Yazılar

BAŞKANLIK SİSTEMİ Tartışmalarının Arkaplanı

Başkanlık Sistemi tartışmaları, daha doğru bir ifadeyle siyasal sistem değişikliği talepleri Türkiye’de neredeyse 40 yıldır gündemdedir.

Militarist eksende inşa edilen 1. Cumhuriyet’in tek parti döneminden sonrada askeri ve sivil bürokrasinin vesayetinde yoluna devam etmesi ve daha çok küresel ve bölgesel “gereklilikler”/zorlamalar nedeniyle periyodik aralıklarla darbelere, muhtıralara maruz kalmış olması, yani iç ve dış unsurlarıyla vesayetçi yapının ürettiği açmazlar bu tür tartışmaları gündeme taşımıştı.Ne var ki söz konusu taleplerden sonuç doğurucu bir sürecin başlaması mümkün olmamış, bir türlü demokratik siyasal değişim tartışmaları zemini ortaya çıkmamıştı.Ancak 1980 sonrası değişen dünya ve bölge dengelerinin yansımaları Türkiye’de ciddi bir değişim sürecini başlattı.Hatırlanacağı üzere bu değişim sürecinin ilk hamlesi, 24 Ocak 1980 kararları ve bu kararların 12 Eylül 1980 askeri darbesiyle tahkim edilip Özal’ın liderliğinde Türkiye ekonomisinin küresel kapitalist sisteme entegrasyonuyla yeni bir safhaya geçmesiydi.Şüphesiz bu hamlelerde Kıta Avrupası’ndan çok Annglo-sakson hukukunun giderek ağırlık kazanması en büyük etken olmuştur.Kısaca değişen dünya dengelerini, bölgedeki düzenin artık ömrünü tamamladığını, yeni düzen arayışları sürecindede 1. Cumhuriyet/Eski Türkiye ve bu paradigmanın /modelin iflas ettiğini ve onun yerine ikame edilmek istenen “ılımlı laiklik” eksenindeki neo-liberal bir modele(2. Cumhuriyet/Yeni Türkiye’ye) doğru hızla yol alındığını gözlemlemek mümkündü…

Her ne kadar Özal sonrası (1990’lı yıllarda) bu değişim ve dönüşüm süreci kesintiye uğramış olsada 28 Şubat Post-modern darbesiyle birlikte (ki 28 Şubat bir projeydi) yaşananların hemen akabindeki Kasım 2002 seçimiyle birlikte 2. Cumhuriyet’in inşa süreci kaldığı yerden devam etti.

2002’den bu yana Yeni Türkiye’nin inşa sürecinde çok ciddi adımlar atılmış olmasına karşın gelinen bu aşamada bile sağlıklı bir siyasal sistem tartışması yapılamamakta, daha doğrusu model değişikliği süreci o kadar sert bir tarzda ilerliyor ki eski düzenden nemalananlar böyle bir tartışmayı boğmaya çalışıyorlar.Çünkü Yeni Türkiye’de bu “sistem-içi” güç ve çıkar tartışmaları, zaman zaman “savaşları” demokratik siyasal sistemlerden diğer ikisi olan başkanlık veya yarı başkanlık sistemine evrilir, hele bir de yeni duruma uygun bir yeni anayasa oluşturulabilirse eski Türkiye’den beslenen güç odakları Cumhuriyet’in kuruluşundan beri tekellerinde tuttukları güçlerini, imkanlarını, dolayısıyla sistem içindeki pozisyonlarını büyük oranda kaybedeceklerdir.Bu nedenledirki sistemin kendi felsefesi, ilkeleri ve temel değerleri eksenindeki “evrilmesini”/sistem tartışmalarını, “Cumhuriyet’in kazanımlarını kaybetme”, “ülkenin parçalanması” ve son dönemlerde de “otoriterleşme”, “diktatörlüğe yönelme” zemininde karşılamayı tek çıkar yol olarak görmektedirler.Tabi söz konusu sistem içi odakların tartışmayı bu düzleme kaydırmada kısmen başarılı gözükmelerinde, bölgedeki yeni denge arayışlarının fetret dönemine girmesi nedeniyle küresel güçler ve onların bölgedeki uzantılarının dönemsel/konjonktürel hesaplarının öne çıkıyor olması en belirleyici etken olarak gözükmektedir.

Bunların karşısındaki Yeni Türkiye sözcüleri de, değişen bölge ve dünya dengelerinin zorladığı yeni siyasal sistem arayışının elzem olduğunu, zaten sistem-içi mücadele süreci içindeki 2007 Cumhurbaşkanlığı krizi ve sonrası gelişmelerin ortaya çıkardığı durumun 1982 Anayasası ile kurulan düzeni/”dengeyi” değiştirdiğini, dolayısıyla sistemin yeni bir dengeye oturtulabilmesininde yeni bir anayasayı kaçınılmaz kıldığını iddia etmektedirler.Aynı zamanda, bu tartışmaya, tarafların küresel uzantılarıda görünür bir şekilde katılmakta ve yaşanan “geçiş süreci” nedeniyle de eski düzenin savunucularının sesleri olması gerekenden daha fazla çıkabilmektedir.

Malum eski Türkiye’den beslenen işadamları, sözkonusu düzenin sesi ve dış bağlantılarınında desteğiyle önemli bir misyon icra etmeye devam eden mezkur medya, yeni bölge dengelerinin kurulmasında Yeni Türkiye’nin stratejik öneminin farkında olan küresel bazı odaklar ve tabi eski düzenin ürünü siyasi partiler, velhasıl eski modelden beslenen ya da onu sahiplenen tüm unsurlar olarak siyasal sistem değişikliği ve Yeni Türkiye’yi tahkim edecek yeni anayasanın kabulü onların sistem içindeki tüm direnç noktalarını kıracaktır…Bu durum, zaten toplumda bağları zayıf olan, geçmişteki oligarşik, seçkinci duruşlarıyla seçimle iş başına gelmekte zorlanan bahse konu çevreleri çıldırtmakta, soğukkanlı davranmalarını engellemektedir.Onun içindir ki demokratik siyasal sistemlerden biri olan Başkanlık sistemini kendi zemininde tartışmaktan kaçıyorlar.Bu tür tartışmaları olması gereken zeminden uzaklaştırarak topluma sunmayı, algı yönetimini gerekli görüyorlar.Hatta ironik bir dille, diktatörlük, faşizm, tek adamcılık gibi aslında 1. Cumhuriyete has özellikler ve uygulamaları hatırlatarak toplumu tedirgin etmeye çalışıyorlar.Böylelikle de zaman kazanacaklarını, mevcut iç ve dış konjonktürden yararlanarak değişim sürecinin kritik aşamalarının aşılmasını geciktirebileceklerini hesaplıyorlar…

Oysa kendi gelecekleri için sistem değişikliği ve yeni anayasayı olmazsa olmaz olarak gören Yeni Türkiye’den yana olanlar kadar eski Türkiye’den nemalanan odaklarda bilmektedirler ki Parlamenter Sistem ve Başkanlık Sistemi’nin her ikisi de demokratik siyasal sistemlerdir.Söz konusu siyasal sistemler ve bunların karma modeli olan Yarı Başkanlık sistemininde kendisine göre güçlü ve zayıf yanları, öne çıkan nitelikleri vardır.Ve her toplum kendi ihtiyaçlarına göre bir siyasal sistem ile devlet içinde güç dengeleri kurmak isteyecektir.Ancak unutulmamalıdırki stratejik konuma sahip ülkelerdeki siyasi rejim, görünen boyutlarının ötesinde işlevlere sahiptir.Küresel ve yerel güç odaklarının müdahaleleriyle söz konusu devletlerin kontrolleri, temel politikalarda manipüle edilmeleri siyasi sistemlerin niteliğine göre kolaylaşır ya da zorlaşır.Dolayısıyla demokratik siyasi sistemlerden (Parlamenterizm, Başkanlık veya Yarı Başkanlık) birinden diğerine geçişin ne anlam ifade ettiği ve bu tür tartışmaların zemininden kaydırılmasının arka planını doğru okumamız gerekmektedir.Bunun içinde tarafların manipülatif söylemlerinin gerçeklerle ne kadar örtüştüğünü bilmemiz, siyasal sistemler/rejimler hakkında bilgi sahibi olmamız önemlidir.

Demokratik Siyasal Sistemler

Batı medeniyetindeki siyasal sistemler: Parlamenterizm, Başkanlık ve Yarı Başkanlık olarak üç başlıkta ele alınır.Söz konusu sistemleri, tarihsel süreç içerisindeki gelişim seyrine girmeden kısaca tanımak istersek şunları ifade etmemiz mümkün…

Parlamenterizmin beşiği İngiliz temsili sisteminde, kuvvetler ayrılığı, dolayısıyla kuvvetler arasında hukuken eşitlik ve denge bulunmakla birlikte uygulamada “yürütme” erkinin/organının belirleyiciliği söz konusudur.Bakanlar kurulu/Başbakan, fiiliyatta yalnızca yürütme görevini değil yasama yetkisinide tekeline alabildiği için bu sistem eleştirilere maruz kalmaktadır.Zaten “Çağdaş Parlamenterizm”de, genelde yürütme organının zamanla yasama alanına da fiilen hakim olması ve inisiyatifi ele geçirmesinin bir sonucudur.Yani bu rejimin niteliği, yasama ve yürütme ayrılığına değil, iktidar-muhalefet dengesine dayanmaktadır.Bu niteliğiyle de parlamenter sistem, İngiltere gibi ülkelerde başarı ile uygulanıyor ve sistemin zayıf yönleri o toplumun uzun yıllara dayalı gelenekleriyle dengeleniyor olsa da bu sistemin Türkiye gibi ülkelerde uygulanmasında farklı bir manzara karşımıza çıkmaktadır.

Devrimlerle siyasi bir proje olarak inşa edilen Türkiye Cumhuriyeti(1. Cumhuriyet), tercih ettiği Batılılaşma modeli nedeniyle toplumla bütünleşemediği, tam tersine ;jakoben, tepeden inmeci ve oligarşik yapısıyla daima rejimi kendi halkına karşı koruyucu mekanizmalarla öne çıkmıştır.Hatta, 1961 Anayasa’sı ile birlikte güya daha “özgürlükçü” bir anayasanın hazırlandığı iddialarına karşın bahsekonu yapıda da Cumhurbaşkanı ve “anayasal kurumlar” eliyle devletin kontrolü elinde tutması, rejimi halka karşı koruma ihtiyacı karşılandı.Sonuç itibariyle 1. Cumhuriyet kurulduğu günden bu yana kendine has (“Türk usulü) bir parlamenter sistemle yönetilirken temel kaygı, rejimin topluma karşı korunması, kendilerini sistemin sahibi ve koruyucusu olarak gören aktörlerin siyasal merkezde belirleyici pozisyonlarının daima ellerinde tutulmasıydı…

“Tek Adamlık” ve “Milli Şef” dönemlerinden sonra, değişen dünya koşullarının zorlamasıyla çok partili hayata geçmek zorunda kalan Türkiye’de, militarist eksende inşa edilmiş olan 1. Cumhuriyet, daima vesayetçi yapıların öne çıktığı, iç ve dış dinamiklerin gölgesinde bir rejim olarak belirginleşmiştir.Daha çok darbe anayasalarının çerçevesini çizdiği malum parlamenter sistemde, askerin rejim üzerindeki ağırlığı her zaman hissedilmiştir.Askerle birlikte hareket eden yüksek yargı ve diğer “anayasal kurumlar”, adeta sistemi kendi toplumuna karşı korumada hep tetikte olmuşlardır.Seçilmişlerin/siyasilerin yetkileri sınırlıyken tüm sorumluluk onlara yüklenmiş, atanmışlar, daha doğru bir ifadeyle sistemin sahibi ve koruyucusu kurumlar/odaklar sorumluluk almak yerine olmayan yetkileri “ideolojik” güçleriyle namütenahi kullanagelmişlerdir…

Başkanlık Sistemi’nde ise ABD örneği önemli bir referans olarak kabul edilmiştir.Bu sistemde, yasama ve yürütme organlarının çok daha belirgin ayrılığı söz konusudur.Yasama ve yargı organlarının, demokratik denetim içinde, yürütmenin iktidar olanaklarını güçlendiren bir hükümet şeklidir başkanlık sistemi.Hızlı karar almaya imkan sağlayan bu sistem “Başkanlık hükümeti” sistemi diye de adlandırılmaktadır.Devlet organlarının koordinasyon halinde çalışması için “Kontrol ve Denge”(Check and Balance) sistemi ile yetki ve güç suistimali engellenmeye çalışılır.

Başkanlık Sistemi’nde, hükümet seçilmiş başkan tarafından seçilir ve azledilir.Yasama organı dışında hükümet üyeleri belirlenir.Bu sistemde Başkan’ın halk tarafından seçilmesi, kuvvetler ayrılığının daha derin olması ve başkanlık ve yasama meclisinin iki paralel yapı olarak fonksiyon icra etmeleri, aynı zamanda birbirlerini denetlemeleri, hızlı karar alma mekanizmasını ortaya çıkardığı gibi siyasi istikrar açısındanda avantajlıdır.Ayrıca Başkanlık Sistemi’nin etnik bölünmenin panzehiri olduğu da iddia edilir.Başkanlık Sistemi’nin yukarıda ifade edilen avantajlarının yanısıra diğer sistemlerde olduğu gibi dezavantajları da vardır.Dezavantajların ilk sırasını da, sistem iyi kurgulanmaz, “Kontrol ve Denge” mekanizması iyi işletilemezse bu sistemde de parlamenter sistemde olduğu gibi kendine has vesayet odakları, otoriterleşme temayülleri güçlenir.Keza Başkan ile yasama organı (Meclis)anlaşamazlarsa ortaya çıkan krizin aşılması bu sistemde hiçte kolay değildir…

Bazı çevreler, ısrarla ve kötü niyetle Başkanlık sisteminin zorunlu bir sonucuymuş gibi Federal yapının mahzurlarından söz etmektedirler.Oysa federal yapı başkanlığın bir zorunluluğu değildir.Parlamenter rejimle yönetilen ülkelerde federal yapı olabileceği gibi Başkanlık sisteminde de olabilir.Ve iddia edildiği gibi bu sistem bölünmeye değil, tam tersine bütünleşmeye daha çok hizmet eder.Bu sistemde merkeziyetçiliğin yerine adem-i merkeziyetçiliğin öne çıkıyor olması ise bir dezavantaj olmadığı gibi zaten Türkiye Cumhuriyeti AB sürecinde bu tür bir adem-i merkeziyetçiliği zamanla kabul edeceğini belirtmiş olması da bu tür iddiaları anlamsız kılmaktadır.

Üçüncü bir siyasal sistem olarak Yarı Başkanlık Sistemi’de adeta Başkanlık ve Parlamenterizmin karışımıdır.Devlet Başkanı halk tarafından seçilir.Fakat hükümet Meclisin güvenoyu ile oluşur, güvenoyu olmazsa düşer…

Özetle, ülkelerin şartları ve ihtiyaçlarına göre oluşmuş, Fransa’da olduğu gibi zamanla değiştirilebilen üç demokratik siyasal sistem/yönetim biçimi sözkonusudur.Bu sistemlerin kendilerine has mantıkları, kabulleri ve öncelikleri vardır.Her üçünde de yasama ve yürütmenin sağlıklı denetlenebilirliği çok önemlidir.Aksi takdirde sistemden beklenilen sonuç elde edilmeyeceği gibi ciddi krizlerin gündeme gelmeside kaçınılmazdır.

Yeni Türkiye Sözleşmesi ve Sistem Tartışmaları…

Hatırlanacağı gibi geçmiş yıllarda sistem tartışmaları, yürütmenin vesayet odaklarının denetiminden/kontrolünden kurtarılması, seçilmişlerin daraltılan hareket alanlarının genişletilmesi amacıyla gündeme getirilirdi.Yani paradigma/model değişikliğinin gerektirdiği daha köklü gerekçeler dile getirilmez, konunun etrafından dolaşılırdı.Ancak değişen bölge ve dünya dengeleri Türkiye’nin konumu ve misyonunu değiştirdiği gibi küresel sisteme entegrasyonu konusunda da güçlü adımları beraberinde getirmiştir.Dolayısıyla yaşanan süreç sonrasında Yeni Türkiye’de yürütmenin imkanlarının arttırılması, daha hızlı karar veren, kontrol ve denge mekanizmaları kurgulanmış bir siyasal sisteme ihtiyacı doğurmuştur.

Bu bağlamda 2. Cumhuriyet’i/Yeni Türkiye’yi inşa sürecinin önemli siyasi aktörü AK Parti/AKP’nin “Yeni Türkiye Sözleşmesi” ya da yeni anayasa arayışının ilkesel boyutlarının özetlendiği bir metin Laik Demokratik Cumhuriyet’in geldiği aşamayı yansıtmasının yanında sistem tartışmalarının asıl zeminini de ortaya koyan bir niteliğe sahiptir…

Her zaman olduğu gibi Batı düşüncesini referans alan (Ahmet Davutoğlu’nun bizzat kaleme aldığı belirtilen) Yeni Türkiye Sözleşmesi, 100 maddelik bir metin.Adeta Cumhuriyet’in esaslarını, devamlılığını ve üzerinde yükseleceği temel esaslarının dile getirildiği bahse konu metne fazla detaya girmeden göz attığımızda bazı ibarelerin yanısıra altı çizilen hususları dikkatinize sunmak yararlı olacaktır…

“Yeni Türkiye, Cumhuriyetimizin 100. yılına yürürken insana, zamana, mekana hakkıyla hitap eden kapsayıcı bir yenilenmenin ve süreklilik içinde yeniden inşa sürecinin eseri olacaktır.”…

Tarihi derinliğe ve kültürel vasata sık sık vurgu yapılan bu metinde, “eşit vatandaşlık” ilkesinin çağdaş siyasal meşruiyetin temeli olduğu ve bu esasın hiçbir surette, hiçbir gerekçe ile zayıflatılamayacağının altı güçlü bir şekilde çizilmektedir.Bu çerçevede, 1. Cumhuriyet’in militarist niteliğinin ortaya çıkardığı krizler ve müdahelelere vurgu yapılarak ‘sivil anayasa’ ile yönetmenin gereği hatırlatılarak meşruiyetini milletten almayan ve milletin denetimine açık olmayan hiçbir gücün egemenliğinin kabul edilemeyeceğinin altı çizilmektedir…

Keza güçler ayrılığının önemi belirtilerek anayasal düzende, milli irade perspektifiyle denetlenemeyen hiçbir güç olamayacağı kesin bir dille bir kez daha açıkça ifade edilmektedir.İdari yapının ve yürütme erkindeki yetki karmaşasınada dikkat çekilerek yürütmedeki yetki-sorumluluk dengesinin tereddüde yer bırakmayacak şekilde belirlenmesi ve yönetimdeki etkinlik ve hesap verilebilirlik ilkesinin önemi güçlü bir şekilde hatırlatılmaktadır…

Demokratikleşme süreciyle ekonomik kalkınma arasında güçlü bir bağ kurulan metinde, Türkiye ekonomisinin geldiği seviye ve bu durumun derinliştirilerek güçlendirilmesi ve dünya devleti hedefi de vurgulanmaktadır.Bu bağlamda Asya, Avrupa ve Afrika kıtalarının merkezinde ve önemli denizlerin, ekonomik havzaların keşif hattındaki Yeni Türkiye’nin jeostratejik avantajları, bu avantajların enerji, tarım ve ticaret stratejileri çerçevesinde etkin bir şekilde değerlendirilmesinin gereği öne çıkarılmaktadır.Kadim İpek Yolu ve enerji hatlarına vurgu yapılarak geçiş yolu üzerindeki Yeni Türkiye’nin üstlenebileceği rol ve bunun ortaya çıkaracağı başta ekonomik olarak karşılıklı bağımlılığın bölgesel barış alanları oluşturma potansiyeli dikkatlere sunulmaktadır…

Yeni Türkiye’nin dış politikasının tarihi ve stratejik derinliğe dayalı olarak yürütülmeye devam edileceği, ekonomik hedeflerede ulşılmasıyla Yeni Türkiye’nin uluslararası alanda güçlü bir yer edineceği vizyonu ortaya konulmaktadır.Bu çerçevede uluslararası kurumlarla olan üyelik ve ittifak ilişkilerinin uluslararası barış ve istikrara katkıda bulunacak yönde değerlendirileceği ve AB’ne üyelik yönündeki stratejik hedefin korunduğu hususların altı çizilmektedir.Yani Yeni Türkiye’nin, yeni konumu ve misyonu gereği “yumuşak gücü” ile ön plana çıkacağı, küresel sisteme yönelik “sistem-içi” eleştirileri ve uluslararası sistemle ilgili reform taleplerinin sistemin kendi mantığı içinde kalınarak yapılmaya devam edileceği anlamak isteyenlere çok açık bir dille ifade edilmektedir.

Sonuç itibariyle değişen dünya ve bölge dengelerinin hızla güçlendirdiği Yeni Türkiye’deki Başkanlık/demokratik siyasal sistem tartışmalarının arkaplanını doğru okuyabilmek, tarafların duruşlarını anlamlandırabilmek için Türkiye’nin modernleşme/Batılılaşma projesinde karşılıklı mücadele eden paradigmaları ve yöntemleri iyi bilmek gerekmektedir.Söz konusu modernleşme modellerinin taraflarını iç ve dış bağlantılarıyla sistem içindeki pozisyonlarını göz önünde tutmak lazımdır…

Radikal laiklik eksenindeki Militarist Cumhuriyet’in (1. Cumhuriyet/Eski Türkiye) miadını doldurduğunu, Türkiye ve bölge coğrafyasının yeniden inşası sürecinde eski modelin yerine ikame edilmek istenen yeni paradigma konusunda ortada zımni bir mutabakat olsada uygulamada bazı sorunlar yaşanmaktadır.Yeniden inşa sürecinde stratejik farklılıklar ve bunların ortaya çıkardığı güç ve çıkar çatışmaları insanımızı maalesef yanıltmaktadır.Manipülatif ve algı yönetimi teknikleriyle gündeme düşen bilgilerin de insanımızda kafa karışıklığı oluşturması kaçınılmaz bir sonuç olarak karşımıza çıkmaktadır.İnsanların çoğunun yüzeysel yaklaşımları, olgular ve gelişmelerin arkaplanını, görünmeyen yüzünü ise merak etmemeleri ise söz konusu “sistem-içi” mücadelenin taraflarını ve bunların uluslararası uzantılarını ve gerçek amaçlarını ıskalamalarına neden olmaktadır…

Bu bağlamda sistem içindeki siyasal sistem tartışmalarına yaklaştığımızda, asıl mücadelenin demokratik siyasal rejimlerden hangisinin daha efektif, Türkiye’nin yararına olacağı çerçevesinde olmadığı çok net görülecektir.Kavganın, tartışmanın temelinde/arkaplanında Türkiye Cumhuriyeti’nin hangi modelle yönetileceği, bunun ortaya çıkaracağı “vatandaş” profilinin nasıl olacağı ve tarafların sistem-içi pozisyonlarını koruyup koruyamamalarının yanı sıra yeni konum ve misyon sahiplerinin hedeflerinin ne olduğudur.Tıpkı bu sürecin başlarında yapılan laiklik tartışmaları gibi…

Hiç şüphe duyulmasın ki düşünsel ve siyasal duruşları net ve referansları konusunda tereddütleri olmayan insanımızın bu gerçekliği görmeleri zor değildir.Ancak (bazıları rahatsız olsalarda uyarmakta yarar var) kafası karışık olanların bu “sistem-içi” tartışmayı Müslümanların gündemine taşırken kullandıkları dil, hiçte hayra alamet değildir.Çeldiricidir, aldatıcıdır, insanımızın maruz kaldığı kaba zulmü gösterip zulmün asıl kaynağı olan ilkesel ve yöntemsel sapmayı gizleyen bir dildir bu.

 

Daha Fazla

İlgili Makaleler

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir