GenelYazarlardanYazılar

Davetsiz İslam, İslam Değildir

Hangi türden olursa olsun tüm inanç ve fikir sahiplerinin, başkalarını da kendi inandığı değerlere çağırması dünyanın her yerinde görülen doğal bir durumdur. Gerçi çok fazla dünyaya açılmaya da gerek yok, ülkemiz hemen hemen her türden fikir ve inancın davetçisine ev sahipliği yapmış, yapmaya da devam eden bir ülkedir.

Komünizmden Yehova Şahitliği’ne, milliyetçilikten Kemalizm’e, demokrasiden laikliğe kadar uzanan geniş bir davet çalışması bu topraklarda hala sahnelenmektedir.

Yapılması gereken tek doğru davet Allah’a, yani O’nun dinine/düzenine davettir. En yakınlarımızdan başlayarak insanları Allah’a çağırmak aslında hem bizim hem de çevremizdekilerin ebedi kurtuluşu için çalışmak demektir.

Meselemiz İslam’a davet olunca bu davetin elbette Kur’an’a dayalı olması zorunludur. Zira İslam’ın ne olduğunun cevabı Kur’an ile verilmiş, İslam namına hiç bir şey Kur’an’ın dışında bırakılmamıştır.

Bu bağlamda Kur’an’a üç temel soru sorarak bunların cevabını ortaya koymamız yeterli olacaktır. Çünkü batıl davalara yapılan davetin yanı sıra İslam’a davet ettiklerini söyleyenler de epey bir yer tutmakta ve taraftar toplamaktadır. Bu nedenler sahih bir davetin özelliklerini ve önemini Kur’an merkezli bir bakışla tespit etmemiz gerekmektedir.

Her konuda olduğu gibi bu konuda da doğru cevapları insanı en doğruya götüren -Şüphe yok ki bu Kur’an, en doğru yola iletir ve salih amellerde bulunan mü’minlere, onlar için gerçekten büyük bir ecir-mükâfat olduğunu müjdeler. (17/İsra,9)- Kur’an’dan alarak konumuza genel bir tanımlama getirebiliriz.

Neden davet? Neye davet? Nasıl davet? Sırayla ele alalım:

Neden Davet

Tevhidi hakikatlerle tanışmış ve bunları kabul ederek iman etmiş bir mü’min, artık inandığı gibi yaşamanın mücadelesini verecektir. Bunun sonucu olarak üzerine yüklenen sorumluluk gereği çevresindekileri de bu gerçeklerle tanıştırma gayreti içinde olmalıdır. Çünkü inandığımız Allah, inandığımız kitap bizden bunu istemektedir. Örnek almamız gereken Peygamber de aynen böyle yapmış, bu kimlik ve kişiliği ile tanınmıştır. Bunun aksi mümkün değildir. Hiç şüphesiz bu durum bizim için de geçerlidir. Yani “Nasıl olsa ben iman edip kendimi kurtardım artık kendime bakarım, başkaları da kendi çabaları ile bu hakikatlere ulaşsın, onlardan bana ne!’’ demek İslam için söz konusu olamaz. Yani ‘’kendine Müslüman olmak’’ yok dinimizde. Bu açıdan davet etmemek demek, ihanet etmek demek olacaktır. Kendisine, sevdiklerine, dinine Rabbine ihanet!

Peki, neden davet etmeliyiz?

Çünkü: ‘’Kalk (ve) bundan böyle uyar! (74/Müddesir,2)’’ ayeti özelde Peygamberi genelde tüm inananları muhatap almaktadır. Her mü’min kendi imkânları ölçüsünde bu yüke omuz vermelidir.

Bunu yapmamak en önemli görevi terk etmek olacaktır. Rabbimiz Peygamberimizi hiçbir şeyden korkmadan bu görevi yerine getirmesi hususunda uyarıyor ve bu konuda ona ve onun şahsında tüm mü’münlere güvence vererek şöyle buyuruyor: Ey peygamber, Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer (bu görevini) yapmayacak olursan, O’nun elçiliğini tebliğ etmemiş olursun. Allah seni insanlardan koruyacaktır. Şüphesiz, Allah, kâfir olan bir topluluğu hidayete erdirmez.(5/Maide,67)

Şimdi peygamberimizden sonra kıyamete kadar olan süreçte kalkıp uyarması gereken bu işi bir görev bilip yerine getirmesi gereken kimlerdir? Elbette mü’minlerdir. Allah rızası doğrultusunda hareket eden aynı zamanda O’nun korumasındadır. Bu ilahi koruma altında yapılan davet eylemi hakkıyla yapıldığı takdirde dünyanın seyrini değiştirecek güçte bir eylemdir. Bu konuda Nuh (as) tufanını veya Resulullah (sav)’in bireyden devlete ulaşan mücadelesini düşünmek yeterli olacaktır.

Gel gelelim günümüz Batı dünyasının mevcut İslam coğrafyasından yükselen herhangi bir İslami daveti dikkate almasını ya da bu davetin kitlesel bir değişime sebep olmasını beklemek mümkün değildir. Çünkü bu coğrafyanın insanları davete muhtaç bir halde yaşayıp -daha doğrusu sürünüp- gitmektedir. Ayrıca içinde bulundukları hal sebebiyle İslam adına çok kötü bir şahitlik sergilemekteler. Nerede kaldı ki dünya insanlarını İslam’a davet etsinler…

İslam’da yeri olmayan, Allah’ın razı olmadığı yol ve yöntemlere başvurarak O’nu razı etmeye çalış- tıklarını zannedenler İslam daveti gibi tertemiz bir vazifeyi yürütme nimetine mazhar olamayacak kadar kirlenmiş durumdadır. Hele hele “İslam’ın en iyi yaşandığı ülke” unvanını almış olan (kimden aldıysa artık…) ülkemize bir bakın. Kimin İslam’a davet ettiği var? Ülkenin ‘’âlimleri’’ birbirine reddiye düzmekle meşgul. Fıkıh münazaraları yaparak karşı tarafın kalesine gol atmayı hüner bilen bu (z) âlimler ne kendi halklarını ne dünya halklarını İslam’a davet etme derdi taşıyorlar mı?

Siyasilerin hali ise apaçık ortada: ‘’Ekonomik kalkınma’’ ve ‘’milli çıkarlarımız’’ sakızını çiğneye çiğneye çürüten, bu takım elbiseli beylerin hangisinin İslam diye bir derdi var?

Halkın “en İslami parti” diye bildiği partilere bir bakın. Dünden bugüne hangisi insanları İslam’a davet etmişler? Söz gelimi bugün iş başında olan, olmasını da büyük oranda İslami görüntüsüne borçlu olan Ak Parti ne zaman sadece Allah’tan korkmanın hesabını yaparak, O’na sığınıp güvenerek İslam’a çağırabilmiş?

Bu yazdıklarıma ben de gülüyor onlardan böyle bir beklentimizin olmadığını söylemeye gerek bile duymuyorum. Çünkü bırakın İslam’a davet etmeyi, İslam dışı bir düzenin ‘meşru’ bir hüviyete kavuş- tuğu halkın da bu durumu benimseyip destek olduğu bir toplumdan böyle bir şey beklenilemez. Şu laik demokratik düzeni işletenlerin lütfedip inşa ettiği camilerden yükselen duaların, değil arş-ı alaya minarenin şerefesine bile yükselmesi mümkün mü diye düşünüyorum. Mümkün olsaydı bu durumda olur muyduk?

İçinde bulunduğumuz bu durum Allah’a davetin ne kadar mühim olduğunun kısa bir özetidir. Bu bağlamda (iman edip, şahit olmak noktasında) çok önemli bir ayeti hatırlayalım:

Allah’ın izni olmadan hiçbir kimsenin iman etmesi mümkün değildir.(10/Yunus,100)

Öyleyse Allah dilemiş ki biz iman etmişiz. Peki, bu iman edişin bize yüklediği vazife nedir diye düşünmeli değil miyiz? Böyle bir kaygısı, böyle bir sorgusu olanın cevabını yine Kur’an-ı Kerim şöyle veriyor:

Allah adına gerektiği gibi cihad (mücadele) edin. O, sizleri seçmiş ve din konusunda size bir güçlük yüklememiştir, atanız İbrahim’in dini (nde olduğu gibi). O (Allah) bundan daha önce de, bunda (Kur’an’da) da sizi ‘Müslümanlar’ olarak isimlendirdi; elçi sizin üzerinize şahit olsun, siz de insanlar üzerine şahitler olasınız diye. Artık dosdoğru namazı kılın, zekâtı verin ve Allah’a sarılın, sizin Mevla’nız O’dur. İşte, ne güzel Mevla ve ne güzel yardımcı.(22/Hac,78)

Evet, hepimiz biliyoruz hidayet Allah’tandır. O’nun hikmetli takdiri gereği (çabası ve samimiyeti oranında) insan hakikate ulaşıyor. Ve Allah her mü’minden kendi döneminin kendi çevresinin şahidi olmasını istiyor. Bu yüzden bu şahitliği yapmak ve insanları da bu hakikate davet etmek durumundayız. Kendimize ve onlara yapabileceğimiz en büyük iyilik de bu değil midir?

İman edenler için birinci dereceden sorumluluk ve farziyet taşıyan bu görevi yapmamak zamanla bize verilenin de bizden alınması demek olacaktır. Bu açıdan kalbimizi olması gerekenle doldurmalı onunla meşgul etmeliyiz. Çünkü bir kez hidayet limanına demir attık mı artık gerisi kolay deme lüksümüz yoktur. Hayatın sularına ‘’Bismillah’’ deyip açılmalı, bu yolda yorulmalıyız. Bu bakımdan Allah bize hem güzel bir dua öğretiyor hem de geriye dönme tehlikesine karşı uyanık olmamız için bizleri uyarıyor:

Rabbimiz, bizi hidayete erdirdikten sonra kalplerimizi kaydırma ve katından bize bir rahmet bağışla. Şüphesiz, bağışı en çok olan Sensin Sen. (3/ Âl-i İmrân,8)

Davet ile meşgul olmayan insan kısa sürede gevşeyip geriye doğru giderken, davet ile meşgul olmayan topluluklar da birbirlerine düşmeye kendi güç ve enerjilerini buralarda tüketmeye başlıyor. Dünyanın, çevremizdekilerin selameti ile birlikte kendi esenliğimiz de buna bağlıdır. Bu yüzden bizler bu daveti ‘’severek’’ yapanlar olduğumuz sürece doğru yoldayız demektir.

Neye Davet

Davetimiz sadece ve sadece Allah’a olmalıdır. Zira dünyanın ve içindekilerin sahibi Allah’tır. Allah’a davetin en özlü açılımı ise hayatımızı Allah’ın razı olduğu biçimde yaşamaya davettir diyebiliriz. Söz konusu bu yaşam biçiminin ilkeleri Kur’an ile belirlenmiş ve Peygamberimiz (sav) in örnekliğiyle de şekillenmiştir.

Evet, çağrımız Hakka ve hakikatedir. Peki, Hak nedir?

Gerçek (hak) Rabbinden (gelen) dir. Şu halde sakın kuşkuya kapılanlardan olma. (2/Bakara 147)

Bu yüzden hak davetin olmazsa olmaz vasfı Allah’tan gelene (vahye) davettir. Yine benzer bir ifade ile:

Sen insanları Rabbine çağır. Hiç kuşkusuz sen doğru yoldasın. (22/Hac,67)

Böyle buyuran Rabbimiz sadece kendisine çağırmamızı emretmekte ve böylelikle ortaya tertemiz arı duru sade ve anlaşılır bir davet çıkmaktadır.

Bu davet Allah’ın dini/düzeni dışındaki tüm düzenleri reddedip sadece O’nun düzenine yani dinine teslim olmaya davettir. Böylesi bir çağrı insan için tepeden tırnağa izzettir!

Konuyla ilgili daha çok ayet olmasına rağmen, maksadımızı ortaya koyduğundan bunlarla yetinip üçüncü sorumuza geçelim.

Nasıl Davet

Tüm peygamberlerin davetinde ortak noktalardan biri de cennet ile müjdeleyip cehennem ile korkutmaktır. En mazlumundan tutun da Firavun gibi zalimine kadar her tür muhatabı ilgilendiren bu gerçek, her davet eden için dikkate alınması gereken bir gerçektir. Çünkü hayatı sona eren her insan için bu iki akıbetten biri söz konusu olacaktır! Bu yüzden cennet ve cehennem dengeli bir biçimde idraklere sunulmalıdır.

Vahyin ilk muhatabı, örneğimiz ve önderimiz olan Peygamberimizin şahsında davetin nasıl yapılması gerektiği ilahi bir eğitimle belirlenmiş ve bu işe talip olanlara örnek kılınmıştır. Mesela üslup ve tavır olarak davetin nasıl yapılacağını

Rabbimiz şöylece bildiriyor; Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütle çağır. Onlarla en güzel şekilde mücadele et. Rabbin; yolundan sapanları en iyi bilendir. O, doğru yolda olanları da en iyi bilendir. (16/Nahl,125)

Bir başka ilahi ifade ile:

De ki: ‘İşte bu, benim yolumdur. Bir basiret üzere Allah’a davet ederim; ben ve bana uyanlar da. Ve Allah’ı tenzih ederim, ben müşriklerden değilim. (12/Yusuf,108)

İslam nasıl ki kendine özgü bir yaşam biçimi ise İslam’a davet de kendine özgü özelliklere sahiptir. Bu bakımdan hiç bir İslam dışı fikir veya düzenle uyuşmaya/uzlaşmaya müsait değildir. Kendisine sunulan tavizler sebebiyle ağız değiştirmediği gibi, baskılara göre de şekil değiştirmez. Bunları içinde barındıran davet mücadelesi İslami olma özelliğini yitirmiş demektir.

Hak Davetin bir özelliği de apaçık olmasıdır. Yani gizli kapaklı bir yanı, bir yönü olmamalıdır. Oysa günümüzde sinesinde güya İslam’ı gizleyip de, İslam dışı yolların yolcuları olanlar İslamlıklarını haykırmak için müsait zaman ve zemin beklemektedir. Daha çok beklemeleri gerekecek. Çünkü böyle bir yöntem İslami olmadığından Allah’ın yardımından da uzaktır. Yani o otobüs bu duraktan geçmeyecek beyler!

Bu sebepten İslam daveti, davet edilen değerlerin ve davet edenin kimliğinin gizlenmeden ortaya konulması gereken bir davettir. İnsanlar bizi de bizim davetimizi de daha baştan açık ve net olarak tanımalıdır. Başından sonuna kadar dürüst davranmak Müslüman olmanın şiarı, davetçisi olduğumuz dinin gereği değil midir? Sen emrolunduğun gibi dosdoğru ol. Beraberlerindeki tevbe edenler de (doğru olsunlar). Ve aşırı gitmeyin. Çünkü O, yaptıklarınızı hakkıyle görendir.(11/Hud,112) ayeti başka türlü davranmayı mümkün kılmamaktadır.

Bir başka önemli husus ise “ücret” meselesidir. Hakka davet karşılığında asla ücret istenemez, alınamaz. İslam adına yola çıkıp halktan para toplayan grupların halleri malum. Paranın tadını alan bu kimseler zaman içinde dinlerini bir yan sanayi haline getirerek Nal-i şeriften yanmaz kefene, İsm-i şeriften cevşene kadar birçok şeyi paraya çevirmişlerdir. Bu ve buna benzer gelirlerle yaşatılan ve anlatılan dinin insanları getirdiği nokta işte ortada!

Ücret istemek bir yana, İslam için yapacağımız tüm çalışmalar dahi elimizde ki imkânların el verdiği ölçüler içerisinde olmalıdır. Daha fazlasını yapabilmek adına davetin muhatabı olan halktan, ücret toplanması Peygamberlerin yapmadığı bir iştir. Söz gelimi elimizde ki imkânlarla bir mescit yapacaksak, imkânımız da ahşaptan yapmaya yetiyorsa varsın ahşap olsun. Kurşun kubbeli çifte minareli yapacağız diye orada burada elde makbuz dolaşmak kesinlikle doğru değildir. Böyle yapanlar Allah’ın kendilerinden istemediği şeyin peşine düşen kimselerdir.

Bizim her işimizde uymamız gereken standart “Allah razı mı?” standardıdır. Ama görüyorsunuz işte filan cemaat şöyle bir cami böyle bir medrese yaptırmış, bizim neyimiz eksik biz de yaptıralım diyenler diyar, diyar gezip para topluyor. Hangi sebeple olursa olsun halktan para toplayanlar halka gerçekleri söyle ( ye) mezler. Bu durumda halk, hem parayı veren hem kandırılan olmaktan kurtulamaz. Onlar da bu halden memnun olduğundan bu böyle sürüp gitmektedir…

Bizi ve imkânlarımızı bizden iyi bilen Rabbimiz bizden öncelikle ve özellikle dosdoğru olmamızı ve ilahi doğruları seslendirmemizi istiyor. Bir karşılık beklemeden, ama elimizde olanı da esirgemeden…

Bu konudaki tavrımızı belirlemeye yeterli gördüğümüz bir ayeti hatırlayarak devam edelim:

Ben bu davetime karşılık sizden hiçbir ücret istemiyorum; benim çabalarımın karşılığını verecek olan, âlemlerin Rabbidir. (26/Şuara,180)

Evet, omzumuzda dünyanın en onurlu yükü olan İslam’a, Allah’a davet yükü var. Bu yüzden O’na hamd ediyor ve bu yükü taşımamızda bizlere yardımcı olmasını diliyoruz. Şu içinde bulunduğumuz dünyada İnsanın, insanlığın buna ne de çok ihtiyacı var değil mi?

Bugün dünya insanlığının geldiği nokta ve yaşanan acılar gösteriyor ki; davetsiz bir İslam, aslında “İslamsız bir dünya” demektir. Çünkü davetsiz İslam, İslam değildir!

Bireyi de toplumu da canlı ve diri tutan, bilincini açık tutan, Allah’ın yardımını ve rahmetini çeken biricik ameldir davet!

Bu bakımdan her mü’min, dininin davetçisi olmak durumundadır. Elimizden ne geliyor gücümüz ne kadarına yetiyorsa bu yolda sarf edebilmek inşallah kurtulanlardan olmamızı sağlayacaktır. Velev ki kimse bizi dinlemesin kimse ciddiye almasın… Akıbetimizi bu çalışmalarda elde ettiğimiz sonuçlar değil, bu süreci nasıl tamamladığımız belirleyecektir.

Olur ya en olumsuz tavırlarla karşılaşabilir en hayırsız toplumlar içinde de kalabiliriz. Yaşadıklarımız bize ümit kırıcı gelişmeler gibi görünebilir. Bu durumda dahi davet mükellefiyeti devam edecek ve sadece hakkın şahitliğini yapanlar kurtulanlardan olmayı umabilecektir. Rabbimizin vaadi budur ve

O’nun vaadi haktır! Onlardan bir topluluk: ‘Allah’ın kendilerini helak edeceği veya şiddetli azaba uğratacağı bir kavme ne diye öğüt veriyorsunuz?’ dediğinde, (öğüt verenler) ‘Rabbinize karşı bir özür için ve bir ihtimal sakınabilirler, diye’ dediler. (7/Araf 164)

Elimizden geldiğince Allah’a davetten bahsetmeye çalıştığımız bu yazıyı yine Allah’ın bize öğrettiği bir dua ile bitirelim.

“Rabbimiz! İndirdiklerine iman ettik, elçiye de tabi olduk. Bu nedenle bizi (hakikate) şahit olanlarla birlikte yaz! (3/Al-i İran,53)

Selam ve Dua ile…

Daha Fazla

İlgili Makaleler

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir