve güya çıkış arayan yönetimler, İran’ı hızla devrim ilkelerinden uzaklaştırdı; adeta Şia “Ulus devleti” olma yolunda hızla dönüştürdü… Yönetim zaafları, rüşvet ve yolsuzluklar İran içinde ciddi memnuniyetsizlikleri giderek arttırdı. Ama yöneticiler bir şeyi kullanmayı çok iyi başardılar. O da içerideki sorunların doğurduğu tepki ve muhalefeti, başarısızlıkları dışarıdan yapılan ve İran’ın bekasını hedef alan girişimleri, toplumsal bütünlüğü sağlamada etkili bir argüman olarak kullanarak ertelemeyi, baskılamayı daima başardılar…

İran’da devrimin ana çizgisinden uzaklaşma sürecine paralel olarak “Büyük İran” politikası devletin merkezine oturtuldu. Bu durum dönemsel/konjonktürel şartların da etkisiyle “başarılı” gözükse de İran’ın temel sorunlarının çözümünü sağlayamadı. Daha da ötesi dış politika harcamalarını arttırdığı gibi kriz dönemlerinde bu durum sorgulanır da oldu. En vahim olanı da “Büyük İran” hedefi yolunda adımlar atılırken İran yönetimlerinin yaklaşımları, İran’ın devrimden kaynaklanan itibarını hızla törpüledi. Değişen dünya ve bölge şartlarında bölgede yaşanan değişim sürecine yaklaşımının ilkesel tutarlılıktan uzak olması da İran’a yönelik antipatiyi arttırdı. Süreç içerisinde, ABD ve diğerlerinin bölgede tetiklediği “mezhepçi” politikalara İran’ın ilkesel olarak karşı çıkması beklenilirken tersine bu vasattan yararlanma yolunu seçti. “İçeri”(Şia “Müslümanlar”dan) ve “dışarı”dan tüm ikazlara rağmen İran “stratejik direnç hattı”/çıkarlarını korumak adına hatalı politikaları tercih etti… Irak’ta, Suriye’de, Türkiye’de çıkarları gerektiğinde terör örgütlerini kullanmaktan çekinmedi. Özellikle Suriye’deki “ilkesel ve ahlaki kaygılardan” uzak pragmatik yaklaşımları, ikili ilişkilerinin de verdikleri intiba ile İran, bölgede güvenilmez bir ülke, “Müslümanlar” nezdinde itibar kaybına uğrayan bir devlet haline geldi… Kaygan bir zeminde 2009’da Lübnan’da Hizbullah Örgütü’nün İsrail’e karşı kazandığı zafer bile İran’ın itibar kaybını önleyemedi.Zira2009 sonrası yaşanalar, devrim yapmış bir İran’dan beklenilmeyen nitelikteydi…

Tüm bu olumsuzluklara, İmam Humeyni sonrası yönetimlerin hatalı ilkesel kaygılardan uzak/pragmatik yaklaşımlarına, hatalı politikalarına rağmen İran’da yaşananları doğru okumak, “Müslümanca” şahitlik etmek durumundayız. Hepimiz çok iyi biliyoruz ki İran’da yaşanan kaosun belirleyici nedeni, ekonomik ve siyasi sorunlar değildir. Altını çizerek belirtmemiz gerekmektedir ki son gelişmeler; dış dinamiklerden kaynaklanmaktadır. İran’ın giderek büyüyen ekonomik ve siyasi sorunları/iç dinamikler; olsa olsa bu dış operasyonun etkisini arttırıcı bir etkiye sahiptir…

Evet, küresel güçler açısından İran, eskiden olduğu gibi “devrim ihraç eden” bir ülke değildir… Bu vasfını süreç içerisinde kaybetmiştir. Ancak “Büyük İran”ın bölgesel hedefleri, son zamanlardaki vasattan yararlanarak elde ettiği “başarı”lar, bölge ülkelerinin yanı sıra İsrail ve ABD’ni de ciddi olarak tedirgin etmektedir. Bunların da ötesinde bölgede yaşanan değişim süreci ve bölgeyi yeniden inşa planları, İran’ı, özellikle ABD-İsrail-Suudi Arabistan koalisyonunun hedefi haline getirmiş bulunmaktadır. ABD ve müttefikleri, her ne kadar İran’ı hedef alırken “ideolojik” ve mezhebi argümanları kullanıyor olsalar da asıl mesele bölgesel çıkarlarının İran ile çelişiyor olmasıdır. Bu bağlamda İran’da yaşanan son olayları, söz konusu stratejinin gereği ve birinci ayağı olarak okumak gerekmektedir…

Hiç şüphesiz ‘insanların başına gelenler kendi elleriyle yaptıklarının sonuçları’dır. Ancak -tarihi bir kırılma döneminin- değişim ve dönüşüm sürecini yaşarken, özellikle küresel güç odakları, hızla güç kaybına uğramalarına rağmen kendi çıkar ve hâkimiyetlerini korumak adına hamleler, operasyonlar yapmaktan geri durmadıkları gerçekliğini de ıskalamamak gerekir. Bu gerçekliği sütreleyerek bazı coğrafyalarda yaşanan/provoke edilen olayların dış ve iç dinamiklerini hatalı okumak, hatta ülke içindeki ekonomik ve siyasi sorunların doğal bir uzantısı olarak sunmak, ancak “vesayetçi” zihniyetlerin manipülatif çabaları olarak değerlendirilebilir…

Türkiye’de olduğu gibi İran’da yaşanan son provakasyonları/planlı ve dış destekli operasyonları, sadece iç dinamiklere bağlamak veya dış dinamikleri görmezden gelerek iç dinamiklerin belirleyiciliğine vurgu yapmak kabul edilebilir bir yaklaşım değildir. Hele hele basiretten nasibini almamış, yaşananları “dengeci” bir bakışla daha doğru okuduğu vehmine kapılmış romantik “lider”lerin iddiaları karşısında şaşırmamak/ “yok artık” dememek elde değildir. Ne diyorlar bu sözde liderler? ‘Devletler kendi evlerini düzene koyamazlarsa önce protestolar, sokak olayları yaşanır; sonra da “dış müdahale” zorunlu hale gelir’…

Malum Batılı kafaların bile yaşananlar karşısında ne söyleyeceklerini şaşırdığı bir vasatta; Batı’yı/(Sözde evrensel) değerlerin taşıyıcısı oldukları iddiasındaki küresel güçlere, “adalet”i sağlama, “hak-hukuk” ve “düzeni” koruma misyonu vermekte zorlandıkları bir süreçte böyle konuşabilmek, akla ziyan bir kompleks olabilir… Oysa Batı’nın hakim olduğu uzun bir zamandır, uluslararası sistemde güçlünün “haklı” olduğu bir “düzen” hüküm sürmektedir. Her ne kadar başlangıçta ‘ekonomik ve siyasi araçlarla’ dolaylı kontrol ve sömürü bahse konu ise de bugün, artık her şey açıkça ortaya saçılmış durumdadır. Tabii görmek isteyenlere/ “gören gözler”e…

Son planda İran’da yaşanan kaosun birinci ayağı bastırılmış gözükmektedir. Lakin bu aldatıcı durum, İran’a yönelik planların/çevreleme politikalarının gereği olan hamle ve operasyonların bittiği anlamına gelmemektedir… ABD-İsrail ve Suudi Arabistan merkezli yeni politika ve stratejinin sahaya yansıma süreci devam edecektir. Ne var ki bölgede sadece İran’ı değil, kendi stratejilerine engel oluşturan Türkiye gibi ülkelerin de benzer hamle ve operasyonlara maruz kalmaları da söz konusudur…

Batı/ABD’nin Türkiye’ye yönelik doğrudan ve dolaylı operasyonlarının devam ettiği, özellikle ABD’nin terör örgütlerini bölge çıkarları doğrultusunda kullanma konusundaki kararlılığı, Türkiye’nin güvenlik ve gelecek kaygılarıyla çatışmakta, iki sözde müttefiki karşı karşıya getirmektedir.

Keza Rusya’nın Suriye/bölgemizdeki varlığı ve gelişmeler karşısındaki “duruşu” ABD ve müttefiklerini kaygılandırmaktadır… Çin’in bölgeyle ilgili hesapları ve bölgede giderek daha “görünür” hale geliyor olması da gelişmelerin seyri açısından önem arz etmektedir. Çin, “Üç yol”/”İpek yolu” Projesi’nin önemli ayaklarından biri İran iken diğeri de Türkiye’dir. Söz konusu projenin niteliği gereği ABD ile Çin’i karşı karşıya getirmesi kuvvetle muhtemel gözükmektedir… Doğu Akdeniz’deki enerji kaynakları, petrol ve doğalgaz boru hatları, Körfez’in enerji yolları açısından kritik önemini de dikkate aldığımızda, değişen dünya ve bölge dengelerinde ABD’nin bölgede yalnız olmadığı açıkça görülecektir. Bu arada tarihi ve stratejik derinliği ile Türkiye’nin bölgedeki ağırlığı ve İran’ın her şeye rağmen gücü dikkate alındığında ABD ve müttefiklerinin hesaplarının bölge gerçekliklerine çarpması ihtimal dışı değildir. En azından orta ve uzun vadede.

İran’daki olayları planlayanların sesi olan malum medyada öne çıkarılan “Ayetullah Mike’”ın arkasında ABD ve İsrail’in varlığı çok açık. Bunu ABD ve İsrail yetkililerinin demeçlerinden anlamak da zor değil. Projenin finansörünün kim/kimler olduğu da malumdur. Bunların kullandığı sokaktaki provakatörlerin; Halkın Mücahitleri/ “Münafıkları”, PEJAK/PYD/PKK ve diğer terör örgütleri olduğundan kimsenin şüphesi bulunmamakta…

Değişen dünya ve bölge dengelerinde, Batı/ABD’nin temel yaklaşımları doğrultusunda reformlar yapan, paradigma(model) değişikliği ile küresel çaptaki gelişmelere uyumlu bir “devlet” olma yolunda ciddi mesafeler alan ülkelerin, küresel güçlerin stratejilerine paralel hareket etmediklerinde başlarına gelenler bilinmektedir. Söz konusu ülkeler, kendi evlerinin içini düzenlemek, sorunlarını çözmek yolunda attıkları başarılı adımlar sonrası küresel güçlerin yıkıcı hamlelerine, dolaylı ve/veya dolaysız operasyonlarına maruz kalmalarının nedenlerini düşünmek, akletmek durumundayız. Tabii bunu yaparken (sözde evrensel) Batılı değerlerin arkaplanlarını ıskalamamak gerekmekte. “Adalet”in, “hak-kukuk”un nerede aranması hususunda bir netliğe ulaşmış olmanın hayati öneminin farkında olunmalıdır. Özellikle kendilerini Müslüman olarak tanımlayanlar açısından ise bu, “olmazsa olmaz”dır.

Daha Fazla

İlgili Makaleler

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

İlginizi Çekebilir

Kapalı