
‘Nükleer Kalem’ Cemil Meriç
Zor mesele Cemil Meriç.
Gezdiği her pınardan su içen eleştiri ve düşünce dünyamızın “Evliya Çelebi”si. Peşine düşenleri yoran adam. Tecessüsün efendisi.
Onu tanımak için onun izinde dolaşmak zorunda değiliz elbet. Çok göze alınacak bir şey değil Meriç’in izini sürmek. Herkes felsefeden sosyolojiye, tarihten, edebiyata; ya da Hegel’den Haldun’a, Marks’tan Şeriati’ye, Afgani’den Gandhi’ye onunla beraber savrulamaz. Kendi kulesi olan adamdır Meriç. Düşünür Meriç’i, şair Meriç’i, materyalist Meriç’i, sosyalist Meriç’i, Müslüman Meriç’i ele alıp incelemek sıkıntılı bir iştir.
Meriç’i eleştirmenin kendine özgü güçlüklerinden söz ettik durduk. Zaten eleştiri, başlı başına zor bir sanat.
Meriç hakkında ciddi bir eleştiri yapılacaksa bu eleştiri ehliyetli bir eleştirmenin elinden çıkmalıdır. Yazıyı okuyan kardeşlerimiz bu yazıya teşebbüs etmemizi bağışlasınlar. Peki ehil olmayanın yapacağı bir şey yok mu? Muhakkak var: Tanıtmak.
“Bu Ülke” yazarını değerlendirebilmek “cesaret” ve “ustalık” istiyor.
Ne olursa olsun Cemil Meriç konuşulmalı. Onu anlatmak için dökülecek ter boşa gitmeyecektir. O çok şey yazdı ve yazdıklarıyla da eleştirilmeyi hak etmiş bir düşünürdür.
Meriç okurken kendimizi öncelikle onu, zihnimizde bir kalıba oturtmak zorunda hissederiz. Bir ekole, bir ideolojiye nispet edilmek düşüne adamının alın yazısı. Aydın, bir şeylere mensup olmakla hayatiyet kazanır.
Ama açık konuşalım: Meriç konumunda olan birine kim ‘bizim’ diye sahip çıkabilirdi ki? Belli bir yeri yoktu ki onun. Kimsenin, Meriç bizim mahallenin adamı diyebileceği biri değil. Bu hoş bir şey mi peki? Düşünce dünyası, ortada olmayı ‘ortada kalmakla’ cezalandırıyor.
Çok insanın yetişmesine katkıda bulundu fakat hiç şakirt yetiştirmedi. Her okulda vardı ama onun hiç okulu olmadı. Bu onun hem iyi hem kötü yanıydı. “Hani takipçileri?” diye sorsak eğer, kardeşim işte benim diyebilecek kimse görünmüyor.
Peki, Meriç’in Yeri Neresi?
Bu soruya karşılık aramak bir dairenin köşelerini bulmaya çalışmaktan farksız görünüyor. Hareket halindeki bir düşünceyi bir karede dondurup görüntüleyebilmek oldukça güç.
Ama bu bir başıboşluk değil. Meriç’e yer beğenmeye çalışanları o hep yanıltmıştır. Ama o bir taraf olmak için çok uğraşmış bir isimdir. Peki, olabilmiş mi?
Kendisi, “mahşerde belli olacak” diyor. (Jurnal-II) Onun taraftarlığını yaptığı tek bir şey var. O da Hakikat. Bir defineci gibi onu bulacağını sandığı her noktaya kazma vurmuştur. Meriç bir düşünce koleksiyoncusudur.
Yazılarında iki özellik göze çarpar: Çeşitlilik ve Hareket.
Kültürden İrfana, Umrandan Uygarlığa, bir yolculuğu bir hareketliliği çağrıştırır. Yazıları oldukça yorucu ve ansiklopedik bilgi deposudur kitapları.
Öncelikle Meriç’in ‘düşünce’ye ne anlam yüklediğini bilmemiz gerekmektedir. Düşünce, heyecandır, bulanıktır, coşkundur ve serseridir onun için.
Peki, düşünür mü? Teoriysen mi? Edebiyat tarihçisi mi? Sanat tarihçisi mi? Şair mi? Denemeci mi? Eleştirmen mi? Sosyolog mu? Filolog mu? Hangisi? Belki hepsi belki hiçbiri.
Cemil Meriç her şeyden önce bir ‘düşünür’ sayılmalı. Kendisini bir ‘mütefekkir’ olarak gördüğü bir gerçek. Bunda fazlasıyla haklıdır da. Düşüncenin çilesini çekmiş ve çok okumuş bir adamdır. (Hatta bu gayreti nedeniyle gözlerini de kaybetmiştir.)
O halde düşüncedeki yeri neresi?
İbn-i Haldun, Cevdet Paşa, Ahmed Mithat ve Said Nursi. Bu isimleri takdir eder ama bunların takipçisi saymaz kendini. Gönlü bunlardan, kafası ‘müstağrip’ dediklerinden yanadır. Meriç’in düşüncede nesebini tespit etmek kolay değil.
“İmzamı taşıyan her yazıda ben yaşıyorum. Bütün bu neviler kendimi anlatmak için bir vesile. Bir Balzac’ın, bir İbn-i Haldun’un, bir Makyavel’in arkasına gizleniyorum.” (Mağaradakiler, 450)
Meriç’e hoca beğenmek gördüğünüz gibi pek kolay değil; çağdaşları içerisinde bir yere oturtmak da öyle. Meriç’i, Erol Güngör ve Nurettin Topçu gibi isimlere yakıştıranlar da var.
Bence mesele Meriç’i bilgisiyle ve felsefesiyle bir yere oturtmak değil “iman’la ilgilidir. Meriç’in kendisi sorunun adını doğru olarak koymuştu. “Vahye inanmayanlar ister istemez bir din peşinde koşacaklardı.(Kırk Ambar) “Bir kelimeyle İslamiyet ilahı bir hidayettir. Bilgi kâfi gelseydi oryantalistlerin hepsi İslamiyet’i kabul ederdi.” Meseleye yaklaşımını bir soruya verdiği şu cevapta bulabiliriz: “Hidayet ilahi bir lütuf. Ben de belli bir çağın insanı olarak kültürün hizmetinde idim, şimdiye kadar.”
O, İbn-i Haldun’a “İslam dünyasındaki kılavuzum” derken de, Ahmet Mithad’ın şakirdi olduğunu söylerken de, bir şekilde kendi safını belirlemiştir.
Genel yargımız şudur. Meriç bir ‘İslam Düşünürü’ değil, Müslüman bir düşünürdür. Onun İslam düşüncesine ciddi bir katkısından söz edemeyiz. Onu herhangi bir ekolün temsilcisi veya geliştiricisi sayamayız.
Yıkımların ustası ilan eder kendisini. “Ben Avrupa’ya karşı kendi ülkemin, kendi inançlarımın, kendi dinimin müdafaasını yapıyorum.” der.
Düşmanı dostlarından daha iyi bilen garip bir kişiliktir Meriç. Onu konumsuzluğundan dolayı suçlamak insaflıca değildir.
Onun düşüncesiyle dünya görüşü ayrı ayrı olmuştur. Şunu sorabiliriz. Düşünceyle dünya görüşü aynı şey değil mi?
O, “Marksist’im dediği zaman tek işçinin elini sıkmış değildi. Sadece namuslu olmak, korktuğu için sustu dedirtmemek istiyordu.” Bu bir itiraftı.
“İnanıyor muyum, inanmıyor muyum, belli değil. Mahşerde belli olacak.” demesi de bundan. Samimiydi. Eğip bükmüyordu.
“Ben kitapları tanıyordum.” diyordu. Söyledikleri ‘hayati’ değil ‘kitabi’ydi. Hayatı kitaplardan tanımıştı. “Bu ülke” derken dahi kitapları kastediyordu.
Kulesi olan adam demiştik ona. “Fildişi Kule”. Meriç için en uygun mekân. Tam Meriç’e göre. Hiç inmedi o kuleden. Biliyordu kulenin ne demek olduğunu. “Fildişi kule, davasız sanat meczuplarını barındıran miskinler tekkesi; ama her mücahit o tekkede silah kuşanır.” diyordu.
Ama yine de bakmamak lazım Meriç’in “Ben yolumu kırk dört yaşından sonra buldum.” dediğine. O yaratılışta birinin ‘buldum’ demesi pek inandırıcı olmaz. Çünkü aramak için yaratılmış insanların hayatında her varış yeni bir başlangıçtır
Meriç “Fikir Namusu” kavramını ilk ortaya atan isimlerdendir. İsmet Bozdağ’ın tabiriyle o “Fikirden fikire atlayarak değil, fikirden fikire ulaşarak yaşadı ve öldü. İnkar, iman, İslam. Bu sınıfları geçti ve düşüncesini şöyle döktü kalıba: Sanat düşüncenin, düşünce mukaddeslerin emrinde olmalı. Hıra’yı Olimpos’tan, Tanrıdağı’ndan sonra bulmuştu.
Nükleer Kalem
“Kalem bir savaş aleti olarak kullanıldığı zaman ateşli silahlar onun ayağının tozuna bile ulaşamadılar.”
“Kimi başında taçla doğar, kimi elinde kılıçla. Ben kalemle doğmuşum.” diyor Meriç.
Bizce onun en özgün yanı terimler ve kavramlar karşısında gösterdiği duyarlılıktı. Kılı kırk yaran bir titizlikle ele aldığı her terim ve kavramın kimliğini çıkarır. Bir kelime cerrahıdır. Kavramların soyağacını öğrenmek isteyen onun kitaplarına başvurmalı.
Onun en takdir edilen yanlarından biri de, genellikle, eleştirilerinde adil davranması. Mesela bir Necip Fazıl’dan farklı olduğu yanı iyi bilmediği bir şey hakkında kulaktan dolma bilgiler ve peşin hükümlerle konuşmamasıdır.
Ve öğrendiği her şeyi paylaşmayı çok seviyor Meriç.
Bazen çok farklı keşifler yapıyor üstat. Mesela, batının ilk romanı olarak bilinen Cervantes’in, ünlü Don Kişot’unun aslında Mağripli Seyyid Hamid’den tercüme edildiğini; Cervantes’in eseri kendisine mal edebilmek için nasıl çabaladığını gözler önüne serer.
Onun eleştiri oklarına hedef olanlar arasında İslamcı kesimin yakından tanıdığı isimler de vardı. Mehmet Akif, Necip Fazıl, Sezai Karakoç bunlardan ilk akla gelenler. Akif’i ve Necip Fazıl’ı “celadet yokluğu”yla suçlar Meriç. Akif’in “son derece pısırık” olduğunu söyler.
“Mühim olan celadettir. Kur’an’ın bir nevi şairidir. Bir Müslüman mütefekkiridir ve başlıca hususiyeti celadetidir. Belki onun gibi düşünenler çoktu Türkiye’de; milyonlarca insan vardı. Fakat onların hepsi sindiler ve sustular. mücadele etmeyen iman, kendi evinde oturan iman hürmete layık değildir. Ali Şeraiti için gösterdiğim muhabbet de ondan. Bir fikir uğruna kafasını koydu adam. Said Nursi de koydu. Necip Fazıl için bir şey söyleyemem. Necip Fazıl hiçbir şeyini koymadı.” (Yeni Devir)
Sezai Karakoç için de pek hoşa giden şeyler söylemiyor Meriç.
“Sütun’u okudum. Çok zayıftı maalesef.” “Bu sırada kendi safımızda bir polemik havası estirmek istemem. Mademki İslam’ı müdafaa ediyor güzeldir, iyidir. Alkışlanmaya layıktır. Ama benim için mühim bir adam değildir.” (Yeni Devir)
Yukarıda, Meriç’in kulaktan dolma bilgilere iltifat etmediğini söylemiştik. Söz ‘İslamcı’ isimlerden açılmışken Cemaleddin Afgani’den de söz etmemiz gerekiyor.
Peşin hükümcülüğü sevmeyen Meriç, Afgani meselesinde şaşırtıyor bizi. Şüphesiz Afgani son yüzyılın en tartışmalı isimlerinden. Onu seven niçin sevdiğini bilmiyor, sevmeyeni de niçin düşman olduğunu bilmiyor. Muhafazakâr çevrelerin kurusıkı atışlarla hedef haline getirdiği kadar tehlikeli biri değil kesinlikle. Bazı çevrelerin de efsaneleştirdiği bir isimdir Afgani.
Meriç, Afgani’yle ilgili önüne geleni süpürüyor. Bunu yaparken Afgani’yi tanıtacak en güvenilir kaynak olan Urvetu’l Vuska’dan hiç söz etmiyor. Ziya Gökalp, Şerif Mardin gibi referanslara başvuruyor. Afgani gibi ümmetçi bir ismi, yerli ve yabancı müsteşriklerin dilinden tanıtmaya kalkması üzücü.
“Müminin attığı ilk adım, imanın çağrısıyla canını vermesidir.” “Ayak yürüdüğü, göz gördüğü, el tuttuğu müddetçe Allah Teâlâ imanı koruma hususunda hiçbir özrü kabul etmez.”
Cemaleddin Afgani
Cevdet’e, T. Fikret’e, esirgemediği hoşgörüsünü, Afgani’ye göstermemesini nasıl açıklayalım. Mehmet Akif’in, Afgani’yi üstadı olarak görüyordu. “Şarkın yetiştirdiği en yüksek insanlardan biriydi.” diyord
Oysa Meriç’in alkışladığı Abdullah Cevdet, Cumhuriyet döneminde Hıristiyanlığın resmi din olmasını isteyecek, ardından batıdan damızlık erkek getirilmesini teklif edecektir. Bu adam Meriç’in üstüne titrediği ‘dil’in ve “harf’lerin de katilleri arasında. Latin harflerini, henüz daha Osmanlı dönemindeyken ilk o teklif etmiştir.
Bütün bir İslam coğrafyasını sömürgeleştiren İngilizlerin diş bilediği Afgani’nin –ülke ülke sürülmek pahasına- susmayıp bildiklerini haykırması karşısında kimlerin tekerine çomak sokuldu, kimlerin rahatı bozuldu, Meriç bunları göremedi.
Meriç yazdığı veya konuştuğu zaman sözü hep iyi bildiği alanlara çekmekte usta bir düşünür olarak tanınır. Onun çok seyrek girdiği dini konulardaki sığlığı ancak dikkatli bakınca fark edilebilir. Çok kıvrak ve büyüleyici bir yazı üslubuna sahiptir. Buna rağmen bazı hususlardaki çelişkileri dikkat çekicidir.
Mesela: “Her tarif hakikati tahrif eder.” diyor ama eserlerinde ele aldığı tüm kavramları yeniden tarife ve anlamlandırmaya çalışıyor.
Meriç’i okumak gerçekten dikkat gerektiren bir iş.
Üstad, genellikle, fikir dünyasıyla inanç dünyasının ayrılığından söz etmişti. Bu durum ona hep şüpheyle yaklaşılmasına sebep oldu ve olmaya da devam edeceğe benziyor.
SONUÇ
Şuurdan ve bilgiden yavaş yavaş uzaklaştırılan bir nesiliz.
Kolaya kaçmadan, bilgi, düşünce ve şuurun geliştirilmesine katkıda bulunan insanları tanımak ve onlardan yararlanmak durumundayız. Uyarıcılara her zamankinden daha çok ihtiyacımız var. Cemil Meriç de bu bağlamda değerlendirilmesi gereken bir isim. Tüm bu eleştirilerimize rağmen o hala yangın kulesinin güvenilir nöbetçileri arasında sayılan bir mütefekkirdir.
Yazımız okur üzerinde, Cemil Meriç okumaya yönlendirici bir etkide bulunduysa maksadına ulaşmış demektir.
Selametle.


