GenelYazarlardanYazılar

Hz.Peygamberin Sünneti ve Değeri

S ü n n e t, Kur’an’ın uygulaması olan Muhammedî yoldur. Bir başka ifadeyle Kur’an’ın Hz Peygamber tarafından pratize edilmesidir. Bir başka ifade ile Hz Peygamberin Kur’an’ı ahlak edinmesidir. Bu bağlamda Aişe validemizden rivayet edilen “Onun ahlakı Kur’an ahlakıdır” hadisi son derece etkileyici bir tanımdır. Ayrıca İmam Şafi’nin “Peygamberimizin verdiği her hüküm Onun Kur’an’dan anladıklarıdır” İfadesi de sünnetin sınırlarını belirleyen ve tanımlayan bir yaklaşımdır.

İnsan, yaratılışı gereği bir “örnek”e muhtaçtır. İsteyerek veya farkında olmadan birilerine özenir, onlar gibi olmaya, onlar gibi davranmaya çalışır. İnsan örneksiz yaşayamaz. Bu bağlamda Müslümanların kusursuz örneği Resulüllah’tır. Biz onu sevmenin dinden bir parça olduğunu biliriz. Zira bunu bizzat Allah söylüyor: “De ki, sizin babalarınız, çocuklarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, aşiretiniz, edindiğiniz mallar, kesat gitmesinden korktuğunuz ticaret ve hoşunuza giden meskenleriniz eğer size Allah’tan, O’nun Resulü’nden ve Allah yolunda cihat etmekten daha sevgili ise, o zaman Allah’ın musibetini bekleyin. Allah fâsık bir topluluğa hidayet vermez” (9/Tevbe: 24).

Meselenin düzgün anlaşılması için sünnet kavramı üzerinde biraz durmak gerekir. “İslam’daki en geniş şemsiye kavram sünnettir. Ama bu Sünnet, dinî deliller hiyerarşisinde Kur’an’dan sonra ikinci sıraya yerleştirilen ve Fıkıh Usulünde “farz ve vacip olmaksızın yapılması istenen dinî içerikli fiil” diye tarif edilen Sünnet değil, örnek alınan uygulama veya daha açık bir ifadeyle, Hz. Peygamber tarafından ortaya konulan İslamî perspektif, dünya görüşü ve pratik hayat tarzı manasında sünnettir. Kur’an da bu anlamda sünnetin kapsamına dâhildir; çünkü Kur’an’daki beyanlar ve hükümlerin ilkten somutlaştırılarak hayatın içinde yorumlanıp uygulanması Hz. Peygamber’e aittir.”

Sünnet derken neyi kastediyoruz, sünneti nasıl anlamalıyız ve bu anladığımız sünnet günümüzde ne işe yarar? Sorular bu minvalde geliştirilebilir. Sünnet ile hadis arasında şöyle bir farktan söz edilebilir. Hadis peygamberimizin dilinden sadır olan veyahut peygamberimizin hayatına dair anlatılan her türlü sözlü ve yazılı ifade iken; Sünnet ise peygamberimizin ortaya koyduğu, sergilediği “örnek” alınması gereken davranışlardır.

Biz burada “Sünnet” ifadesini, Hz Peygamberin yapma ve söyleme şeklinde ortaya koyduğu “örnek davranış” şeklinde en geniş manada kullanıyoruz. Zira Onun hayatı Kur’ân’ın ihtiva ettiği esasların tefsiri ve canlı temsili idi. Şu halde vahyi bize tebliğ edene uymak iktiza eder. Aksi takdirde Kur’ân’ın hakkını vermiş olmayız. Bu bağlamda Sünnet nedir sorusunun cevabı “usvetun hasene”dir. Yani “Allah Resulünde sizin için güzel örnekler vardır” (30/Azhab: 21) olmalıdır.

Uyulması gereken “güzel örnek” anlamında “üsve hasene” kelimesi Kur’an’ı Kerim’de üç yerde geçer. Birisi Resulüllah için, birisi Hz. İbrahim için, birisi de İbrahim’in ümmeti için kullanılır. Üsve/örnek kelimesine “güzel” kaydının konulmuş olması, güzel olmayan örneklerin de olabileceği anlamına gelir. Bu da güzel olsun olmasın insanın mutlaka bir örnekten etkileneceğini anlatır.

İslâm bünyesinin sağlıklı ve hastalıklara karşı korunaklı olabilmesi için sünnetin ihya edilmesi gerekir ki, çöküş ve çözülüşün önüne geçilebilsin. Resûlullah’ın sünnetini uygulamak, İslâm’ın varlığını ve ilerlemesini korumak demektir. Sünnetin terki ise, İslâm’ın çökmesidir. Sünnet, İslâm binasını tutan çelik iskelettir. Eğer bir binanın iskeleti yok edilirse, kartondan bir baraka gibi çökmesi kaçınılmaz olur.

Sünnetten söz edince hadisten bahsetmemek olmaz. Hadis, “Peygamberimize ait söz, iş ve tasviplerin kendisi olmayıp, yazı ile bize nakledilen davranışların ve sözlerin Hz Peygambere ait olduğu iddiasındaki rivayetlerdir” şeklinde tanımlanabilir. Hz Peygamberin Kur’an’dan anladıkları vahye dayanan yorum ve beyanları, şüphesiz ki en mükemmel yorumlardır. Önümüzdeki sözün kuşkusuz bir şekilde Hz Peygamberin sözü olması halinde hadis için de bu mükemmellik geçerlidir. Şu halde önümüzdeki söz, “Hz Peygamberin sözü mü, değil mi?” zorlu sorusu çıkıyor karşımıza. Bir kısım hadisçilerin lâfzen veya mana itibariyle Hz Peygamberin mütevâtir kabul edilen hadislerinin sayısını 20’ye kadar indirdiği dikkate alınırsa sorunun cevabının ne kadar problemli olduğu daha iyi anlaşılmış olur. Ayrıca İslam için her şeyini ortaya koymuş ve adamış ilk Müslümanların çok az hadis rivayet etmeleri ve Hz Peygamberin hadislerin yazılmasını ve toplanmasını yasaklaması da, bizi hadis konusunda temkinli olmaya sevk eden amillerin başında gelmektedir. Çözüm; elimizdeki rivayetin Kur’an’la test edilip sağlamasının yapılmasındadır. Eğer rivayet Kur’an mantığına ve mantalitesine uyuyorsa sorun yok, kabulümüzdür. Bu bağlamda bir “Hadis”i “Hadis olarak” ret edemeyiz. Buna mukabil “Hadis” diye bize iletilen bir metin Kur’an’a ve akla aykırıysa “Hadis olarak” kabul edemeyiz.

Peygamberimizin sözlerini itibarsızlaştırmak gibi hadsiz bir iddiamız asla söz konusu olamaz. Ancak, “Peygamber’e ait olduğu söylenen sözlerin” ona ait olmasının Kuran’a lâfzen ve mana olarak ters olup olmadığına bakılarak test edilmesi gerektiğini düşünüyoruz. Nitekim Ebu Hanife de “hadis olduğu söylenen bir söz Kur’an’a ters olamaz, öyleyse biz Peygamberimizi bu sözü söylemekten tenzih ederiz” diyor.

Kur’an bize Hz Peygambere itaati emreder (4/Nisa: 59). “Peygambere itaat eden Allah’a itaat etmiş olur” (4/Nisa: 80). Şu halde Sünnet; Hz Peygamberin Allah’tan aldığını tebliğden ve vahyin pratiğinden ibarettir (5/Maide: 67). Bu açıdan Hz Peygamberin ağzından çıkan her sözü ve sadır olan her davranışını vahiy olarak anlamak yanıltıcı olur. Aksi takdirde Bedir’de ordunun konuşlandırılması ve Hurma ağaçlarının aşılanması gibi pek çok örneği doğru değerlendiremeyiz.

Bilindiği gibi Bedir’de Hubab bin Münzir’in önerisi doğrultusunda, Hz Peygamberin konuşlandırdığı ordunun yeri değiştirilmiş ve ordu stratejik açıdan daha uygun bir yere konuşlandırılmıştır. Eğer Hz Peygamberin her emri ve sözü vahiy olsa idi, böyle bir değişikliğin olmaması gerekirdi. Yine hurma ağaçların budanması ve aşılanması örneği de böyledir. Zira Peygamberimiz Medinelilerin Hurma ağaçlarını aşıladığını görünce, aşılamayın der. Bu ifade bir emir olarak algılanıp, o mevsim, hurmalar aşılanmadığı için ürün az ve verimsiz olur. Bunun üzerine, Hz Peygamberin “siz bu işleri benden iyi bilirsiniz” diyerek fikrinden rucû etmesi ve işi ehline tevdi etmesi, her konuştuğunun vahiy olmadığının göstergesidir.

Kur’an Hz Peygambere ve getirdiklerine uymayı emrettiği için Sünnet, Müslümanlık açısından bir değerdir. Bu değeri Hz Peygamberin Kur’an’ı açıklamaya veya pratiğine yönelik davranışları olarak tanımlayınca, Sünnete ister istemez bir sınırlama getirmiş oluruz. Bu durumda Peygamberimizin günlük yaşamındaki, yemesi-içmesi, giyim-kuşamı, yatması- uyuması gibi davranışlarını nasıl değerlendirip, nereye koyacağız? Dine ilişkin olmayan bu tür davranışlarını da sünnet kapsamında değerlendirmeli miyiz?

Ali Bardakoğlu Hoca şöyle bir tespitte bulunuyor: “İslam dünyasında Hz. Peygamber’in sünneti deyince sakal ve giyim-kuşamda yoğunlaşan ve onunla yetinen, işin özüne inmeye mecal bırakmayan belli bir anlayış öne çıkmıştır. Bu anlayış, hem kolay hem de ölçülebilir ve derecelendirmesi yapılabilir bir dindarlık önerdiğinden hızla yayılmıştır. Çünkü görsel dindarlık her zaman kolaydır; zor olan ise o dindarlığın içini doldurmaktır.” (Yüzleşme, s.43)

Peygamberimizin her fiili ibadet ve din değildir; onun hayatını idame ettirdiği toplumun bazı âdetlerine uyduğu da bir vakıadır. Bu âdetler din ve ibadet olmadığı için değişebilir ve bunlara uymayan fiil ve davranışlar bid’at da olmaz.

Hz. Peygamberin bizler için örnek olması, onun örnek davranışlarıyla söz konusu olur. Bizde ne zaman sünnetten bahsedilse hemen aklımıza, vakit namazlarının öncesinde veya sonrasında kılınan nafile namazlar gelir; olmadı diş temizliği için misvak akla gelir; çocukların sünnet olması veya sarık sarmak aklımıza gelir… Hâlbuki ahlakî davranışlar, Hz Peygamberin dürüstlüğünün sıfatı olan “Muhemmed’ül Emin” oluşu, Hz. Hatice’nin Hıra dönüşü saydığı özellikleri olan; akrabaları gözetmek, muhtaçlara, yoksullara yardım etmek, güçsüz, zayıf, engelli olanları korumak ve onların sorumluluklarını yüklenmek ve elinden hakları alınan hak sahiplerine yardım etmek gibi erdemli davranışlar sünnettir. Bütün bunlar, hem Kur’an’ın öğretileridir, hem de sünnetin öğretileridir. Dünyanın neresinde olursak olalım, sünnet dendiğinde aklımıza, bu türden ahlakî davranışlar gelmelidir.

Bir kısım İslam âlimi Hz Peygamberin şeriatı açıklamaya ve dinin pratiğine matuf; namaz kılışı, oruç tutması, ziraat ortaklığı, borç alış-verişi ve güzel ahlaka ilişkin olan davranışlarının Müslümanları bağlayıcı ve sünnet olan davranışlar olduğu görüşündedirler. Dine ilişkin bu tür davranışların dışında kalan ve insanlık icabı ve ya Arabistan’da yaygın olan âdete göre yaptığı iş ve davranışların ise sünnet olmadığı kanaatindedirler. Bu meyanda bizim en büyük yanılgımız Arap sosyolojisini din zannetmemizdir.

Hz Peygamberin pek çok kimse tarafından problem edilen ve tartışma konusu olan davranışları işte bu ikinci türden davranışlarıdır. Biz, Hz Peygamberin gündelik hayatındaki yemesinden giyimine, saç tıraşından sakal uzunluğuna kadar olan davranışlarını, içinde yaşadığı toplumun geleneksel davranış biçimleri olarak görüyor ve toplumdan topluma değişkenlik gösteren moda olan bu davranış formunun sünnet olmadığı kanaatini taşıyoruz. Keza sarık sarmasını, cübbe giymesini, yemek yeme âdetini, uyuma biçimini ve daha birçok dine ve ahlaka ilişkin olmayan davranışlarını da bu babda sayabiliriz.

Yemek yemeden önce ellerimizi yıkamak ve yemeğe “Besmele” ile başlamak sünnettir. Yemede israf etmemek sünnettir. Yemek bittikten sonra “elhamdülillah” demek sünnettir. Yemek sonrası tekrar elleri yıkamak sünnettir. Ama ne tür yemek? Yemeği masada mı yoksa yer sofrasında mı yemek, çatal-kaşıkla mı veya elle mi yemek, sıcak veya soğuk yemek tamamen kültürel şartlarla ve âdetlerle ilgilidir. Bundan dolayı bu işler sünnet kapsamına girmez.

Hz. Peygamberin dine dair belirlediği bir kısım ilkeler ve davranışlar vardır, bu davranışlar sünnettir. Ancak Peygamberimizin pek çok davranışı da onun bir “beşer” olarak icra ettiği davranışlardandır. Bunların önemli bir kısmı “örf”tür, “kültür”dür; iklim, coğrafi şartlar ve ekonomik şartların gereği yapılan davranışlardır. Bu türden davranışlar yöresel ve değişkenlik gösterir. Şöyle ki; Hz. Peygamber Mekke ve Medine’de yaşamasaydı da Sivas’ta yaşasaydı coğrafi ve iklim şartları gereği farklı kıyafetler giyecekti. Yine hurma tüketme alışkanlığı, Ege’de yaşasaydı incir olacaktı. Ama israfa kaçmadan, kibirlenmeden, şükrederek, nimetlerin hakkını vererek yaşayacaktı.

Peygamberimizin Allah’ın elçisi olarak yaptığı ve Müslümanlar için “güzel örnek” olan davranışları ile Allah’ın kulu Muhammed olarak günlük hayatına dair yaptığı işleri birbirinden ayırmak lazım. Bu bağlamda; Hz Peygamberin insanlık tabiatı gereği olan, oturma kalkma, yürüme yeme içme vb işleri dine ilişkin işlerden değildir. Çünkü bu fiillerin çıkış noktası, Hz Muhammed’in Peygamberliği olmayıp, insanlığıdır. Yine ticaret, ziraat, ordu tanzimi, savaş idaresi, bir hastalığa geleneksel tıbbın imkânı dâhilinde ilaç tavsiyesi gibi işler insanlık tecrübesi, maharet ve uzmanlık gerektiren işlerdir. Hz Muhammed bu işleri de “Peygamber” sıfatı ile yapmamıştır. Bu işlerde çıkış noktası Peygamberimizin şahsi takdirleridir. Nitekim böylesi durumlarda sahabenin bu Allah’ın vahyi midir? Kendi fikrin midir? diye sorması bundandır.

Hz Peygamberin sakal bırakması insanlık tabiatının gereği olan bir adettir. Dini yönden uyulması gerekli bir sünnet değildir. Bu açıdan teşri değeri de bulunmadığı için, sakal bırakmakla sevaba nail olmak söz konusu olamaz. Peygamberimizin “bıyığınızı kesin, sakalınızı uzatın” sözünü usulü fıkıh kaidesine göre bir durum tespiti olarak değerlendirebiliriz, yoksa “hüküm” gayesi taşımaz. Saçı düzeltmenin, sakalı uzatmanın, bıyığı kısaltmanın dini ve şer’i bakımdan bir değeri yoktur. Olabilir ki; Hz Peygamber bu tavsiyeler ile acayip/şekilsiz kılıkları düzene koymak istemiştir.

