
Bu Hale Nasıl Geldik
İslam dini kendisine iman edenlere emanettir. O’na iman edenler düşen, onun yalın ve berrak ve saf halini korumak ve öylece insanlara ulaştırmaktır.
Arap yarımadasından doğup kısa bir süre içerisinde hızlı bir şekilde dünyaya yayılmaya başlan bu din, yine aynı hızla özünden uzaklaşmaya başlamıştır Muhammed as vefatından kısa bir süre sonra ortaya çıkan iktidar kavgaları, hizipleşmeler, siyasal olarak mezheplerin doğmasıyla, İslam toplumunu çok farlı fraksiyonlara ayırmış, grupçuluğun ve mezhepçiliğin pençesinde bugün içinde bulunduğumuz perişan bir duruma sürüklemiştir. Diğer taraftan fütuhatlarla toprakları genişleyen ve genişledikçe de O’nu uygulayanların zaafları, çıkar ve asabiyet düşkünlükleri, O menbağın saflığını ve berraklığını koruyamayıp toplumların cehaletinin gölgesinde tanınmaz hala getirildiğinin tarihi şahitleriyiz… ve bugün, İslam olduklarını iddia eden toplumlar, bu “sorunlu tarihimizi” toptan kabullenişi aynı hataların sürdürülmesine de sebebiyet vermektedir.
Bu tarihi toptan kabulleniş insanımızı şöyle bir yanılsamaya sevk etmektedir; kendilerini İslam ile tavsif edenlerin, içine düştüğü en temel hata, İslam ile Müslümanlık tarihini aynı sanmalarıdır! Bu korkunç bir yanılgı ve aziz İslam’a yapılacak en büyük haksızlıktır. Çünkü fetih edilen yerlerde yaşayan insanlar, bir anda İslam’ı kabullenip müslim olmadılar belirli bir süreç sonunda kabullenenler, bu dine girerken dini bütün saflığı ile Kur’an dan öğrenemediler (bunun birçok nedeni var ama en önemlisi Arapça bilmeyişleri idi). Tam öğrenilmeyen din hayatın bütün yönlerine aksettirilemedi, dolaysıyla eksik kaldığını zannettikleri yerleri örflerinden ve eski dinlerinden ikmal ettiler, daha sonraki nesiller bu ikmal edilenleri de dinden saydılar ve ‘bu habis urlar’ bugüne kadar dinden bir unsurmuş gibi yaşayıp geldi; İran’ın Zerdüştlüğünden, Hindin mistisizminden, Yunanın felsefesinden, Türklerin Şamanizminden… herkes İslam’a bir şeyler ekledi ve bunların “temiz İslam gölüne” akmasına ne yazık ki bazı iktidarlarda teşnelik ettiler…
İslam ortaya çıktığı ilk yıllarında, bu dini kabullenmeyenlere anlatılıyor ve davet ediliyordu. Bugün ise, bende İslam dinindenim diyenleri, İslam’a (Kur’an’a) dâvet etmek zorunda kalıyoruz!
Çünkü, İslam dediğinizde insanların size ilk sordukları soru “hangi İslam”? Oluyor.
Bizim bu ‘hangi İslam’ı anlata bilmeniz için tarihte uzun bir yolculuk yapmamız gerekmektedir ki, meramınızı (O saf İslam’ı) ortaya koyabilmelisiniz. Yani, Muhammed as sonra bugüne uzanan o çizgiyi silip en baş noktaya varmamız gerekmektedir. Bu şuna benzer; yazılmış bir kâğıdın üzerindeki yazıyı silip yeniden yazmak gibi bir şeydir. Ne kadar silseniz de illaki karartının isleri kalmaktadır. Yani işimiz biraz daha zor demektir.
Bugün İslam âleminde yaşanılan hayat şekli/din, Kur’an’dan kaynaklanan/referanslı din değildir. Daha net söylersek Kur’an’sız bir din var. Kur’an dilimizde var Arapça okuyor ve ezberliyoruz ama O’nun öngördüğü insan modeli şekillenmiyor. Dolaysıyla Kur’an mahcur bırakılmış, devre dışı kalmış, öngördüğü hayat şekli dikkate alınmadan bir yaşam sürdürülmekte; yemeden içmeye, giyimden kuşama, bireyden kamusala, ekonomiden siyasete… Kur’an hayatımızda söz sahibi değil. O camide okunur, cenazede okunur, mevlitte okunur, şifa için okunur, sevap kazanmak için okunur… ama hayta aktarmak, Allah’ın istediği gibi kul olmak için okunmaz. Dolaysıyla yaşamdan kopartılan din için vicdanlar ve mabetler dışında bir alan kalmamıştır. Dinin mistik bir alanda kalmaya zorlanması ile ‘Müslümanlar’ mukaddes gayeden hayli uzağa düşmüş durumdalar…
İslam en son ve en mükemmel din olduğuna göre, mensupları neden yüzlerce yıldır geriliğin, ezikliğin, zilletin ve rezil oluşun girdabından kurtulamıyor?
Bize göre öncelikle, müslim olduğunu iddia edenler Allah’a tam teslim olmamışlar, onun içindir ki, Allah’ın şekillendirdiği insan modeli yok denecek kadar az. Ama Allah’ın dinini teslim almış kendilerince şekillendirmiş! Çok insan var. Halbuki, bu dinin sahibi Allah, bizler emanetçisi idik, bu manada bizler emaneti zimmetimize geçirmek suretiyle de emanete hıyanet etmiş hain durumdayız. Allah’a ve O’nun dinine bihakkın teslim olamayışımızın eseri ortadadır. Bunun ispatı olarak Müslümanım diyenlerin yaşadığı coğrafyasına bakmak kafidir…
Günümüzün Müslüman toplumları, geleneksel İslam kültür mirasını taklitten bir türlü kurtulamadıkları için ne yazık ki özgür ve özgün şahsiyetlerin yetişmesini bir türlü gerçekleştiremiyoruz. Bu mukallitlik, toplumları daha da içine kapatarak hem dinin insana sağladığı özgürlük alanını daraltmış, hem de dini otoriter yönetimlerin manipülasyona ve kullanımına açık hale getirmiştir.
Bizler müslimler olarak bu dinin bizden istediği, insan prototipini oluşturamadığımız gibi o insanların meydana getirdiği, cemaat/organize topluluk olmayı da bir türlü başaramıyoruz, hatta bunun için gündem oluşturup adımlar dahi atmıyoruz.
Cemaat; herhangi bir kulübün taraftarlarının bir araya getirildiği yığınlar topluluğu değildir, cemaat olmak, bir tarafından girilip öbür tarafından çıkılan iki kapılı han da değildir, asabiyetin, coğrafyanın, ırkın ve herhangi bir organizasyonun bir araya getirdiği öbekleşmekte değildir, belirli zamanlarda bir araya gelip hoş vakit geçirip, bir dahaki buluşmada görüşürüz demekte değildir, bazı şartların bir araya getirdiği topluluk da değildir…
Lugatta Cemaat: toplamak, birleşmek manasına gelir. Herhangi bir amaç uğruna toplanan topluluğa cemaat denir. Bu topluluğun iyi veya kötü, doğru veya yanlış olması lugat olarak cemaat diye isimlendirilmesine engel değildir.
İslami Cemaat; Tevhidi temel üzerinde, hedef ve gaye birlikteliği olan, belirli ilkeler doğrultusunda bir araya gelen ve hareket eden, sorumluluk bilincine sahip, birbirine kenetlenmiş, külfetleri paylaşan, birimiz hepimiz hepimiz birimiz anlayışında, birbirinin derdiyle derlenen, sapmalara karşı sürekli uyaran, hak ve hakikati önceleyen, davayı her şeyden önce tutan, azimli, fedakâr ve dinde kardeş oluşmuş yapının adıdır.
Bir cemaatin, İslami olabilmesi için onun İslam’ın temel ilkelerine ne kadar uyduğuna bağlıdır. Bu kavram da diğer kavramlarımız gibi içerisi boşaltılıp farklı anlam ve mecralarda kullanımından dolayı olumsuz ve farklı manalar çağrıştırmasına sebebiyet vermiştir. Bizler bu kavramı da aslına rücu ettirmekle yükümlüyüz. Dolaysıyla bütün kavramlarımıza sahip çıkmak ve asli mecrasını döndürmemiz gerekmektedir. Çünkü kavramlar doğru anlaşılmadın, İslam da doğru anlaşılmaz…
İslami cemaat, tevhidi düşüncenin şekillendirdiği, ilkelerinin de bu düşünceden neşet eden hiyerarşik yapısı olan, düzenli ve organize olmuş bir yapıdır. Cemaat namazı bunun en güzel örnekliğini uygulamalı göstergesidir: (Mü’minler içlerinden seçtikleri birinin arkasında yan yana, intizamlı bir şekilde dizilmeleri, makam, mevki, rütbe, asabiyetin ortadan kaldığı, imamın komutlarıyla huşu içerisinde aynı hareketi hep birlikte aynı anda tek komutla yapan, imam hata ettiğinde “Sübhan Allah” diyerek düzelten…)
İslam, kendisine iman edenleri şuurlu ve bilinçli bir toplum/cemaat olarak yetiştirmek istiyor.
İslami cemaat, Allah’ın rızasını kazanmak için bir araya gelen, ortak inanç ve amaçlara sahip, organize olmuş Müslüm topluluğunu ifade eder. Bu yapı aynı zamanda bireylerinden ‘şartlı itaat’ isteyen; “Masiyette kula itaat yoktur” ilkesini getirmiştir. Allah’a isyan etmeyi emreden bir kişi ve kuruma itaat etmemek gerektiği anlamına gelir. Bu, İslam’da temel bir ilkedir; zira yaratıcıya isyan söz konusu olduğunda, hiçbir yaratılmışa itaat edilmez. Allah’a karşı isyan niteliği kesin olan emirlerde itaat etmemek vaciptir.
Bizler bu konuda da tezeneyi doğru tutmada sorunluyuz; ya her şeyimizle teslim oluyor (gassalın elindeki ölü gibi) hiçbir şeye itiraz etmiyoruz, ya da hiç takmıyoruz veya da itaatsizliğimize kendimizce gerekçeler/bahaneler üretiyoruz. Bu işin bilincinde olan, birkaç kitap okuyanımız, biraz bir şey bilenlerimiz de kendini “onbaşı” olarak gördüğünden “er” olmayı kabul etmeyip “bende varım” demesi sonucu, ne cemaati idare eden nede idare olunanlar organik yapıya intizam verilmesinde müşküller yaşatılmaktadır.
Halbuki, burada dikkat edilmesi gereken kendi görüşlerimizden ziyade öncelenmesi gereken “DAVA” olmalıdır. Muhalif olduğumuz konu her ne ise onu daha farklı ortamlarda istişare ederek dillendirmek, fikrimizi delilleriyle ortaya koymak, en doğal hakkımızdır. Ama dışarıya karşı, yapıya zarar verici her türlü söylem ve hareketten uzak durmak, elbette en doğru davranış olacaktır.
Diğer bir hastalığımız da enaniyetimizin yüksek oluşudur; kişinin sahip olduğu özelliklerin kendisinden olduğunu zannetmesi ve bununla gurur, bencillik ve kibirlenmesidir. Bu hastalık az veya çok her insanda vardır. Bu hastalığın farkında olup da gereğini yapanlar kendini ıslah edenler ise çok azdır. Bu hastalık tedavi edilmez ise başaklarına da bulaşır ve yapı içerisinde kronik hal alır klikleşmeye gidilebilir.
Kendini İslam ile tavsif edenlerin, zelil, rüsvay ve perişan halde oluşumuzun en büyük nedeni İslam’ın bizden istediği manada devlet olmadan önce onun alt yapısı olan cemaat olmayı başaramayışımızdan kaynaklanmaktadır.
Bizler, klik olduk, gurup olduk, bir yerlerde öbekleşip şucu/bucu/falancı olduk, vakıf olduk, dernek olduk, parti olduk… ama ne yazık ki, cemaat olamadık. Vesselam



