
“Hani Rabbin (ezelde) Âdemoğullarının sulplerinden zürriyetlerini almış, onları kendilerine karşı şahit tutarak, ‘Ben sizin Rabbiniz değil miyim?’ demişti. Onlar da, ‘Evet, şahit olduk (ki Rabbimizsin)’ demişlerdi. Böyle yapmamız kıyamet günü, ‘Biz bundan habersizdik’ dememeniz içindir. Yahut ‘Bizden önce babalarımız Allah’a ortak koşmuşlar. Biz onlardan sonra gelen bir nesiliz. Şimdi batılcıların işlediği yüzünden bizi helak mi edeceksin?’ dememeniz içindir. Hakka dönsünler diye işte âyetleri böylece ayrı ayrı açıklıyoruz.” (A’râf, 7/172-174) Hiç şüphesiz yüce Allah’ın rahmeti ve merhameti kainattaki her şeyi kuşatmıştır. Bizlere hayat kitabı olarak gönderdiği Kur’ân-ı Kerim, insanı çevreleyen her olaydan; geçmiş, gelecek ve içinde bulunulan andan haber veren ilahi bir kitaptır. Allah’ın rahmetinin yanı sıra, inkârda ve isyanda aşırıya giden uslanmaz kulları için de cezalandırıcı nitelikte ve çeşitli şekillerde helâk edici vasfı da vardır.
İlk nesillerle ilgili helâk uygulamasında Allah Teâlâ bu kavimleri topluca helâk etmişken, Hz. Musa’dan sonra gelen kavimlerden hiçbiri toplu olarak helâk edilmemiştir. Bunun yerine bu dönemdeki Müslümanlara Allah’ın yüklediği farklı bir görev gündeme gelmiş, buna göre helâkı hak etmiş azgın birey ve toplumların cezasını öncelikli olarak Müslümanların vermesi uygulaması başlamıştır. Bu dönemde “Allah, müminlere Allah’ın düşmanlarıyla savaşmalarını emretmiş” kendilerine emredilen cihad sayesinde inkârcıların cezaları böylece kullar eliyle verilmeye başlanmıştır. Tabii ki, günümüzde kâfirlerle yapılacak savaş, beşeri münasebetlerin kesilmesi ile bireysel olarak başlar, daha sonraları gerekli bürokrasi çalışmaları ve devlet başkanının yönetim ve gözetiminde cezalandırılma yoluna gidilir. İslam karşıtı, topluma zarar veren günahkârların; diğer insanlar tarafından cezalandırılması ise, Hz. Muhammed (s.a.s.)’in peygamber olarak gönderilmesiyle başlar ve kıyamete kadar devam eder. Bu dönemde, özellikle de Rasûlullah (s.a.s.) hayatta iken, helâkle ilgili önceki kavimlerde olmayan, Allah’ın daha farklı bir uygulaması olmuştur. Buna göre, Rasûlullah (s.a.s.)’ın içinde bulunduğu kavmin üzerine herhangi bir helâk türü gelmemiştir. Bu husus vahiy ile Kur’an metnine bir prensip olarak girmiştir:
“(Ey Peygamber!) Sen onların içinde iken Allah, onlara azap edecek değildir’’.(Enfal:8/33 )
Bu ayrıcalığın, Allah Teâlâ’nın son peygamberi Hz. Muhammed (s.a.s.)’e özel bir lütfu olduğu Enfalk süresinden anlaşılmaktadır. ‘’Eğer sizden, sabreden yüz kişi olursa, iki yüz kişiyi mağlup ederler. Eğer sizden, bin kişi olursa, iki bin kişiyi Allah’ın izniyle mağlup ederler. Allah sabredenlerle beraberdir” (Enfal: 8/65-66) Böylece, tarihi süreç içerisinde helâk uygulamasında helâkın şekil ve çeşit yönünden uygulanmasında bir farklılaşmanın ve bir değişimin söz konusu olduğu anlaşılmaktadır. Rasûlullah’ın insanlık tarihinin hayli eski dönemlerde yaşamış bazı kavim ve bireylerle ilgili verdiği bilgiler arasında, onların aşırı isyan ve inkârdaki ısrarcılıkları nedeniyle ilahi bir yok oluş olan helâk cezasıyla cezalandırılmış olmaları yer alır. Allah Teâlâ dünyayı yaratmadan önce dünyaya gelecek olan bütün insanların ruhlarını kendi varlığına tanık kılmış; kendisinin onların rabbi olduğunu yine onlara onaylatmış; bu gerçeği tasdik ettikleri yönünde onlardan söz almış ve böylece kendisi ile dünyaya gelecek bütün kulları arasında bir tür sözleşme akdetmiştir. Ayrıca bu sözleşmeye onların bizzat kendilerini veya bir kısmını diğerleri hakkında şahit tutmuş ya da bizzat kendisinin ve meleklerin bu sözleşmeye şahit olduklarını onlara bildirmiştir. Böylece insanların, “Bizim böyle bir sorumluluğumuz olduğunu bilmiyorduk” diyerek yahut inkârcılık veya putperestliği kendilerinin icat etmediğini, bunu atalarından miras aldıklarını, başka türlü bir bilgiye sahip olmadıkları için kendilerinin de bu inancı sürdürdüklerini, dolayısıyla bu hususta kendilerinin bir günahı ve sorumluluğu olmaması gerektiğini belirterek sorumluluktan kurtulmaları da önlenmiştir. Aynı zamanda bu ayetlerde belirtilen sözleşmenin mecâzi anlamda olduğu ve bu olay, dünya yaratılmadan önce değil, her insanın kendi bedeninin yaratılması sırasında gerçekleştiği; zürriyetlerin anne rahmine yerleşip organik oluşumunu tamamlaması sürecinde Allah Teâlâ’nın insanoğlunun doğasına ya da fıtratına kendisinin varlık ve birliğini tanıma, kavrama ve dolayısıyla kendisine inanma yeteneğini yerleştirdiği ifade edilmiştir. Buna göre Allah (c.c) her insanı, iman etmesi için yeterli zihnî ve psikolojik donanıma sahip kılmakta; iç ve dış âlemde kendi varlığına ve birliğine kılavuzluk edecek birçok kanıtlar yaratmaktadır. Biz insanlara düşen görev, Allah’ın Rab olduğu gerçeğini kavrayabilecek güçte yaratıldığımıza ve bu hususta bizlerden söz alındığına iman edip, verdiğimiz bu söze sadık kalmaktır.
“İman edip, sâlih ameller işleyen ve Rablerine gönülden bağlananlara gelince, işte onlar cennetliklerdir. Onlar orada ebedî kalacaklardır. Bu iki zümrenin durumu, kör ve sağır ile gören ve işiten kimseler gibidir. Bunların durumları hiç birbirlerine denk olur mu? Hâlâ düşünmez misiniz?” (Hûd, 11/23-24)
İnsanda en önemli konu iman meselesidir. İman kavram olarak inanılması gerekli esasların tümünün kalp ile tasdik ve dil ile ikrarından ibarettir. Küfrün zıddı olan iman, âlemlerin Rabbi olan Allah’ı tanımak ve O’na yönelmektir. Bizler, inandıktan sonra “nasıl olsa iman ettim öyleyse bundan sonra hiçbir şey yapmama gerek yok, bütün mesele hallolmuştur mu?” diyeceğiz; yoksa iman ve İslam dairesine girdik deyip yüce Rabbimizin emirlerini yerine getirmeye mi çalışacağız? Elbette iman etmek her şeyin başıdır. İnanmakla çok büyük bir mesafe kat etmiş oluruz. Ancak bunu yeterli görüp ayetin devamındaki sâlih amel işleyenler ve O’na gönülden bağlı olanlar kısmını dikkate almamak, ayeti bir bütün olarak ele almayıp yanlış anlamak olur. Çünkü iman sadece kuru bir sözden ibaret olmayıp amel yapmayı gerektirir. İman ağacının meyvesidir amellerimiz. “İnsanlar, ‘İnandık’ demekle imtihan edilmeden bırakılacaklarını mı zannederler. Andolsun, biz onlardan öncekileri de imtihan etmiştik. Allah doğru söyleyenleri de mutlaka bilir, yalancıları da mutlaka bilir.” (Ankebût, 29/2-3)O hâlde; Müslümanlar olarak, sâlih amellerle hayatımızı donatmalı ve böylece Rabbimize gerçek anlamda bir kul olmalıyız. Kamil iman sahibi olmak insanın dünya ve ahireti için hayrınadır.
“Ey insanlar! Peygamber size Rabbinizden hakkı (gerçeği) getirdi. O hâlde kendi iyiliğiniz için iman edin. Eğer inkâr ederseniz bilin ki, göklerdeki her şey, yerdeki her şey Allah’ındır. Allah hakkıyla bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Nisa, 4/170)
İnanma ve ibadet ihtiyacı, insanın havaya ve suya olan ihtiyacı kadar önem arz etmektedir. İnsanın tabiatı gereği iman ve ibadet konusunda yönlendirilmeye ihtiyaç duyması nedeniyle bütün Rasûller insanları Allah’tan başka ilah olmadığını kabul etmeye ve sadece Allah’a ibadet etmeye çağırmıştır. Bu çağrı, tarih boyunca peyderpey Rasûller gönderilerek gerçekleştirilmiştir. Son olarak da, Hz. Muhammed (s.a.s) gönderilmiş ve Allah’ın insanlığa olan din nimeti tamamlanmıştır. İslam dininin ortaya koymuş olduğu inanç sistemini kabul eden, Allah’a inanan ve güvenen her insan manevi açıdan büyük bir güç elde etmiş olur. Çünkü bizler bazı özelliklerimiz sebebiyle çok güçlü gibi gözüksek de, her zaman Allah’ın yardımına muhtacız. Muhtaç olduğumuz o yüce varlığa inanıp bağlanmak bizlere huzur verir ve hayatımızı güven içinde sürdürmemize vesile olur. Allah’a iman, bizleri yalnızlıktan, boşlukta kalmaktan kurtarır. Hepimiz günlük hayatımızda hastalık, fakirlik ve bir yakınımızın vefatı gibi çeşitli sorunlarla karşılaşabiliriz. Böyle durumlarda kalplerimizde bulunan Allah inancı ümitsizliğe kapılmamıza engel olur. Bu bağlamda herkese adaletle davranmak, kimseyi aldatmamak, komşusu açken tok olarak yatmamak, yalancılık ve dolandırıcılık yapmamak, kimseye iftira etmemek gibi dinimizin Allah’a imanla irtibatlandırdığı ahlaki davranışlarımıza çok dikkat etmeliyiz. Bu anlayışla hareket etmemiz hâlinde dinin rahmet ikliminde hep birlikte huzuru yakalamamız daha kolay olacaktır. Hakiki mutluluk ve huzur, yalnız sağlam bir imana sahip olmak ve salih ameller yapmakla elde edilebilir. Hayatlarını Allah’ın emirleri doğrultusunda geçirenler, hem ailelerine hem de içinde yaşadıkları topluma faydalı birer kişi olurlar ve böylece dünya ve ahiret mutluluğuna ulaşabilirler. iman gönül ferahlığı, imansızlık ise stres ve sıkıntıdır
“Allah, her kimi doğruya erdirmek isterse onun göğsünü İslam’a açar. Kimi de saptırmak isterse, onun da göğsünü göğe çıkıyormuşçasına daraltır, sıkar. Allah, inanmayanlara azap (ve sıkıntıyı) işte böyle verir.” (En’âm, 6/125)
İman, insanın Allah ile kendisi ve kâinat arasındaki ilişkiyi görebilmek ve Allah ile irtibat kurabilmektir. Mümin bir insan, etrafına baktığında gördüğü her şeyin ona Allah’ı hatırlatması gibi meydana gelen her olayın da Allah’ın bilgisi ve yaratması dışında olamayacağını bilir. Yaratılışımız itibariyle zayıf ve aciz olduğumuzdan hayatımızın her anında birtakım problemlerle karşılaşmamız kaçınılmazdır. İnanan insanlar olarak bu problemler karşısında Allah’tan yardım diler, O’na sığınır ve O’na güveniriz. Her şeyin ancak kendi izin ve iradesiyle meydana geldiğine inanırız. Şüphesiz, kudret sahibi yüce bir varlığa dayanmamız bizi güçlü ve huzurlu kılar. Bu gerçeğe işaret eden yüce rabbimiz kendisinin bize yardım etmesi durumunda hiçbir gücün bize galip gelemeyeceğini, bizi yardımsız bırakması durumunda ise kimsenin bize yardım edemeyeceğini ifade ettikten sonra inanan insanların kendisine tevekkül etmesinin gerektiğini bildirmektedir. Bu itibarla gündelik hayatında yüce Allah ile irtibatını koparıp, O’nu hatırına getirmeyenler, nefsi heva ve arzularının peşinden sürüklenip gidenler, gönül ferahlığı değil, sıkıntı, darlık ve stresli bir ruh hâline mahkûm olurlar.
Sonuç olarak diyebiliriz ki: iman etmiş olmak insan için kararlılık ve gönül huzuruna, inançsızlık ise gönül darlığı, stres ve sıkıntıya giden yoldur. Yüce Allah cümlemize, gönül huzuru, sahih bir iman nasip eylesin. Amin..
Selam ve dualarımla…
‘’İlmin Sahibi Yüce Allah’a Hamdolsun’’



