
“SİSTEM-İÇİ” DURUŞLAR/HATALI YÖNTEMLER VE TEMELSİZ “İSLAM BİRLİĞİ” ARAYIŞLARI
Birbirinin devamı iki dünya savaşı sonrası ortaya çıkan güç dengeleri üzerine, -Batı düşüncesi ekseninde- kurgulanan “iki kutuplu” dünya düzeninin geçerliliğini yitirdiği ve değişim ve dönüşümün/yeni denge arayışı sürecinin kritik aşamasına gelindiği bir dönemden geçmekteyiz. Söz konusu süreci, hangi tarihten başlatırsanız başlatın, geriye doğru okumalar yaptığımızda ne oranda doğru okumalar yapabildiğimiz/yapamadığımızın sağlamasını yapmamız mümkündür…
Daha önceki yorumlarımızda da belirttiğimiz üzere küresel ve bölgesel değişim sürecinin niteliğini, nereye doğru evrildiğini ve sürecin küresel ve bölgesel aktörlerini doğru tanımlamadan, isabetli reel-politik okumalar yapabilmemiz mümkün değildir. Dahası, “doğru tanımlamalar” yapılmasına rağmen, -kendilerinin “sistem dışı” duruşa sahip olduğunu zannedenler- hatalı yöntem tercihlerinin kaçınılmaz bir sonucu olarak, içinde yaşadıkları sisteme bir şekilde, entegre olmalarının ne anlama geldiğini, “sistem içi” pozisyonlarına paralel okumalar yapmaktan geri duramayacaklarını farkedebilirler. Verili sistemin kuruluş felsefesiyle temel kavramları ve değerleriyle asgari bir uyum içinde olmak zorunda olduklarının da bilincine varırlar. Bu “ideolojik gerçekliği”, hedef kitlelerine ifade etseler de/etmeseler de bu gerçeklik değişmez. Aynı zamanda “sistem içi” mücadele ile talip oldukları şeyin, içinde yaşadıkları sistemin çerçevesinin yanı sıra küresel sistemin temel yasalarıyla da güçlü bir şekilde sınırlandığını farkedeceklerdir. Hele hele küresel ve bölgesel yeni denge arayışı süreci dikkate alındığında kuralsızlığın/adaletsizliğin alenileştiğine de şahit olurlar…
“Güçlü”nün haklı görüldüğü küresel ve bölgesel “dengesizlik”/dengede belirli periyodlarla değişim ve dönüşüm süreçlerinin yaşanmasının tarihi bir gerçeklik olduğu da taraflarca bilinmektedir. Haliyle söz konusu küresel ve bölgesel değişim/yeni denge arayışı süreçlerinde, güç kaybetme sürecine giren ve yükselişe geçen aktörlerin duruşu ve nasıl bir evrilme sürecine girdikleri de doğru okunmalıdır. En önemlisi de bahse konu süreci değerlendirirken, öne çıkan aktörlerin önüne açılan alanları, imkan ve riskleriyle iyi analiz edebilmek, “önyargı”lardan uzak durmak gerekir. Ki böyle bir analiz yaparken bahse konu sürecin temel dinamikleriyle paralel olarak kimi aktörlerin, “tarihi ve stratejik derinlikleri”nin farkında olup olmadıkları da kritik/stratejik boyutlardan biridir. Bilhassa imparatorluk bakiyesi küresel ve bölgesel aktörler açısından bu gerçekliğin itici etkisi doğru okunmalı, yerli yerine oturtulmalıdır.
Küresel ve bölgesel yeni denge arayışı sürecinde gelinen aşamadan geriye doğru baktığımızda, hatalı tanımlamalar ve hatalı okumalarla malul bir çok uzman, yorumcu vb. sınıfta kalmanın ötesinde hedef kitlelerini de aldatmışlardır. “Ön yargı” ları ve kimi çıkarları gereği yaptıkları hatalı değerlendirmelerini, “algı yönetimi ve manipülasyon teknikleri” ile kitlelere kabul ettirmeyi -konjonktürel olarak- çıkış yolu görmüşlerdir. Ancak, tarihi ve stratejik öneme ve derinliğe sahip gelişmelerin ortaya çıkardığı gerçekler, -iletişimde küresel güçlerin belirleyiciliğinin kısmen azalmasının da etkisiyle -“algı” ile gerçekler arasındaki mesafeyi kapatma sürecini hızlandırdı. Ve konuyla ilgili en çarpıcı sonuçlar; ABD-İngiltere’nin (belirli maksatlarla) tetiklediği Rusya-Ukrayna savaşı, (7 Ekim) sonrası (Siyonist) İsrail ve ABD’nin durdurulamayan katliam ve soykırımlarına rağmen hedeflerine ulaşamamaları ve (8 Aralık) sonrası bölgede oluşan yeni güç dengesinin zorlayıcı etkileri olarak sahaya yansıdı. Yaşananların sonucunda, bölgede yeni bir güç dengesi arayışının,(Siyonist) İsrail tarafından provoke edilerek ertelenmesine rağmen Kahire’de imzalanan “Ateşkes ve Barış Anlaşması” ise adeta bir dönüm noktasına evrildi.
Her ne kadar bölgemizdeki yeni denge arayışının gelinen bu kritik aşamasında, küresel ve bölgesel güç odakları arasında ciddi çıkar çatışmaları ve farklı gelecek beklentileri olsa da, -yeni denge arayışı sürecinin ürettiği “zorlayıcı dinamikler”- “nevi şahsına münhasır” diyebileceğimiz böyle bir anlaşmayı ortaya çıkartmış bulunmaktadır. Muhakkak ki Kahire’de imzalanan bu anlaşma, -öncesinde neler yaşandığı ve sonrasında yaşanabileceklerle birlikte- doğru analiz edilmelidir…
Mısırda yapılan anlaşmanın, ifade edildiği gibi (Siyonist) İsrail ile Hamas/Filistin arasındaki bir anlaşma olmaktan çok Trump ABD’si ile “Yeni Türkiye” başta olmak üzere öne çıkan bölge ülkeleriyle, -yeni denge arayışı ekseninde- bir çıkış arayışı olduğu gerçekliğinin öncelikle teslim edilmesi gerekmektedir. Her ne kadar, bilhassa, “Ateşkes”in, süreç içerisinde kalıcılığının sağlanması, dolayısıyla Gazze’ye yardımların girişini engelleyen şartların ortadan kaldırılması hususları öne çıkarılmışsa da, anlaşmanın belirlenen aşamaları, asıl varılmak istenen sonucu ortaya koymaktadır… Gazze’deki imarın yeniden başlatılabilmesi ve devamında “iki devletli” çözümün hayata geçirilmesine giden yolda “İstikrar Gücü”nün nasıl oluşturulacağıyla ilgili müzakerenin kritik önemi de anlaşmanın niteliğini belirginleştirmektedir.
Bilindiği üzere küresel ve bölgesel yeni denge arayışı sürecinin kritik aşamasında daha belirgin hale gelen “zorlayıcı dinamikler”, hem küresel güç olarak ABD’yi hem de değişim ve dönüşüm şartlarının açtığı alanda “sistem içi” çıkış arayışında ciddi hamleler yapabilen “Yeni Türkiye”yi böyle bir mutabakatta öne çıkarmasını anlayabilmek gerekir. Zaten bir süredir denge/dengeci politikalarla jeo-politik ve jeo-stratejik önemini güçlendiren Türkiye, bölgedeki yeni denge arayışı sürecinin en kritik aşamasında, -güvenlik ve gelecek kaygılarını gidermek üzere katettiği mesafeye de yaslanarak- ABD ile ilişkilerinde “yeni dönem”in öneminin farkında adımlar atmaktadır. Trump ABD’sinin de, gelinen kritik aşamada, gerek bölgesel hesapları ve çıkarları ve gerekse de küresel denge arayışında Türkiye’ye olan ihtiyacı, ‘ABD-Türkiye ilişkilerinde yeni dönemin zeminini oluşturmuştur…
Türkiye’nin, “Terörsüz Türkiye” sürecini hedefine ulaştırabilmesi içinde öncelikle, “Terörsüz Suriye” sürecini, bölgedeki yeni güç dengeleri çerçevesinde devam ettirebilmesi de “olmazsa olmaz”larından olduğundan da şüphe yoktur. (8 Aralık) sonrasında bölge dengelerinin, Türkiye’yi öne çıkaracak bir sürece girmesi de Rusya ve İran’ın bölgede güç kaybetmesinden öte sonuçlara gebedir. Gelinen aşamada ABD ve AB ülkelerinin bölge hakimiyetlerinin belirgin bir şekilde zayıflaması ve bilhassa ABD’nin “İsrail’in güvenliği” konusunda yeni dengeler çerçevesinde bir çıkış arayışı da gözden kaçırılmamalıdır. Dolayısıyla ABD’nin, (geniş anlamıyla) bölgesel yeni denge arayışı sürecinde Türkiye’ye olan ihtiyacı kritik öneme sahiptir. Aynı zamanda “çok kutuplu” bir dünya dengesine doğru yol alınan bir süreçte, -Çin’i çevrelemeye çalışan ABD açısından- jeo politik ve jeo stratejik olarak Türkiye’ye ihtiyacı, bu süreçte belirleyici bir niteliğe sahip gözükmektedir. Türkiye de bu gerçekliğin farkında bir bölgesel güç olarak, jeo-politik ve jeo-stratejik önemini denge/dengeci bir politik zeminde/kritik bir çizgide tutmaya gayret etmektedir. Bu bağlamda “derin devleti”n Devlet Bahçeli’nin dilinden, “ABD ve İsrail şer koalisyonuna” karşı ‘Türkiye’nin Rusya ve Çin’le ittifak yapmasını’ gündeme taşıması bizce manidardır. Türkiye’nin denge/dengeci politikalara mecbur olduğu bilhassa kısa ve orta vadede, bu çıkış, doğru okunmalıdır. Zira Türkiye’nin denge/dengeci politikalarla kendi “güvenliği ve geleceği” ekseninde “sistem içi” çıkış arayışı ile paralel bir adımlardır bunlar.
“Terörsüz Türkiye” Süreci’nden “Terörsüz Suriye”ye…
Suriye’deki istikrar arayışı ve “devlet olma” sürecinin ilerleyişi, bölgedeki yeni denge arayışı süreci ve son zamanlarda yeni bir döneme giren ABD-Türkiye ilişkilerinin seyriyle doğrudan bağlantılıdır. Dolayısıyla “Terörsüz Suriye” süreci de “Terörsüz Türkiye” beklentilerinin yanı sıra ABD’nin bölgesel çıkarları ve gelecek beklentileriyle doğrudan ilişkili olması kaçınılmaz bir durumdur.
(Geniş anlamıyla) bölgedeki yeni denge arayışı sürecinin geldiği aşama itibarıyla, -hakimiyetleri ve dolayısıyla belirleyecilikleri giderek zayıflayan- ABD ve Avrupa ülkelerinin, bir süredir yaptırım uyguladıkları, operasyonlara maruz bıraktıkları “yeni Türkiye” gerçekliğiyle ilgili yeni değerlendirmeler yapmak zorunda kalmışlardır, konjonktür gereği… Küresel ve bölgesel yeni denge arayışı sürecindeki tüm yaşananlara rağmen, -hatalı reel politik okumalarla- “eski Türkiye” gerçekliği üzerinden değerlendirmeler yapanların “önyargılı”/“benim oğlum bina okur, döner döner yine okur” türünden yaklaşımları da devam etmektedir. ABD’nin, bölgedeki yeni denge arayışının kritik bir aşamasında Türkiye ile vardığı mutabakatların, ikili ilişkilerdeki “yeni dönem”in ne anlama geldiği hususunun, takip eden uzmanların bir kısmı tarafından dikkatli bir okumaya tabi tutulduğu da bilinmektedir. Keza, Teo-politik eksende psikopatça okumalar yapan (Siyonist) İsraillilerin yanında, -dikkatli, tutarlı okumalar yapanların değerlendirmeleri de dikkat çekicidir. Emekli general Hakohen’in stratejik okumaları gibi…
Gazze’deki “Ateşkes”e rağmen yeni bir savaşın kapıda olduğunu öne süre Hakohen, bölgesel yeni denge arayışı sürecinin işleyişiyle ilgili kritik tespitler yapmaktadır: “Gazze’de sağlanan ateşkese rağmen yeni bir savaşa doğru ilerliyoruz. Bu savaş, bölgesel ve Kudüs odaklı bir savaş olacaktır.”, “Karşımızda Türkiye var.”, “Bu, tehlikelerini fark etmemiz ve bilmemiz gereken varoluşsal bir savaştır.”… Ankara’nın “Ortadoğu”daki etkisini ve İsrail’in güvenlik hesaplarını ciddi bir şekilde değiştirdiğini de ifade eden Hakohen, -Türkiye’nin Suriye’deki etkinliğine vurgu yaparak- Türkiye sadece bölgesel bir güç değil, aynı zamanda bir oyun kurucu güç haline geldi.” tespitini de yapmaktadır…
Yani, nasıl ABD’ndeki bazı güç odaklarının desteğiyle İsrail Suriye’de bazı hesaplar peşindeyse, Türkiye de, güvenlik ve gelecek kaygıları bağlamındaki stratejik hamleleriyle Suriye’de daha da ötesi, bölgede etkisi giderek güçlenen bir devlet olma yolundadır. Bahse konu Türkiye’nin, -tarihi ve stratejik hassasiyetlerinin farkında olarak hareket etmesiyle de -(geniş anlamda) bölgede, “yumuşak gücü”nü, gerektiğinde “askeri gücü”nü kullanabildiğinde neler olabileceğini öngörebilmenin zor olmadığı görülmektedir. Kısa vadede değil ama orta vadede Türkiye’nin (geniş anlamıyla bölgede) böyle bir vizyona sahip olma potansiyelinin, malum zeminlerde gündeme gelmesi de kaçınılmazdır.
Bu bağlamda, gelinen aşamada, “Ateşkes ve Barış Anlaşması”nın, bölgedeki yeni denge arayışı sürecine etkisinin nasıl olacağı hususu, Suriye’deki stratejik sorunların çözümüyle de doğrudan bağlantılı olarak okunmak zorundadır…
Suriye’nin geleceği hususunda birbirleriyle çatışan jeo-politik ve jeo-stratejik beklentilere sahip iki ülke olan İsrail ile Türkiye’nin kabul edebilecekleri bir “çıkış yolu” arayışı devam etmektedir. Bilhassa ABD’ye, son dönemlerde, yapılan üst düzey ziyaretlerin Gazze/Filistin merkezli algılanmasına rağmen, aslında, Suriye’nin geleceği ve bölgesel yeni denge arayışının da arkaplanda olduğu diplomatik çabalardır. Bu çerçevede, Suriye Cumhurbaşkanı’nın ABD ziyareti de, özellikle (8 Aralık) sonrası bölgedeki yeni güç dengesi arayışı ile kritik bağlantısından kopuk olarak okunmamalıdır. Dolayısıyla söz konusu ziyareti değerlendirirken, bölgedeki yeni denge arayışı sürecinde gelinen aşamada imzalanan anlaşmalarının yansımalarıyla birlikte Ankara ve Tel-aviv’in beklentilerinin ne kadar gerçekçi olduğu da dikkate alınmak zorundadır.
Şüphesiz Suriye’nin inşası yolunda, -bölgedeki güç dengesinin ortaya çıkarttığı- yeni yönetimin aşması gereken sorunlar vardır. Ve bu sorunlardan en önemlisi de SGD/YPG’nin yeni sisteme entegre edilmesi sürecidir. Zira ABD’nin, bölgesel denge arayışı sürecinde önemsediği İsrail-Suriye, Türkiye-Suriye ve Türkiye-İsrail arasındaki güvenlik anlaşmalarının SDG’nin sisteme entegrasyonuyla doğrudan bağlantısı ortadadır…
Konuyla ilgili duruşları bilinen kimi yorumcular, ABD’nin Suriye yönetimine yönelik çeşitli baskılarıyla önemli tavizler koparabileceklerini iddia etmektedirler. Ama böyle bir değerlendirmeyi yaparken, Suriye’deki yeni sistemi inşa sürecinde, küresel bir güç olarak ABD’nin, -küresel ve bölgesel yeni denge arayışı sürecinde “gelinen aşamada”- etkisinin tek boyutlu okunmaması gerektiğini yeterince dikkate almamaktadırlar. (Geniş anlamıyla) bölgesel ve küresel yeni denge arayışı sürecinin zorlamalarıyla ABD-Türkiye arasındaki varılan mutabakatların ne anlama geldiğini ve gelinen aşamada Türkiye gerçekliğini yerli yerine oturtmakta sıkıntı yaşamaktadırlar… Ahmet Şara’nın, ABD ziyaretinin arka planında Suudi Arabistan’ın olduğu ile ilgili değerlendirmelerin yanı sıra Türkiye’nin de bu görüşmelerin çok yakınında olması bu bağlamda kritik öneme sahiptir. Keza, SDG’nin, (öne çıkan) patronu (Siyonist) İsrail’e yaslanarak bir çıkış arayışı sürecinde, ABD ile ilişkilerinin, yeni denge arayışı sürecinde tekrar şekillenmesi de söz konusudur. Dolayısıyla Ahmet Şara’nın ABD ziyaretinin arka planının tüm boyutlarıyla doğru okunması halinde isabetli yorumlar yapabilmek mümkün olacaktır…
Nitekim, Ahmet Şara’nin, ABD basınına konuşmasındaki ülkesinin, işgalci İsrail ile ilişkilerinin “normalleşmesini” öngören “Abraham anlaşmalarına katılmayacağı”nı ifade etmesi, yukarıda dikkat çekilen etkenlerin bir sonucu olarak okunabilir. Aynı zamanda Ahmet Şara’nın, ‘Suriye’nin DEAŞ(IŞİD) ile mücadele koalisyonuna katılacağını’ açıklaması da doğru anlamlandırılabilir. Ki Suriye’nin geleceği hususunda ABD-Türkiye arasında varılan bölgesel mutabakatların etkileri daha net bir şekilde görülebilsin. Keza, Ahmet Şara’nın ABD ziyaretinde, -daha önce gündeme gelen- Sezar yaptırımları’nın tamamen kaldırılması prosedürünün başlamış olmasının önemi de kayda alınabilir. Malum, Sezar Yaptırımları; Esad ve müttefiklerini mali olarak cezalandırılmaları amacıyla, o dönemin şartlarında gündeme gelmişti. Söz konusu yaptırımların kaldırılması, doğalgaz, petrol ve türevlerinin yerel üretimlerini arttıracak ve (dışarıdan) teknolojik desteğinin sağlanabilmesi yolunu da açacaktır…
Son planda, küresel ve bölgesel yeni denge arayışı sürecinde gelinen aşama ve dolayısıyla bölgesel yeni dengelerin oluşumunda Türkiye-ABD ilişkilerinin niteliği ve varılan mutabakatlar, reel-politik düzlemde doğru tanımlanmalı ve doğru okunmalıdır. Ki bölgede yaşanan kritik süreçler, doğru yorumlanabilsin, algılarla gerçekler arasındaki derin farklılıklar kaldırılabilsin!..
Artık, “İdeolojik duruş”ların netleştiği ilkeli ve tutarları reel-politik yorumlarla insanımızın karşısına çıkalım… Hiç vakit kaybetmeden, ilk planda, “sistem-içi” mücadele yönteminin ne anlama geldiğini sorgulayalım. İslami mücadele’de “Resullerin Yolu”nun ne anlama geldiğini de bir kez daha gündemimize alalım. Ki, İktibas/İktibas Çizgisi Dergisi’nde uzun süredir dikkatlerinize sunduğu, -Küfür ve Şirk düzenlerinde- (Sistem-içi mücadele) tercihlerinin, insanımızı, öncelikle sisteme entegre ettiğini sonrasında da hatalı tanımlar ve hatalı okumalarla sistem-içi taraflardan biri haline getirdiğini fark 03edelim!
“Düşünmez misiniz?! Akletmez misiniz?! İbret almaz mısınız?!



