
Said Nursî’nin Risaleler Bana “yazdırıldı”, “indirildi” İddiası Bağlamında Bir Değerlendirme
İslam dünyasında bugün İslam’a aykırılığı çok açık olmasına rağmen Ali Bardakoğlu Hoca’nın kavramlaştırması ile bir “Gecekondu Peygamberlik” üretilmiştir. Dinin yorumlanmasından kaynaklanan sorunlardan hatırı sayılır bir kısmı bu müesseseden geliyor.
Önce konuyu tanım açısından netleştirelim: İslam’ın sert çekirdeğinde tartışılmayacak ilkelerden birisi artık yeni bir Peygamber gelmeyeceğidir. İslam, bu konuda uzlaşmaz hatta tartışmaya girmez bir sertlik tavrındadır. Artık bir Peygamber gelmeyeceği konusunda ki bu sert ve net tavır nedeniyle ana akım İslami yorumların hiç birisi bu konuda farklı bir iddia ile ortaya çıkmamıştır.
Ne var ki, Müslümanların “artık başka Peygamber gelmeyecek” ilkesine görüntüdeki bağlılığı pratikte by-pass edilmiştir. Daha açık ifade edersek, fiilen Müslümanlar, kendilerine Peygamber denmeyen ancak neredeyse bütün özellikleri Peygamber gibi kurgulanmış kişiler üretmişlerdir. İsa örneğinde müşahhaslaşmış olduğu gibi Hz Muhammed de özellikle tasavvuf ve tarikatlar erbabı marifetiyle tanrısal bir varlığa dönüştürülerek hayatın dışına atılmış, Ondan boşalan yere de kendileri oturmuştur.
“Gecekondu Peygamberlik” inşası için hepimizin bildiği bir süreç ve tecrübe yaşanmıştır. Örneğin, Peygambere vahiy gelirken; âlimlere, şeyhlere, evliyalara, kutuplara da ilham gelir. Afganistan’dan Kuzey Afrika’ya bir dünya insan “kitaplarım bana yazdırıldı” der. Peki, nasıl yazdırıldı? O halde içlerinde neden bu kadar tarihsel, bilimsel yanlış var? Bu soruların anlamı yoktur. Ustaca kurgulanmış bir strateji ile “ilhamını doğrudan Tanrı’dan” alan bu adamlar ile Gecekondu Peygamberliğin alt yapısı oluşturulmuştur.
Bu kurumun ikinci nişanı kerametlerdir. Peygamberlerin mucizelerine mukabil keramet kurgulanmıştır. Kutuplar, Gavslar, Şeyhler, Veliler sürekli keramet gösterirler. Yani Tanrı bu insanlar için kurduğu düzeni hatırları için askıya(!) alır. Su üstünde yürümek, heybesinden sürekli altın çıkarmak, sorulmayan sorunun cevabını bulmak… gibi kurgusal olaylar bir diğerini izler. Şeyh, Kutup geleceği şaşırmadan ön görür, olup biten bütün hadiseler onu doğrular… Bütün buna benzer taktiklerle kendisine Peygamber denmeyen ama nitelikleri ile bir Peygamberden hiç de aşağı kalmayan bir profil üretilmiş olur. Temel sorun İslam dünyasında hem İslam’ın hem de aklın kabul etmeyeceği son derece yanlış bir insan profili üretildiğidir.
Dini bozmanın/dejenere etmenin yolu ona ya bir şey ilave etme ve ya ondan bir şeyler eksiltme şeklinde olmuştur. Bu işin en bilinen şekli de; kişilerin Allah’ın kendilerine vahiy gönderdiğini iddia veya ihsas etmesidir. Allah’a iftira atan bu zalim iftiracıların dine ilaveleri veya eksiltmelerinin tamamı yalan ve zandan ibarettir. Konu ile ilgili olarak Allah şöyle buyuruyor: “Allah’a karşı yalan uyduran veya kendine bir şey vahyedilmemişken, “ Bana vahyolundu” diyen, ya da “ Allah’ın indirdiğinin benzerini ben de indireceğim” diye laf eden kimseden daha zalim kimdir?” [6/En’am: 93] Bu ayetin muhataplarının Allah adına yalan uydurdukları için zalim olarak nitelendirilmekle kalmayıp, Allah’ın lanetinin de bu zalimler üzerine olduğu ifade edilmiştir. [11/Hud: 18]
Söz konusu bu zalim ve iftiracılar hezeyanlarını çok ustaca ve sinsice yapmaktadırlar. Onun için bu noktada ince bir ayrıntıdan söz etmek gerekir. Bunlar doğrudan açık/seçik bana vahiy geliyor demezler. “Biz Kitaptan konuşmuyoruz. Allah nebilerine nasıl vahyediyorsa, velilerine de ilham ediyor” diyerek, genelde “ilham” veya “rüya metaforu”nu kullanırlar. İki konunun da ucu açık ve ispatı mümkün olmadığından iş bu iddia sahiplerinin taraftarlarının onayına kalıyor ki, takipçiler de bu zalimlerin söylediklerini genelde kabul edip inanıyorlar. Bu aldatılmışlık durumu onları asla sorumluluktan kurtarmaz, aksine körü körüne inanıp akletmediklerinden dolayı sorumluluklarını daha da ağırlaştırır.
Müslüman toplumlarda ilham ve keşfe indirgenmiş bir din telakkisi, çok derin patolojiler oluşturuyor. İlham ve keşfe indirgenmiş patolojik gelenekler referanslarıyla birlikte İslam’ın geleceği adına tartışılarak, mahkûm edilmesi gerekir. Temel İslami ilkelerin, kuralların, fikirlerin ve ahlakın belirleyiciliğinden çok, patolojik kişiliklerin belirleyiciliğine önem veren bu geleneklerle hesaplaşma hayati öneme haiz bir konudur.
Vahiy yalnızca peygamberlere gönderilir, onlarda ümmetlerine ulaştırır, pratiğini uygular, gerekirse açıklama yaparlar. Bu üç vazife ve imtiyaz sadece onlara aittir. Peygamberler haricinde adı, rütbesi, bilgisi, sosyal mevkii, akademik tilti ne olursa olsun başka hiçbir kişi doğrudan Allah’tan bilgi alamaz. Peygamberden başka herkesin yorumu, rüyası, ilhamı, keşfi, düşüncesi hatadan salim olamaz. Bu bağlamda dine ait bilgi ve hüküm konusunda herkes birinci derecede vahye dayanmak zorundadır; çünkü aklın alanına girmeyen dinî bilgi ve hükümlerde tek kaynak vahiydir.
Allah en son elçisine Kur’an’la vahyedeceğini, vahyetmiştir. Bir daha hiç kimseye insanların sorumlu olacağı ayrıca inançları/ itikatları haline getirecekleri hiçbir şeyi vahyetmeyecektir.
Bazı şizofrenlerin elleriyle yazmış olduklarının Allah indinden olduğunu iddia ederek bu kitaplarını en hafif ifade ile Allah’ın kitabına eşdeğer kılmaları kabul edilemez. Hiçbir beşer Allah ile konuşamaz, bu nedenle Allah’tan bilgi aldığını söyleyen kimse yoldan çıkmıştır; yanlışın derecesine göre söz konusu kişiler kâfir, fâsık, sapkın, hatalı olur. Kur’an bu kişilerin “Kitap” nedir? Bilmediklerini, zanna uyduklarını ve din tüccarlığı yaptıklarını söyler. [2/Bakara: 78-79].
Dinin asıl kaynağından öğrenilmesi sapmaların önüne geçmek için kaçınılmazdır. Bu sebeple dini öğrenmek ve öğretmek için Fütuhat, Mesnevi, Mektubat ya da Risale okunmamalı. Sözü edilen kitaplar Kur’an yerine konulup merkeze alınırsa din de bunlar üzerinden anlatılacak demektir. Bunun bir adım sonrası, sapma ve tefrikanın kaçınılmaz olması demektir. Şu halde Kur’an’nın devreden çıkarıldığı bir dünyada Rumî, Yunus, Said Nursi referans kaynağı haline gelebiliyor. Bu durumda her “üstad” kendi başına bir “din kurucusu” haline geliyor.
Ehli insaf kabul eder ki; insanları tanıma ve eleştirme hususunda iki yol vardır. Kişi ya muasırımızdır/çağdaşımızdır öyle tanırız, ya da geçmişte yaşamıştır. Öldüğü için geriye bıraktığı eserleriyle tanırız. Çalışmamızın konusu olan Said Nursi hayatta olmadığı için, onu ancak geriye bıraktığı eserleriyle tanıyabiliriz. Bu bağlamda Said Nursi denilince akla “Risaleler” gelir. Dolayısı ile bundan sonra yapacağımız eleştirileri; Risalelerden örneklendirme ile ve Kur’an ve Sünnet perspektifinden yapmaya çalışacağız. Vereceğimiz örnekler üzerinden ilerlerken, bahsi geçen bu eserlerde İslam akidesine ters düşen birçok şeyler göreceğiz. Örnek olarak seçtiğimiz alıntıların tamamına yakınının orijini ya metinde ya da dipnotlarla vermeyi uygun bulduk ki tereddüde mahal kalmasın.
Said Nursi, Risaleleri kendisinin yazmadığını, kendisinin Böyle bir şeyden aciz olduğunu, zira hakikatleri beyan etmede o kadar başarılı olmadığını söyler. Dolayısıyla Nursi’nin yazıları bir “inayet-i ilahiyye” ve bir “ikram-ı Rabbanî” ve bir “keramet-i Kur’aniyye”dir. (Sikke-i Tasdik-i Gaybi, s: 192, 195). Yani, risaleler, telaffuz edilmese de vahiyden başka birşey değildirler!
Said Nursi için en ciddi arızalardan biri; ismini ve lisanını dahi kendisinin belirlemediği (Sözler, s: 443, 625, 193) Risalelerin normal yollardan telif edilen eserler olmayıp, kendisine “rüya yoluyla ve ya “ilham” ile veyahut ta “ihtar” ile “yazdırıldığını” kendisine “gayb”den haberler ve yardım geldiğini iddia etmiş olmasıdır. Nursî, Risaleleri yazmakta kendisinin sadece bir “tercüman” olduğuna inanır. O, Risaleleri iradesi dışında yazmıştır! (Sikke-i Tasdik-i Gaybi, s: 91). O yalnızca, “şükretmek” ile yetinen bir mütercimdir. (Sikke-i Tasdik-i Gaybi, s: 60) Bu tür iddialar tasavvuf ve diğer bazı çevrelerce baş tacı edilen bilgi edinme yolları olsa da, bilgi nazariyesi acısından bir kıymet ifade etmeyen, bağlayıcılığı da olmayan sübjektif değerlendirmelerdir.
İlham ve keşif bilgi ve hüküm kaynağı /delil/hüccet değildir. Ehil-i sünnet de bu konuda ittifak etmiştir. Kur’an, Said Nursî, ibn Arabi ve Celalettin Rumî gibi iham aldığını iddia edenler için şöyle der: “İşte böylece biz her peygambere insan ve cin şeytanlarını düşman kıldık. Bunlar aldatmak için birbirlerine yaldızlı laflar fısıldarlar. Rabbin dileseydi, bunu yapamazlardı. O hâlde, onları iftiralarıyla baş başa bırak.“ (6/En’am: 112) “Şeytanlar kendi dostlarına sizinle mücadele etmeleri için fısıldarlar.” (6/En’am: 121)
Nursi, “Risaleleri ve şakirtlerini kutsamak”,1 meşrulaştırıp kabul görmesini sağlamak gayesiyle, Risalelerin tıpkı Kur’an gibi kendisine “indirildiğini” ve “yazdırıldığını” iddia eder. Bu bağlamda Zumer, Casiye ve Ahkâf surelerinin başlarında bulunan “tenzîlül Kitab” ifadesi, o gün için Kur’an’a delalet ediyordu, şimdi de Risalân Nur’a delalet ediyor der. (Sikke-i Tasdik-i Gaybî, s: 78-79). Nursî bu şekilde iş’ari tefsir/tevil yolunu kullanarak kendisini ve eserini Kur’an’a dolayısyla Allah’a onaylattırmaya, tasdik ettirmeye çalışmıştır. Said Nursî’nin İslam ve Müslümanlık açısından sakat olan bu türden iddialarından bazı örnekleri sizlerin anlayışına ve bilgisine sunuyorum.
Said Nursi, kitaplarının vahiy ürünü olduğunu ispatlamak için en çok başvurduğu ve yüzde yüz inandığı bir yöntem cifir/ebced hesabıdır. Sikke-i Tasdik-i Gaybî risalesi bununla doludur.
O şöyle der:
“Kur’an’ın gizli gerçekleri Risale-i Nur ile birlikte bize iniyor!.. Peygamber devrinde Kur’an’ın vahiy suretiyle inmesi gibi, her asırda, Kur’an’ın arştaki yerinden ve manevi mucizesinden feyiz ve ilham yoluyla onun gizli gerçekleri ve gerçeklerinin kesin delilleri iniyor.” (Şualar, Birinci Şua, Yirmi dördüncü Ayet ve Ayetler, Üçüncü Nokta, c. I, s.842.)
Çok zeki ve cins bir kafa olan Said Nursi, hem kendisinin hem de sanrılarının mecmu olduğu Risalelerin meşruiyetini sağlamak için, uymayınca ekleme veya çıkarma yaptığı, yani kılıfına uydurmak için başvurduğu bir metot olan cifir ve ebcet hesabıyla ayette geçen “nur” ifadesini bakın nasıl yamultuyor ve yazdıklarına Kitap’tan delil üretmek için iftiraya nasıl tevessül ediyor.
“Ey insanlar size rabbinizden bir burhan/açık ve kesin bir delil geldi ve size apaçık bir “nur” indirdik” [4/Nisa: 174]. “O Kutsi Burhan’ı ilahinin bu zamanda parlak ve kuvvetli bir Burhan’ı olan Resail-i Nur’a dahi ikinci cümlesi olan “enzelnâ ileyküm nuran mubînen” adedi, iki tenvin vakıfta iki “Elif” sayılmak cihetiyle 598 tekabül ederek aynen tam tamına Resail-i Nur’a ve Resail-i Nur adedine tevafukla o semavi Burhan’ı Kutsi’nin yerde bir Burhan’ı, Resail-i Nur olduğunu remzen haber veriyor” (Sikke-i tasdik-i gaybi s: 80, 90).
Said Nursi yukarıdaki örnekte, Risalelerin Kur’an’ın haber verdiği “Kutsal Metinler” olduğunu “ebced hesabı” ile güya ispat ettikten sonra, bunu kabul etmeyen ve buna inanmayanları da bir başka Kur’an ayetini kullanarak şu şekilde tehdit ediyor. “İsyan edenler cehennemdedirler. Orada, Onların ağlayışlı bir nefes alışverişleri vardır ki…” [Hud: 106] “Bu ayet dahi Risale-i Nur’un muarızlarına ve düşmanlarına ve onların cereyanlarının mebdeine/başlangıcına ve faaliyet devresine ve muntehasına/son bulmasına cifir ile tevafuk ile işaret eder.” (Sikke-i tasdiki gaybi, 95. Şualar, 557).
“Biz her Elçiyi kendi kavminin diliyle gönderdik ki, onlara emredildikleri şeyleri açıklasın. Allah dilediğini saptırır, dilediğini doğru yola iletir. O aziz’dir, hikmet sahibidir” [İbrahim: 4] ayeti, “Risale-i Nur’un Türkçe olmasını tahsin eder.” Nursi, “Kur’an’ın bu ayeti Risale-i Nur’un Türkçe olmasını güzel görür” diyerek ayeti hem Risalelerin yüceltilmesine hem de “Risalet ve Nübüvvetin her asırda naibleri/vekilleri vardır” ön kabulü ile kendisinin “elçi/peygamber” olmasına dayanak yapmış oluyor. Ayriyeten Risalelerin Türkçe olmasının da “takdir” edildiğini ilave ediyor. Bu vurgu, Risalelerin dilinin sadeleştirilmesi konusunda gösterilen direnci de anlamlı kıldığını bize göstermiş oluyor. Demek ki sadeleştirilmeye direnç gösterilmesinin sebebi dilin böyle “takdir” edilmesinden kaynaklanıyormuş!2
Risalelerin Said Nursi’ye indirildiği iddiasına örnek:
Kur’an’da kitapların “indirildiği/inzal edildiği” söylenmektedir. Said Nursi’ye göre; Nur Risaleleri de Kur’an’ın semasından, ayetlerin yıldızlarından inmektedir! Kur’an, kendinden önceki Tevrat’ı ve İncil’in indirildiğini tasdik eder. Buradan mülhem, Nur Risaleleri de sanki Kur’an’ı tasdik etmek için indirilmiştir. Nitekim bu durum Risalelerde birçok kez tekrar edilmiştir. Yine bilindiği gibi; Kur’an, Allah’ın peygamberine davasını ispat etmek için, insanları âciz bırakan bir mucizesidir. “Nur Risaleleri de mucize-i Kur’âniyedir.”
“Kur’an’ın gizli gerçekleri Risale-i Nur ile birlikte bize iniyor!”3
Bu sözün açık anlamı şudur. Risale-i Nur, Kur’an’ın indiği yerden, Kur’an’ın vahiy suretiyle inmesi gibi inerek güya Kur’an’ın gizli kalmış gerçeklerini ve o gerçeklerin kesin delillerini getiriyor. Said Nursi bu sözü ile hem kendini peygamber seviyesine çıkarıyor, hem de Kur’an’da açıklanmamış gerçeklerin kendine indirildiği iddiası ile kendi kitabının Kur’an’dan daha önemli olduğunu zımnen söylemiş oluyor. Öyle ya, Kur’an açıklanmaya muhtaç bir kitap olduğuna göre, açıklayan daha önemlidir.
Eğer Said Nursî’nin iddia ettiği gibi Kur’an’da açıklanması gereken gizli gerçekler olsaydı Peygamberimiz onları açıklar, bunların açıklamasını Said Nursi’ye bırakmazdı. Nitekim Allah Teâlâ Peygamberimize şöyle diyor: “Ey Elçi! Rabbinden sana indirilen her şeyi tebliğ et, eğer bunu yapmazsan onun elçiliğini yapmamış olursun” [5/Maide: 67]
“Risale-i Nur denilen otuz üç adet Söz, otuz üç adet Mektub, otuz bir adet Lem’alar, bu zamanda, Kur’an’daki âyetlerin âyetleridir. Yani onun gerçeklerinin göstergeleridir. Onun hak ve hakikat olduğunun kesin delilleridir. Kur’an ayetlerinde yer alan inançla ilgili gerçeklerin gayet kuvvetli belgeleridir.”4
Said Nursî’nin yukarıdaki sözüne göre; “Kur’an delil olmaktan çıkmış, delile muhtaç hale gelmiştir. Risalelerin âyetleri, Kur’an âyetlerinin delili olmuştur.” Risaleler sanki Kur’an’ı tasdik etmek için indirilmiştir. Doğal olarak bu iddiayı güden bir kitabın da hatasız ve kusursuz olması gerekir. Nitekim Said Nursî; “Sözler; şüphesiz Kur’an’ın nurlu parıltılarıdır.”5 Açıklanmaya muhtaç yerleri eksik olmamakla birlikte tümüyle kusursuz ve eksiksizdir6 diyerek tabloyu tamamlıyor.
Bu sözlere inanan bir kişi, Said Nursi’yi son peygamber, Risale-i Nurları da Allah’ın son kitabı saymış olmaz mı? Nitekim Nurcuların Kur’an okumayıp Risale okumalarının sebebi de bu olmalı!
Said Nursî, insanların ilgisini çekmek ve kitaplarını cazip hale getirmek için hiç bir şeyi eksik bırakmamıştır. Bu bağlamda Risaleler için; Kur’an’ın özellikleri olan “urvet’ül vüska” ve “hablullah”7 ifadelerini kullanmaktan da kaçınmamıştır. Nitekim konu ile ilgili şöyle diyor: “Risale-i Nur bu asırda, bu tarihte bir “urvet’ül vüska”dır. Yani çok sağlam, kopmaz bir zincir ve bir “hablullah” yani Allah’ın ipidir. Ona elini atan, yapışan kurtulur.8
Risalelerin Kur’an’ın alındığı yerden alındığı iddiasına örnek:
Risale-i Nur’un, Kur’an’ın alındığı yerden alındığı iddiası, birden fazla yerde tekrarlanır. Onlardan biri şudur: “Risale-i Nurlar, ne Doğu’nun kültüründen ve ilimlerinden, ne de Batı’nın felsefe ve bilimlerinden alınmış ve iktibas edilmiş bir nurdur. O, gökten inmiş Kur’an’ın, Doğunun da Batı’nın da üstünde olan Arş’taki yerinden iktibas edilmiştir.”9 Yoruma gerek olmayacak açıklıkta bir iddia.
Risalelerin Said Nursî’ye yazdırıldığı iddiasına örnek:
“Bu risalenin mukaddimesinin bu derece uzun olması istemeden olmuştur. Demek ihtiyaç var ki, öyle yazdırıldı.”10 Anlaşılacağı üzere, Said Nursî bu edilgen konumunu tevazu maskesine bürünerek Birinci Şua’da şöyle izah ediyor; “Benim gibi yarım ümmi bir adam… Risale-i Nur’a sahip değildir ve o eser, Onun hüneri olamaz, onunla iftihar edemez. Belki doğrudan doğruya Kur’an’ın manevi mucizesi olarak, rahmet-i İlâhiyye tarafından ihsan edilmiştir.”
Bunun tercümesi ise şudur: Peygamberimiz Kur’an’ın tercümanıdır, tebliğcisidir; Said Nursî de Risaleler’in tercümanıdır, tebliğcisidir. Hz. Peygamber ümmîdir; Said Nursî ise yarım ümmîdir. Nasıl ki, Kur’an Hz. Muhammed’in değil, Allah’ın kelâmıdır; O sadece tercümandır, mübelliğdir. Risaleler de Said Nursî’nin eseri değildir; O da Risaleleri’nin tercümanıdır, tebliğcisidir. Peygamberimizin görevi Kur’an’ı tebliğdir; Said Nursî’nin görevi de Risaleleri “tebliğ”dir.11
Ona bu risaleleri yazdıran Allah, aynı zamanda bu risalelerin tercümanlığı gibi ağır bir görevi de yerine getirebilmesi için, onu ta çocukluğundan beri buna göre yetiştirmiştir! Fikri, dikkati dağılmasın diye, ona ilim bile tahsil ettirilmemiş, Kuran ilmi rüyasında öğretilmiş, Kuran haricindeki bütün kitaplardan men edilmiştir! Hatta “Neredeyse ateş ona dokunmasa da yağı ışık verir” [Nur/35] ayetinin ebcedî tefsirinde; Said Nursî’nin de ateşsiz yandığı, tahsil için külfet ve ders meşakkatine muhtaç olmadan kendi kendine nurlandığı, âlim olduğu bile iddia edilmiştir. (Birinci Şua)
Said Nursî, Risalelerin kendi eseri olmadığını öylesine güçlü bir dil ile vurgulamaktadır ki; bu vurgu, eserin kendisine nispeti imkânsız kılmaktadır. Bu bağlamda Said Nursî’nin Risaleler ile bağı ancak tercümanlık ve tebliğ mesabesindedir. Nur Risaleleri, Said Nursî’nin eseri değildir! Onun ihtiyarıyla yazılmamış, bilâkis Cenab-ı Hakk’ın lisanıyla yazdırılmıştır! Semavîdir! Arşîdir!
Said Nursi Risalelerin tenkid edilmemesinin; “Mübarek Sözler şüphesiz Kitab-ı Mübinin nurlu lemeâtıdır. İçinde izaha muhtaç yerler eksik olmamakla beraber, küll halinde kusursuz ve noksansızdır” diyerek önünü kesmiş oluyor. (Yirmi yedinci Mektup)
Nursi’ye göre Risâil-i Nur bir mucizedir. Bunun gerçek olduğunun delili ise şudur: “Onda öyle parçalar vardır ki, kimisini altı saatte, kimisini iki saatte, kimisini bir saatte yazıp meydana getiremiyorum… Ve altı saatte yazılmış olan otuzuncu sözü, en yeterli dindar filozoflarla çalışsak altı günde yazamayız. Ve kimse de yazamaz.” (Sikke-i Tasdiki Gaybi, s:123)
Son söz olarak Nurcuların neden Risalelerden başka kitap okumadığı konusu ile meseleyi hitama erdirelim. Said Nursi Kastamonu Lahikasında konu ile ilgili şöyle der; “Risale-i Nur, İslami hakikatlere dair ihtiyaçlara kâfi geliyor; başka eserlere ihtiyaç bırakmıyor. Kesin ve çok tecrübelerle anlaşılmış ki: İmanı kurtarmanın ve kuvvetlendirmenin en kısa ve en kolayı, Risale-i Nur’dadır. Evet, on beş sene yerine on beş haftada, Risale-i Nur o yolu kestirir, tahkiki imana ulaştırır. Bu fakir kardeşinize yirmi seneye yakındır, Kuran ve Kuran’dan gelen Risâle-i Nur kâfi geliyor. Bir tek kitaba muhtaç olmadım, başka kitapları da yanımda bulundurmadım. Risale-i Nur, çok çeşitli gerçeklere dair olduğu halde; yazma aşamasında ve daha sonra da ben başka kitaplara muhtaç olmadım. Sizin hiç muhtaç olmamanız gerekir. Hem madem ben sizlere kanaat ettim ve ediyorum, başka (kitap)lara bakmıyorum ve meşgul olmuyorum. Siz dahi, Risale-i Nur’a kanaat etmeniz lâzımdır; belki bu zamanda elzemdir!..”
Yukarıdaki sözlerin bizzat Said Nursi tarafından söylenmiş olması korkunçtur. Eğer bu iddia bizzat kendi tarafından yapılmasa idi “şeyh uçmaz da müritleri uçurur” der geçerdik fakat durum hiçte öyle değil. Görüldüğü üzere Said Nursî fena uçmuş! Bu sözleri bir talebesi söylese, biraz daha anlaşılır olabilirdi. Lakin kendisinin söylemesi affedilir gibi değildir. Ezcümle dediği özetle şudur: “Benim kitaplarımdan başka kitap okumayın! Risaleler benim gibi bir devasa âlime yetiyorsa size haydi, haydi yeter!” Zira Risaleler onun değil, Allah’ın ona imla ettirdiği kitaplardır. Onlar, Kur’an’ın geldiği yerden/arştan gelmiş, inmiştir. Kur’an’da hata (yedi harf üzere okunması) vardır ama Risalelerde asla ve kat’a bir hata söz konusu değildir.
Risalelerin yazdırıldığı iddiasını Nursi’nin kendi söylemlerinden birkaç örneği tekrar hatırlatarak konuyu hitama erdirelim:
Birinci Şua’da; Benim gibi “yarım ümmi” ve kimsesiz bir adam, Risale-i Nur’a sahip değildir ve o eser, onun hüneri olamaz, onunla iftihar edemez. Belki doğrudan doğruya Kuran-ı Hakîmin bu zamanda bir nevi manevi mucizesi olarak, “rahmet-i İlâhiyye” tarafından ihsan edilmiştir. Her nasılsa birinci tercümanlık vazifesi, ona düşmüş…”
Said Nursi, hemen her eserinde bilginin kalbine ihtar edildiğini, ihtiyarı dışında kalbine gönderildiğini, hakikatlerin ihtar yolu ile kendisine bildirildiğini, hakkelyakîn filan hakikate muttalî olduğunu söyler. Böylece Risalelerin kendi eseri olmadığını ihsas ettirmeye çalışır. Bunu tevazudan dolayı değil tam aksine eserlerine kudsiyet kılıfı kazandırmak için yapar.
Risalelerin; hariçten hiçbir sebep olmaksızın ruhundan doğan bir ihtiyaca binaen, ânî ve defaten/ bir kerede verildiğini söyler. İhtiyarsız ve şuursuz olarak yazdıklarının; böyle bir kutsi neticeyi vermek için; kuvvetli bir İlâhi yardım ve ikram olduğuna inanmaktadır. (Mektubat)
Aynen bu ehemmiyetli hikmet içindir ki, bazı defa haberim olmadan, ihtiyarım ve rızam olmadığı halde, nice iman hakikatleri ve kuvvetli hüccetler, müteaddit risalelerde tekrar edilmiş. Ben çok hayret ediyordum: Neden bunlar bana unutturulmuş, tekrar yazdırılmıştır? (Sikke) Hatta bir kısım Risaleleri ihtiyarım haricinde yazdığım gibi, Risale-i Nur’un ehemmiyetini zikretmekte ihtiyarsız hükmündeyim. (Sekizinci Şua)
Konuyu Said Nursi’den bazı aforizmalar ile bağlayalım:
Mütebakisi şimdilik yazdırılmadı. Yani kalanı şimdilik yazdırılmadı. (Sikke-i Tasdiki Gaybi, s: 236)
Risale-i Nur dairesi içine girenlerin tehlikede olan imanlarını kurtaracak ve bu imanla kabre ve Cennete gireceklerdir. (Tarihçe-i Hayat, s: 444)
Risale-i Nurun dışında iman aramaya gerek yoktur. (Barla lahikası, s:588, Lem’alar, s: 63)
Risale-i Nur bereket sebebidir. (Sikke-i Tasdiki Gaybi, s: 40)
İmanı harika bürhanlarla/delillerle kurtaran, başta Risale-i Nur’dur. (Barla Lahikası, s: 580)
Risale-i Nur, belaları def eder. (Emirdağ Lahikası, s: 493)
Risale-i Nur Musa’ın asası gibidir. (Tarihçe-i hayat, s: 213)
Risale-i Nur’un bir harfine dokunmak büyük günahtır. (Barla Lahikası, s: 56)
Risalei Nur eksiksizdir. (Barla Lahikası, s: 54)
Risâil-i Nur’da yazılı olanlar Kur’an’ın malıdır, Allah’tandır. (Bediuzzaman Cevap Veriyor, s: 122)
Bu çalışmamda hissi ve nefsi davranarak birilerini rencide etmek, karalamak, tezyif ve ya tekfir etmeyi hedeflemedim. Aksine bir takım insanların gurup taassubundan kurtulmaları ve kendilerine örnek olarak Hz Muhammed’i alıp Kur’an’a sarılmalarını sağlamayı amaçladım. Rabbim bizleri Kur’an’ın ve Sünnetin yol göstermesinden ayırmasın. Ayaklarımızı dinimizde sabit kılsın ve canımızı muvahhid olarak alsın. Şüphesiz Allah en doğruyu söyleyendir.
Not: Risalelere yöneltilen tüm eleştiriler için Nurcuların bir cevabı ve savunusu vardır. Bu savunularının çatısını da şöyle oluştururlar: Risalelerdeki bir meseleyi açıklamak ve anlamak için kendi konteksini bilmek gerekir. Risalelerin kendine mahsus bir terminolojisi vardır. Risalelerde kavramlara yüklenen anlamlar ile tasavvuf ve bazı kelam ekollerdeki herhangi bir örnek tam olarak örtüşmeyebilir ya da tamamen zıt bir anlam olacağını söylemek mümkün değildir; benzeyen ve ayrılan yönleri olabilir. Risalelerdeki kavramlara yüklenen anlamlarda geleneğin içerisinde oluşmuş muhtevadan tamamen uzaklaştığı söylenemez.
1-Kaynaklı indeksli Risale-i Nur Külliyatı, Sikke-i Tasdik-i Gaybî, s. 2078
2- Bakın bunu nasıl söylüyor. Makamı cifresiyle ve baştaki ayetin işaretleri karinesiyle, Risalet ve Nübüvvet’in her asırda veraset naibleri, vekilleri bulunmak kaidesiyle, Bir Manayı remzi cihetinde vazifeyi irsiyetini yapan Risale-i Nur’u, efradı içine hususi bir iltifatla dâhil edip lisanı Kur’an olan Arabi olmayarak Türkçe olmasını Takdir ediyor” (Sikke-i Tasdik-i gaybi 110)
3- Şualar, Sözler Yayınevi, İst. 1993, s. 617. İfadeler sadeleştirilmiştir. “Aslı şöyledir: Cümlesinin sarih bir manası asr-ı saadette vahiy suretiyle Kitab-ı Mübin’in nüzulü olduğu gibi, mana-yı işarîsiyle de, her asırda o Kitab-ı Mübin’in mertebe-i arşiyesinden ve mu’cize-i maneviyesinden feyz ve ilham tarîkıyla onun gizli hakikatları ve hakikatlarının bürhanları iniyor, nüzul ediyor…”
4- Şualar, s. 709 İfadeler sadeleştirilmiştir. Aslı şöyledir: “Resail’in Nur denilen otuz üç aded Söz ve otuz üç aded Mektub ve otuz bir aded Lem’alar, bu zamanda, Kitab-ı Mübin’deki âyetlerin âyetleridir. Yani, hakaikının alâmetleridir ve hak ve hakikat olduğunun bürhanlarıdır. Ve o âyetlerdeki hakaik-i imaniyenin gayet kuvvetli hüccetleridir.”
5-Sözler, Risale-i Nurların bir bölümünü oluşturur.
6- Barla Lâhikası, s. 26 İfadeler sadeleştirilmiştir. Aslı şöyledir: “Mübarek Sözler şüphesiz Kitab-ı Mübin’in nurlu lem’atıdır. İçinde izaha muhtaç yerler eksik olmamakla beraber küll halinde kusursuz ve noksansızdır.”
7- 2/Bakara: 256 ve 3/ Al-i İmran: 103.
8- Said Nursî, Şualar, Sözler Yayınevi, İst. 1992 s.
9- Şualar s. 601 İfadeler sadeleştirilmiştir. Aslı şöyledir: “Resail-in Nur dahi ne şarkın malûmatından, ulûmundan ve ne de garbın felsefe ve fünunundan gelmiş bir mal ve onlardan iktibas edilmiş bir nur değildir. Belki semavî olan Kur’an’ın, şark ve garbın fevkindeki yüksek mertebe-i arşîsinden iktibas edilmiştir.”
10- Şualar, Yedinci Şua, (Âyetü’l- Kübrâ), Sözler Yayınevi, İstanbul 1992 s. 84
11- Barla Lâhikası, s: 21