Sünnet veya hadis konusunda ki ihtilafın ana sebebi Resul/Elçi olan Hz Muhammed’in bu pozisyonu yeterli görülmeyerek Onun Allah’ın ortağı veya İlahlık mertebesine yükseltilmek istenmesidir. Bir kısım insanlar Rasülullah’ın söz ve davranışlarını Kur’an’la eşdeğer görerek -hatta öne geçirerek- Onu ilahlaştırmış; diğer bir kısmı da Onu fiilî olarak ilahlaştırmışlardır. Körü körüne yapılan sünnet veya hadis düşmanlığın kimseye fayda getirmeyeceği gibi hadisleri Kur’an’ın önüne geçirme ve ya eşitleme yanlışı da kabul edilebilir bir anlayış değildir. Ayrıca Sünnet’i, Kur’an’ı tamamlayan “özgün bir kaynak” olarak görmek, Allah’ın dininin yanına bir bakıma bir ‘Muhammed Dini’ eklemek demektir. Doğru olduğunu düşündüğümüz yol ise Sünnete dayanak olan muazzam Hadis Külliyatını büsbütün silip atmak, yok saymak yerine, mevcut birikimin Kur’an ile sağlamasını yapmak, sağlıklı olanlarını almak olmalıdır.

“Peygamberin size şahit olması, sizin de insanlara şahit olmanız için, Allah gerek daha önce gelmiş kitaplarda, gerekse Kur’ân’da, size Müslümanlar adını verdi. Öyleyse namazı kılınız, zekâtı veriniz ve Allah’a sımsıkı sarılınız! O, sizin dostunuzdur. Ne güzel dosttur; ne güzel yardımcıdır” (22/Hac: 78). Ayette görüldüğü üzere, Peygamberin bize örnek olması ve bizim de diğer insanlara model olmamız istenmektedir. Kur’an’ın meseleye yaklaşımı böyle. Kur’an öyle bir Müslüman tasvir ediyor ki, bu Müslüman’ın örneği, rol modeli Hz. Peygamber olacak. Herkes zamanının çocuğudur. Hz. Peygamber de kendi döneminde şahitti; kendi döneminin tanığı ve modelidir. İnsanlar onu örnek alarak “güzel insan” olmayı başarmıştır. O’nu örnek alarak örnek bir idare gerçekleşmiştir. Bu gün bizim yapmamız gereken de budur. Yani Kur’an ve Sünnetten öğrendiklerimizle bilinçli bir Müslüman olarak yaşadığımız bölgede şahid olmak, model olmaktır.

İnsanlar bizim yaşantımıza, ahlakımıza, tutum ve davranışlarımıza, alış-verişimize, hâsılı hayatımıza bakacaklar ve halimiz, duruşumuz, tavrımız onlara modellik oluşturacak. Diğer insanlara örnek olmayı becerebildiğimiz oranda iddia sahibi olabiliriz. Kur’an ve Sünnetin ortaya koyduğu öğretileri, helâlıyla haramıyla, hikmetiyle gerçekleştirirsek belki o zaman Peygamberin ümmetinin bir ferdi olmayı hak ederiz.

Kutlu Doğum Haftasında veya kandillerde okunan şiir/naat veya görsel yapıtlarla Peygamber sevgisini ifade etmek, güllerle-gülümsemelerle anmak, Peygamber için sular seller gibi gözyaşı dökmekle bir mesafe alacağımızı zannetmiyorum. Gözyaşı dökmek çözüm değil; ağlamak hiç değil, Onu anlamak durumundayız. Ne zaman ki ağlamayı bırakıp da anlamaya çalışırsak Peygamberimizin iftihar ettiği ümmetin bireyleri arasındaki yerimizi alırız. Önemli olan iman, ibadet, güzel ahlak ve erdemli kişiliktir. Bunları göz ardı ediyor, Sünneti bir tutam sakalda, bir kulaç sarıkta, cübbe ve şalvar giymekte, diş temizliği için misvak kullanmakta arıyorsak, Sünneti anlamamışız demektir. Sünnet dürüstlüktür, samimiyettir, ahlaki olgunluktur, doğruluktur. Bütün bunları davranış haline getirmişsek, işte o zaman Sünnete ittiba etmiş oluruz. Bunun içinde düzgün bir Peygamber tasavvurunun gereği, sağlıklı bir sünnet anlayışı ve bununla amel etmek gerekiyor.

 

 

 

 

 

 

 

Daha Fazla

İlgili Makaleler

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

İlginizi Çekebilir

Kapalı