Yazılar

Bu Rüzgar Nereden Esiyor

Yer küre yaratılıp yörüngesine oturtulduğu günden beri, kendi ekseninde dönmeye başlamıştır. Döndüğü eksenin, izlediği yörüngenin getirip dayattığı şartlar gereği, nice rüzgârlara, nice karlı kışlı tufanlara maruz kalmıştır. Ancak bizim kastımız tabiatın cereyan eden yasalarının gereği olarak esen rüzgârlardan bahsetmek değil; daha ziyade İnsanların Allah’a rağmen yeryüzü ilahlığına soyunarak toplumlar üzerinde estirmeye çalıştıkları rüzgârlardan bahsetmektir. Ancak yapılan icraatın rüzgâra benzetilmesinin sebebi, birinin tabiat üzerinde yapmış olduğu icraatı, diğerinin toplumlar üzerinde yapıyor olmasındandır. Doğal olarak esen rüzgârlar için Rabbimiz şöyle buyuruyor:

“Biz rüzgârları aşılayıcı olarak gönderdik ve gökten bir su indirip sizi onunla suladık. O suyu hazinelerde tutan da siz değilsiniz.” (Hicr 15/22)

Aynı zamanda bu rüzgârların bir başka fonksiyonundan da bahsedilmektedir:

“Rüzgârları rahmetinin önünde müjdeci olarak gönderen ve gökten tertemiz bir su indiren de o’dur.” “Onunla ölü bir beldeyi (toprağı) canlandırmak ve yarattığımız hayvanlardan ve insanlardan birçoğunu onunla sulamak için.”(Furkan 25/48-49)

Ayetlerde bahsedildiği gibi toplumsal anlamda estirilen rüzgârlar da kaynağına ve estiği yöne göre toplumları etkilemiş, aşılamış, değiştirip dönüştürmüştür. Bir zamanlar Anadolu için “doğudan” esen İslam rüzgârı, bu topluma büyük bir müjde olmuş, toplumu değiştirip dönüştürmüş, düşmanlıkları dostluğa, ayrılıkları birliğe, inananları kardeşliğe, süfli emelleri ulvi anlayışlara, bencillikleri diğer gamlığa ve zillette olanları şereflendirip izzete ulaştırmıştır. Öyle ki bu toplumu yeryüzüne hükmeden hatırı sayılır bir güce ulaştırmıştı. Medine’den esen bu rüzgâr, çok kısa bir zamanda Bizans ve Sasani imparatorluğunu önüne katarak Orta Asya’ya, Anadolu’ya, Avrupa ve Afrika’ya ulaşmıştı. İslam rüzgârıyla aşılanmış, Allah’ın rahmet yağmuruyla hayat bulmuş ve nusratıyla üç kıtaya hükmetmeye muvaffak olmuşlardı. Ancak zirveye ulaşıldığında orada kalabilmek için elde edilen başarının sarhoşu olmadan, üzerine aldığı sorumluluğun hakkını vermek, hakkın kabzasını sıkı kavramak gerekirdi.  Bu makamda kalmanın sırrı, bu noktaya ulaşmak için çalışıldığından daha fazla çalışmak, uyanık olmak, rehavete kapılmadan daima “kıyamda” olmaktır ki, hâkimiyete halel gelmesin.

Fakat her zaman olduğu gibi yine tarih tekerrür etti kudret kuşu kafesten uçtu. Bu defa da rüzgâr batıdan esmeye başladı. Özellikle 1789 Fransız ihtilalından sonra daha bir hız kazanan etnik ayrımcılık, dini hayatın dışına iterek insanı hayatın merkezine alan pozitif anlayış, ulus devlet anlayışını doğurdu. Sanayi devrimini tamamlamış coğrafi keşiflerle yeni sömürgeler edinmiş olan Avrupa, imparatorlukları parçalayıp, enerji kaynaklarına ulaşmak ve yeni sömürgeler edinmek için I. Dünya savaşını çıkarmışlardı. Bu savaşlar genellikle İslam topraklarında yapılmış, Osmanlı tarihe karışmış ve bakiyesi üzerinde 40 küsür devlet kurulmuştu. Bu devletlerin sınırları İngiliz ve Fransızların kendi aralarında vardıkları gizli anlaşmayla (Sykes Picot = Saykıs Paykıt ile) çizilmişti. Oluşturulan bu devletler sadece bu topraklarda esas efendilerinin menfaatlerini korumak için kurulmuştu. Başlarına getirilen İdareciler, kendi halkını müstemleke halkları gibi görüyor ve çok despot yöntemlerle yönetiyorlardı. Türkiye de dâhil tüm Ortadoğu, kuzey Afrika, Orta Asya, Hindistan ve uzak doğu halklarının durumu böyle idi. Her on yılda bir yapılan ihtilaller, balans ayarları ve muhtıralar hafızalardan silinmiş değildir.

Şimdilerde köprülerin altından çok sular akmasına rağmen pek çok ulus devletin durumu hala aynı minval üzere devam etmektedir. Son yıllarda yapılan Turuncu Devrimler ve Arap Baharı namıyla gündeme konulan “Genişletilmiş Orta Doğu projesi” ile başlatılan hareket; yeni bir paylaşım planından başka bir şey değildir. Dünyada değişen güç dengelerinin dünyadaki para akışının yönünü değiştirmek ve enerji kaynaklarına sahip olmak için başlatılan savaş, Afganistan, Irak, Suriye ve Libya ve doğu Akdeniz merkezli bölgede yeni keşfedilen zengin gaz rezervinin bulunmuş olması da işin içine girince durum daha da değişti. Bölgede yeni paylaşımların yapılması kaçınılmaz oldu. Şimdi sürdürülen savaş, enerji koridorlarının oluşturulması ve kimlerin denetiminde olacağı meselesi yanında; Batının ön karakolu olan İsrail’in “güvenliği” meselesi de göz ardı edilmemesi gereken bir konudur. Bunun daha açık bir ifadesi, Eski Eksen ile Yeni Eksen’in hâkimiyet kavgasıdır. Bu kavga bizim topraklarımızda ve bizim insanımızın eliyle yaptırılmaktadır. Akan kan Müslüman kanı, yağmalanan değerlerler Müslümanların malı, yağmacılar ise eskisiyle yenisiyle batının güç odaklarıdır. Bu oyunu kuranlar bu topraklara girebilmek için toplumların yumuşak karnını kullanarak halkı etnik kökenlerine, anlayış farklılıklarına göre, ya da dillerine, renklerine göre guruplara ayırarak zayıflatıyorlar. Sonra küresel güç odakları bunlar üzerinden çıkarlarını korumak veya elde etmek için her biri bir gurubu kullanarak savaşlarını sürdürüyorlar. Kimin tarafı galip gelirse orada aslan payını kazanan bu güç odakları olurken; yerli işbirlikçilerini de orada” iktidar” ederek çıkarlarını onların eliyle koruma altına almış oluyorlar.  Böylece,  işbirlikçilerini / kendilerine sadık halkına en büyük ihaneti yapanları da böyle “ödüllendirmiş” oluyorlar. Tâki yeni bir durum ortaya çıkıncaya kadar. Eğer yeni bir hesapları olursa bu defa o “sadık adamlarını” diktatör, hain ilan ederek bertaraf ederken,  yerine yenisini kahraman edasıyla getirip oturtuyorlar. Bunu görmek için fazla mesaiye gerek yok. Afganistan, Fas, Tunus Cezayir, Libya, Mısır, Irak gibi ülkeler henüz dumanı üzerinde en taze örnekleridir. Biraz bayatlamış olanlarını anlatmaya gerek yok sanırım. Çünkü bu konuda yeterince örneklerini görerek tecrübe sahibi olduğumuzu düşünüyorum.

Şimdi biz Müslümanların bu durumda ne yapmamız gerektiği konusuna gelince ki meselenin önemli kısmı burasıdır. Öncelikle bu savaşın kimin savaşı olduğunu bilmek konuyu doğru anlamak işin en önemli kısmı olacaktır. Bölge insanını manipüle ederek küresel güçlerin çıkar kavgalarını bizim bölgemizde ve bizim elimizle yaptırdıklarını bilerek bu oyunlara alet olmaktan uzak durmak için ne gerekiyorsa yapmak zorunda olduğumuzu idrak etmemiz gerekmektedir. Elbette her toplumun içinde bu insanların kendi ideallerine hizmet edecek taraftarları olduğu gibi acil durumlarda bölgeye seferber ettikleri geçici ajanlarının da halkı sokağa dökmek için seferber olduklarını biliyor ve görüyoruz. Bunlara halk rağbet etmediği sürece asla umduklarını bulamayacaklardır. Bizim yapmamız gereken de, bu halkı doğru bilgilendirmek ve bu tür provokasyonlara karşı bilinçlendirmek olmalıdır. Her şeyden önce etnik veya mezhepsel ayrılıkları din ve inanç birliği içerisinde addederek birlikte yaşamak ve birlikte ölmenin kesin bir öneme sahip olduğunu hücrelerimize kadar anlamak ve anlatmak zorunda olduğumuzun idraki içinde olmalıyız. En az batılıların çıkar odaklı birleştikleri kadar bizler de inanç odaklı birleşmeyi becermek zorundayız.

Batı Müslümanların yumuşak karnını kullanarak hem halkı Müslüman olan ülkelerde hem de Avrupa ve Amerika’da ürettikleri “radikal örgütler” vasıtasıyla eğitip yetiştirdikleri bir şeyden haberi olmayan saf temiz Müslümanların evlatlarını kullanarak bu işi yaptıklarını görmek bilmek zorundayız. Bu konuların nasıl olduğu bir istihbaratçının dilinden şöyle ifade ediliyordu: “Hiçbir terör örgütü servissiz, hiçbir servis de terör örgütsüz olmaz. Servisler pis işlerini örgütler eliyle yaptırırlar; sonrada gidip eliyle koymuş gibi failleri yakalarlar” demişti.  Hiçbir batılı, hayat anlayışının gereği olarak ölüme gitmez. Bunun için batı bu işlerde Müslüman dublör kullanıyor. Bu güne kadar halkı Müslüman olan coğrafyada “Radikal” denilen örgüt ve cemaatlerin yapmış olduğu savaşlar kendi zihin dünyalarının ürünü olmamıştır. Batıl Batı, oluşturduğu projelerini “El Kaide, IŞİD, BOKO HARAM, gibi paravan örgütler eliyle hayata geçirmekte; sonra da bu örgütler eliyle İslam’ı tukaka ve terörüs olarak göstermeye çalışmaktadır. İşte bu sebeple batıdan esen bu rüzgârların anaforuna kapılmadan kendi evlatlarımıza, kendi halkımıza ve kendi değerlerimize sahip çıkmak için bütün gayretimizle kendi insanımızı uyarmak zorundayız ve yarınlarımız için buna mecburuz.

Daha Fazla

İlgili Makaleler

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir