GenelYazarlardanYazılar

Edebiyata Dair Bazı Mülahazalar

Yakın tarihe baktığımızda ülkedeki fikir hareketlerinin öncülerinin edebiyatçılar, özellikle de şairler olduğunu görüyoruz. Mehmet Akif-Tevfik Fikret, Necip Fazıl-Nazım Hikmet gibi şairler çeşitli fikir cereyanlarının en önde görünen isimleri oldular. Bu çetin görev neden şairlere düşüyor?

Bizde gelenekten kaynaklanan bazı hususlar mevcut. Çünkü bizde şairi “mürşid” gibi görme tarzı eskiye dayanır. Divan şiirinde var bu. Özellikle tasavvufi şiirde. Bilindiği üzeretasavvuf, neticede bir öğretiye dayanır ve bu dini pratik ve teorik bütünün, muhataplarına tebliği ve talimi gerektir. Şiir ise bu noktada önemli bir araçtır. Bu itibarla mutasavvıf şair, aynı zamanda mürebbi, mürşid görevi de görmektedir. Aslında bu misyon, modern tarza bürünerek, elbette çok farklı bir içerikle Tanzimat’tan sonra da devam ediyor. Bu dönemden itibaren, şairlerin çoğu, topluma siyasi, sosyal bir şekil vermek gibi önemli fikri bir misyonu da yüklenmişlerdir. Niçin böyle? Şark, şiirle anlatmayı seviyor, şiirle inşa etmeyi seviyor, belki de ondan. Sonra şairlerde hep bir “muallim”lik, “hoca”lık, “üstad”lık buluyor. Edebiyat tarihlerimize bir göz gezdirseniz, şairlerimizin çoğu için, örneğin “Üstad Mehmed Akif, ÜstadEkrem, Üstad Hâmid, Muallim Naci, Hace-i Evvel Ahmet Midhat Efendi, tabii ki Üstad Necip Fazıl gibi payeler verildiğini görürsünüz.

Üstatlıkları evvela sözün gücünden, retorikten. Çünkü söz, çok etkili bir güç. Bunu baştan kabul edelim. Sözün kendisi, yıkmak veya inşa etmekte, kitleleri harekete geçirmekte etkili. Bu büyük avantajla, siyasette de, sosyal hayatta da öne çıkıyor söz ustaları. Çünkü, fikir, sözle kuruluyor. sosyal, siyasal yapıların kaynağında önce fikir var; dolayısıyla söz var. Bu itibarla genelde fikir hareketleri, siyasal hareketler de edebiyat yoluyla yayılıyor, sonra mücessem kanunlara, kurumlara dönüşüyor. Milli Edebiyata bakınız. Ulus-devletin inşasında, Ziya Gökalp başta olmak üzere, Ömer Seyfettin’in, Genç Kalemler dergisinin etkisi büyük. Hatta şunu da rahatlıkla söyleyebiliriz, Osmanlıdan sonra yeni bir “millet”, “devlet” tanımının anayasaya yerleşmesinde onların fikirlerinin büyük payı var.

Konunun bir başka boyutuna geçeceğiz ama, sonra, şairlertarihten bu yana korkulan insanlardır. Gaiple ilişki kurduklarına inanılan insanlar. Platon’un şairleri siteden sürgün etmesinin arkasında biraz da bu vardır. Şamanları daunutmayalım, onlar da gaible temas kurduklarına inanılan bir tür şairdiler. Ama şurası bir gerçek, dünya, toplumsal organizasyonlar, siyasal/sosyal yapılar, önce sanat yoluyla tasavvur ediliyor, siyasetçiler ise bunu pratize ediyorlar modern dünyada. Kısacası, kültürsüz, kültür olmadan devlet olmuyor, toplum olmuyor. Yani sadece “mühendis” veya salt “siyaset” kafasıyla bir medeniyet inşa edilmiyor, madde ile terakki edilmiyor yalnızca.

Şark(Doğu) hülyayı, meçhullerle meşgul olmayı seviyor. Retoriği, sözle, musiki ile mest olmayı seviyor. Ama modern dünyada hülya adamına yer yok. Bize hem şair, hem mütefekkir, hem alim adamlar lazım.

Mühendislerin, pozitif bilimle uğraşanların çoğunun ilim, irfan, sanat, fikirle alakası yok, memleketinin kültüründen bihaber, şuarâ ve üdebânın çoğu da okur avlama ve çilesizşöhret peşinde. Heyecanlı, mübalağalı söz ustalarının, ama cehdsiz, ama kendi tarihsel derinliklerinden bihaber müteşairlerin peşinde, ne yüksek bir fikir hareketi, ne de yüksek nezih bir estetik zevk çıkar.

Üstat denilen yazarlar devletle ters düşen eserler verselerdi yine üstat olarak anılabilirler miydi yoksa verdikleri edebi eserlere göre mi üstat olurlardı?

Edebiyatta üstadlık, devletin verdiği bir paye değil! Bu bir toplumsal düzey meselesi. Ama iktidarın “üstad”lık payesine çıkardığı, -kimi itelemelerle, teşvik ve imkanlarla tabi- şairler de var. Türkiye’ye genel olarak bir bak bakalım, kimler çok tanıtılıyor, kimler sürekli reklam ediliyor? O da ayrı mesele. Türk modernleşmesi, kendi safında olan şuarâ ve üdebâya hep iltifat etmiştir, edebiyat tarihlerinde ilk sıraları ve üstelik geniş süslü salonları onlara tahsis etmiştir, ders kitaplarında onlara yer verilir. Örneğin Şinasi, Namık Kemal, Recaizade Mahmut Ekrem, Abdülhak Hamid, Tevfik Fikret… Bütün bu saydığım isimler, Osmanlı modernleşmesine destek vermiş isimlerdi. Modernleşmenin egemen olduğu bir devlette, dolayısıyla hep “yeni” diye takdim edildiler, iltifat gördüler. Öte yandan buna pek uymayanlar, uyamayanlar, örneğin Muallim Naci gibi, sarığıyla bile edebiyat tarihlerine malzeme oldular ve edebiyat tarihlerinde kendilerine “eski”cilik makamı takdir edildi. Akif’in talihinde de onun kadar olmasa da bu vardır. Türk modernleşmesi de üstadlık geleneğini modern taktiklerle sürdürdü. Bir de buna karşılık, muhalif ötelenmiş bir kesimin kendisine üstat edindiği – iktidara karşı tepkilerini cesurca dile getirdiği için- şairler de var tabii ki! Örneğin Necip Fazıl.

Üstatlar eleştirilemez insanlar mı? Onlar dokunulmaz mı? Fikirleri, şiirleri ölçülüp tartılmalı mı?

Üstatlar her şeyi doğru mu yaparlar? Bizde bu önemli bir sorun. Çünkü “mürid”ler bu şiir üstatlarını aynı zamanda toplumsal kurtarıcı gibi de görüyorlar. Şeyh uçmaz, müriduçurur gibi. Burada asıl sorun, sanat çevresi, toplumsal düzey. Güzeli çirkinden, iyiyi, kötüden ayırt edebilecek bir estetik ölçümüz henüz oluşmamış. Bu bağlamda bu meselelere ilgi duyan ve üreten “aristokrat” kesimi iğdiş edip ortadan kaldırmışız. Aristokrasi, tarihsel süreçte, tarihsel birikim zinciri içinde gelişir ve hayatiyetini sürdürür. Osmanlıda birikimi, kültürü, estetik zevki ile güçlü, donanımlı bir aristokrat sınıf vardı. Osmanlının yıkılmasıyla beraber bu aristokrasi de yıkıldı, onun yerine ikame edilmek istenen kesim ise, kuru, cahil, Batı’ya hayranlıkla bakan, sonradan görme denebilecek bir kesimdir. Şükür ki yeni nesil edebiyatçıların bir kısmı fikri düzlemde bu aristokrat estetik geleneği ile irtibat kurmaya çalışıyor.

Şöyle diyelim; kültürsüz, sanatsız, fikirsiz, sadece maddeden ve bedenlerden ibaret bir yığın değil toplum. Toplumun, toplumsal, siyasal kurumların bir ruhu var. Ve o ruh olmadan, toplum, devlet, kurumlar yaşayamaz. Edebiyatın, şairin,sanatın Karakoç’un deyişiyle milletine hatta tüm insanlığa karşı sorumlulukları var.

Sanat, sanat için midir?

Sanat veya başka bir şey yalnızca kendisi için yapılmaz. Evrensel ölçekte, sanatın gayesi Hakk’ı anlatmak, tabii ki güzel anlatmak şartıyla, Hakikat’i anlatmak. İster dini manada ister seküler manada nasıl anlaşılırsa öyle. Söz, gerçeği anlatmak, izah etmek için vardır. Sözün gayesi yine söz olmaz. Neticede şuursuz şiir olmuyor. Şuur ise neticede şairi bir gayeye, bir amaca yöneltir. Ancak sanat iktidar olmak için, hesabi bir tasavvurla yapılmaz. Ama şurası da bir gerçek. Türkiye’de siyasal fikirlerin, cereyanların sembol isimleri arasında mutlaka şairler vardır. Örneğin; Necip Fazıl, diğer cephede Nazım Hikmet, daha sonra Sezai Karakoç, İsmet Özel gibi. Doğrusu bu şairlerin şiir dışında kendi çizgileri doğrultusunda bir fikir hareketinin oluşmasındaki büyük katkılarını da göz ardı edemeyiz. Şiir yanında tarihi, sosyolojik, dini araştırmalar da yaptıkları malumdur ve bazıları eserleriyle Türk siyasi fikir hayatında iz bırakmışlardır.

Sosyologlar, siyaset bilimciler, iktisatçılar, biraz şiir talim etmeli, kendi kültürlerini bir şair hassasiyeti ile deşmeli. Örneğin bir sosyoloğun hikaye yazması, şiir yazması, anılarını yazması, bir devri edibâne bir uslupla yazması, edebiyatçı dikkatiyle tahlil ve tasvir etmesi önemlidir. Mesela iktisatçılar, sosyologlar A. Hamdi Tanpınar’ı çok iyi okumalı , Tanpınar’ın işe, çalışmaya, zamana dair fikirlerini okumalı. Çünkü bir Tanpınar, Türkiye’yi bir sosyologdan, bir tarihçiden daha iyi analiz edebiliyor! Cemil Meriç mesela. Hem şiir, hem edebiyat hem tarih, hem iktisat… Siyasetçiler meselenin bu boyutunu gereği kadar dikkate almadılar. Tanzimat neslinin aktif siyasetçilerinden Prens Sabahattin’in “Türkiye Nasıl Kurtulur ” kitabı bir Namık Kemal’in fikirleri kadar ciddiye alınmadı mesela.

Aynı devrin ve aşağı yukarı aynı fikrin müntesipleri olduğu için şu örneği de verebiliriz: Mehmet Akif, Said Halim Paşa.  İkisi de din merkezli bir medeniyet anlayışına sahipler. Ama Mehmet Akif’in fikirleri daha çok biliniyor, dillerde. Çünkü,Akif fikirlerini şiirle ifade ediyor, çünkü şiir, düzyazıya, bilimsel ama kuru metinlere oranla daha etkili, daha çok okur kitlesine hitap ediyor. Ama sosyolojik değer olarak baktığımızda, Said Halim Paşa’nın metinleri, Akif’inkinden daha yüksek düzeyde. Prens Sabahattin’inkiler de öyledir.

Mimar Sinan örnekliğine dikkat edelim mesela. Mimar Sinan’ın eserleri netice itibariyle sanat eseridirler. Şiire göre daha mücessemdirler, ama kök itibariyle sanat eseridirler. Bunu realize edecek olan ise Sultan Süleyman Han gibi, siyasi erki elinde bulunduran kişilerdir. Bu bakımdan sanatın siyasal erkle eninde sonunda yolları kesişir. Ama sanat, siyaset için yapılmaz. Tabii mecrasında, samimiyetle yapılan bir etkinliktir. Devrin siyasi görüşüyle kendi tabiatı gereği, doğal olarak uyuşur, örtüşürse işte Süleymaniye Camii gibi eserler ortaya çıkar. Uyuşmazsa sanat muhalif olarak yoluna devam eder.

Edebiyatçıların değeri öldükten sonra mı anlaşılır?

Tarihin kucağında edebiyat sahasında birçok isim gelip geçmiştir. Her işin bir heveskarları bir de tabiri caizse müptelaları vardır. Zaman gerçek edebiyatçı ile sahte olanı birbirinden ayırmıştır, ayıracaktır. Genelde edebiyatta iki türlü sanatçı tipine rastlamak mümkündür.

İlki, modaya uygun eserler verenler, ikincisi kalıcı, sağlam, estetik ve fikir açısından sahih eserler verenler. Zaman bunları ayıklar.

Şiir, edebiyat litaratürüne aşina olduğumuz kadarıyla uzun bir çıraklık dönemi, geceler boyu sürecek yorucu çileli çalışmalar gerektirir. Şiir veya roman, hikaye her ne ise, öyle salt ilhamla, bir duygunun kalbe doğuvermesiyle yazılabilecek şeyler değildir. Bence bütün bu türler, geniş bir deneyim, birikim ve bilginin ürünü olabilir ancak. Günümüzde maalesef edebiyatı böyle hafife alan bir anlayış var. Özellikle genç kuşakta, bilinç altındakileri adeta kusarak edebi ürünler üretildiğini sanmak gibi. Ya da edebiyatı bilinçaltını olduğu gibi, dağınık bir biçimde kusmak sananlar var. Üst düzey edebiyat çok titiz ve meşakkatli bir işçilikle inşa ediliyor. Kendi kültürünü yıllarca araştırmadan, öğrenmeden, buna ister tarih deyin, ister edebiyat birikimi deyin, ister psikoloji deyin, ne derseniz deyin, sanat eseri bir kültüre, bir medeniyetin bilgi ve birikimine dayanmak zorundadır. Örnek: Ahmet Hamdi Tanpınar. Batı’yı, musikisini, tarihini, resmini biliyor mu? Biliyor! Şark’ı, tarihini, toplumu, psikolojisini, musikisini, türkülerini biliyor mu? Biliyor! Araştırmış mı? Evet. Romanlarına bu bilgi ve birikimi yansıtıyor mu? Evet. Tanpınar’ı büyük kılan zaten romanlarının arka planını, temelini oluşturan o zengin kültürel birikimdir. Ölçüt budur: Eserin arkasındaki derin bilgi ve birikim. Tabii ki dil, usta ve sıkı dil ve özgünlük. Sıkı olmayan hiçbir metin edebi değildir bu anlamda. Gevşek metinler, sulandırılmış, sadece gençlik ilhamlarıyla yazılmış metinler üst düzey edebiyat için gayrı ciddi kabul edilir.

Toplumumuz ruhundan, mazisinden kültüründen radikal reformlarla koparılmış bir toplumdur. Tanpınar tam da Osmanlıyla Cumhuriyet’in arasındaki eşiktir. Ne bu eşiğin Osmanlı tarafında kalabilmiştir, ne de Cumhuriyet tarafında. Eşiktedir. Daryuş Şayegan’ın bilinç yarılması dediği şeyi yaşayan ve eserlerine yansıtan – ki bu derin bir ıstıraptır bütün İslam ülkelerinde- ender aydınlarımızdan biridir. Bu bakımdan samimi bir haykırış, samimi bir ıstıraptır. Saatleri Ayarlama Enstitüsü’ndeki Hayri İrdal karakteri, tümüyle Osmanlıdır, ama en çok da Ahmet Hamdi Tanpınar’ın kendisidir. Tanpınar kadar mustarip birkaç edebiyatçı, olsaydı, bu millet kendi hikayesini okurdu hiç olmazsa. Doğrudur. Tanpınar, Doğu ile Batı arasında kalmış, bu arada kalışı, en derinden hissetmiş, romanlarına, en sahih bir şekilde yansıtmış bir yazardır.

Tanpınar’dan başka bir de Cemil Meriç’te görünüyor o derin eşikte kalma hali. O büyük ıstırabı, kafasıyla başka yerde, gönlüyle burada, ama ikiye bölünmüşlük. Bizim kaderimiz “bilinç yarılması.” Sadece bizim değil, tüm Ortadoğu bu bilinç yarılmasını yaşamakta, ama bizde bunu anlatacak kalemler çıkmadı.

Türk modernleşmesi, bir kere modernizmin ana karakteri gereği geleneğe karşıydı. Karşı olduğu geleneği yenilemek şöyle dursun, silmeye çalıştı, hatta geleneği yenilemek arzusunda olan şuarayı da sildi, görmezden geldi.

Günümüzde aydın, sanatçı şahsiyetler, bir kitle halinde kamuya akıyorlar günümüzde. Kimse üzerine alınmasın ama,ilme, sanata talip olan az. Sonra açıkça belirtmemiz gerekir ki, asıl manevi medeniyet, büyük ölçüde sivil alanlarda üretilir, üretilmekte, tabii mecrasında yani. Sanat-edebiyat da öyle.Devletin, siyasal iktidarların gölgesinde sanat-edebiyat, manevi medeniyet üretilmez, doğmaz, doğarsa da zorlama, geçici olur. Türk modernleşmesi bunu yaptı. Yani böyle “ulûfe” dağıtarak bir kültürel hamle, kalıcı sahih bir kültürel hamle yapmak mümkün değil.

Olmuyor da zaten, görüyoruz. Son on yılda çıkan, gazete yazarları, edebiyat dergileri, kimi de “ulufeler”le büyütülmek istenen şeyler. Ama sanatta, edebiyatta, fikirde, güçlü, kalıcı ürünler üretiliyor mu, bunlar bir iz bırakıyorlar mı dersek, çoğunun rüzgar önünde yaprak misali uçmakta, uçuşmakta olduğunu görüyoruz.

Şunu söyleyelim, sanat, edebiyat daha çok tabii mecrasında, sivil alanlarda neşv ü nema bulur, ama devlet de, devlet adamları da teşvik ederek buna katkıda bulunur. Eskiden böyleydi. En azından alime, sanatkara, tabii liyakat usulünce bir kıymet verilirdi. Şimdi bu liyakat usulü değişmiş, ölçütler farklılaşmış görünüyor.

Medeniyet sadece devlet eliyle olmuyor, milletle beraber oluyor, yani resmi alanlarda üretilmiyor sadece, sivil alanlarda üretilenler daha etkili, daha tabii, daha kalıcı. Bazen resmi alanlarda üretilen kültür, kabul görmeyebiliyor da. Devlet, milletiyle aynı ruhta birleşirse sağlam bir medeniyet kuruyor, aksi takdirde milletiyle çatışan bir devletin medeniyet kurması mümkün değil. Biraz konuya uzak sayılabilir ama; Nahit Sırrı Örik’in Sanatkarlar adlı eserinde bir hikaye vardır. Onu hatırlatalım. Şairin biri çok fakirdir. Devir Osmanlı devri. Evinde yiyecek az kalmış. Hanım başında eve ekmek gerek diyor. Sadrazam yeni tayin olunmuş. Bir culûsname yaz da biraz bahşiş al, hiç olmazsa biraz yiyecek temin ederiz, diyor. Zavallı şair, tamam diyor ama, aradan bir iki gün geçiyor yazamıyor bir kaside. Hanım bekliyor. Aç. Ne ise bir gece şair, uyumuyor, masa başında sürekli bir şeyler yazıyor. Hanımı hevesleniyor, umutlanıyor, herhalde yazıyor, diye. Ertesi gün bir umutla geliyor, bakıyor ki şair, vefat etmiş, önünde de bir kağıt. Şair, ölürken de, beklenen şiiri yazmamıştır. Yazdığı şiir bahara kasidedir. Yani sultanın emriyle, siparişle yapılmaz sanat.

Bir de Mimar Sinan’ın başından geçen olay anlatılır. Sultan Süleyman, ikide bir onu rahatsız eder. Bitir şu camiyi diye. Bir gün gelir kontrole, Sinan boş boş geziyor. Sultan Süleyman, eser gürler. Birkaç gün sonra Sinan gider Sultan’a. Bitirdim sultanım camiyi der, ama cami yine dört duvar üstünde kalmıştır. Kafamda bitti, der kafamda. Sanat böyledir, siparişle, iktidarların kamusal destekleri ile emirle olmaz. Ama sanatçı teşvik edilir, ona destek verilir, tabii “ulufe” olarak değil. Herkese, yaptığınca, yaptığının değerince.

Günümüzde kadim ilkelere sadık, hesaplaşma kabiliyeti ve isteği olan bir edebiyat yoktur. Olamaz da. Bu birikim, bu bilinç kıtlığı ile bunu yapamazlar. Sanat da eninde sonunda Hakikat’e tabi olarak yapılır, güce tabi olarak değil.


Kaynakça:

Ömer Faruk Akün, İslam Ansiklopedisi, Divan Edebiyatı Maddesi cilt: 09; sayfa: 389

Daryush Shayegan, Yaralı Bilinç / Geleneksel Toplumlarda Kültürel Şizofreni, Metis Yay.

Nahid Sırrı Örik, San’atkarlar, Oğlak Yayınları, 2.Baskı.

Ahmet Hamdi Tanpınar,  Saatleri Ayarlama Enstitüsü, DergahYayınları.

Daha Fazla

İlgili Makaleler

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

İlginizi Çekebilir

Kapalı