Yazılar

Din Sadece Özel Hayat İle Sınrlı Bir Meselemidir?

Cevabımızın hayır olduğunu belirterek ne demek istediğimizi siz değerli kardeşlerim ile kısaca paylaşmak istiyorum.

Öncelikle din nedir sorusunun cevabını vererek işe başlayalım: Din: Hayat tarzı, hayatın nasıl yönlendirilmesi gerektiği konusunda benimsenen düşünce, inanç, ilke ve değerler bütünü. “Allah elçisini hidayet ve hak din ile gönderdi ki O hak din bütün dinlere üstün olsun. Şahit olarak Allah yeter” (48/28 M.E. B Dini terimler sözlüğü) Allah bütün elçilerini insan nüfusunun yoğun olarak yaşadığı şehir merkezlerine göndermiştir. O’nun bu konudaki sünnetinde herhangi bir değişme olmamıştır. Vahyi  ıssız dağ ve şehir merkezlerinden uzak  dağ ve mağaralarda alan elçiler hemen şehir merkezlerine dönüvermişler ve bir daha da kendilerini ne dağlara ne de mağaralara hapsetmemişlerdir. Bundaki hikmet yine Allah bilir ama şehir merkezlerinde sosyal bir hayat, insanlar arasında bir ilişki var ama bu Allah’ın emredip yaşanılmasını istediği hayat ve ilişki değildir. Yeryüzünde bir takım işler yanlış gitmekte tamda bu noktada Allah’ın insanlar içerisinden seçmiş olduğu elçiler ile zamana ve mekâna müdahalesi gündeme gelmektedir. Mesele insan oğlu kendi belirlemiş olduğu ve kurallarını kendisinin koyduğu bir hayatımı yaşayacak yoksa kendisini yoktan var edip isteye bileceği ve yaşaması için her şeyi ona veren Allah’ın istediği ve yaşanılmasını emrettiği bir hayatımı yaşayacak. İşte tevhit ile şirkin mücadelesi bu andan itibaren başlamaktadır. İnsanlar arasındaki daha doğrusu iman ehli ile küfür taraftarları arasında ki mücadele din günlük, yaşanılan sosyal hayata müdahale edecek mi yoksa dar bir alanda özellikle fevri ve kişisel olarak mı varlığına devam edecek?

En son  örnek olması bakımından bütün insanlığın kurtuluşuna vesile olacak prensipleri bünyesinde barındıran Kuran’ı kerim  ve onun yaşayan hali ve hayata pratize edicisi olan son elçisi salat ve selam üzerine olsun Hz. Muhammed Mustafa üzerinden örnekler vererek konumuzu biraz daha açalım inşallah. Miladi 571 yılında dünyaya teşrif eden ve o dönemde kendisi gibi dünyaya gelen bütün çocukların yaşadıklarını yaşayan Mekke çöllerinde koyun ve keçi otlatarak ailesine maddi katkıda bulunan nihayetinde yaşı yirmi beşlere dayanınca ticaretin içerisinde kendisini bulan nihayet evlenen ve hal ve hareketleri ile islam’dan uzak cahiliye  toplumu tarafından  “Muhammed ’ül  Emin (kendisine güvenilen Muhammed)” unvanını alan son günlerde sık duymaya başladığımız bir tabir ile “Pasif iyi olan” Abdullah ın oğlu Muhammed  M. 610 yılında kırk yaşında iken vahye muhatap olur. Artık o sıradan bir insan değil taşıdığı görev gereği her şeyin maliki ve sahibi Allah’ın görevli elçisidir. Artık o kendisine vah yedileni yapmak ile görevli  “aktif bir iyidir” O’nun bu konuma yükselmesi ile birlikte yaşadığı toplum ile sıkıntı ve problemleri başlamıştır. Hakka ve hakikate karşı olan Allah ve inananların düşmanları olan müşrikler daha önce yapar buldukları atalarının izlerinden yürüyerek peygamberleri hiç ciddiye almamışlardır. Daha önce akıl danıştıkları insanlar elçi seçilince onları deli. Mecnun, şair ve hasta görerek onları ciddiye almamışlardır ve bunu da hegemonyaları altına alıp sürekli sömürdükleri insanlara telkin etmişlerdir. Fakat elçiden duydukları sözler ne bir mecnun ne bir  şair nede bir delinin veya hasta ruhlu insanların sözlerine kesinlikle benzemiyordu. Çünkü bunu en iyi kendileri biliyorlardı. Bu metotla başarılı olamayan müşrikler Allah’ın elçisine o zamanlar  kendisini destekleyen dedesi Abdülmuttalib’le onun davasından vazgeçmesi karşılığında her insanın  beğenip kabul edeceği ve hoşuna da giden idarecilik, başkanlık, şan, şöhret, para ve kadın gibi teklifler ile onun davasından vaz geçmesi için çaba sarf ettiler. Ama ne mümkün onun davası bu tür tekliflere feda edilecek kadar basit ve anlamsız değil idi. Çünkü onu alemlerin rabbi olan Allah görevlendirmiş. Belki kendi haline bıraksa her insan gibi oda onlara azda olsa meyledebilirdi. Çünkü Allah’ın elçilerinin vahiy almaları dışında diğer insanlardan herhangi bir farkları yok idi.

Evet, Allah’ın elçisi kendisine indirilen vahiyler ile bireysel anlamda her ferdin kendi çapın da dindarlaşmasını veya mütedeyyin bir insan olarak çevresindekileri etkilemeden olup bitenlere seyirci olan namazı ve orucu ve diğer ibadetleri onu toplumda yanlış giden bir şeylere karşı kıyama kaldırmayan bir Müslüman tipi meydana getirse idi ne diye müşrikler ile sorun yaşayacak dı? O dini sadece Allah ile kulları arasında özel bir mesele ve vicdanlara hapseden bir anlayış olarak benimsetip anlatsa idi hiçbir sorun yaşanmayacak idi. Bu gün Müslüman aleminde bireysel dindarlaşmaya evet ama dinin hayatı belirlemesine yani dinin yaşantıya dönüşmesine gösterilen müsamaha gibi güzel ce geçinip giderlerdi.

Fakat böyle olmadı onunla gönderilen kurallar hayatın hiçbir noktasını ve zamanın hiçbir dilimini Allah’tan bağımsız ve habersiz yaşamaya izin vermiyordu. Her şey Allah adına ve Allah’ın dediği şekilde olacaktı. Din kesinlikle bir vicdan meselesi ve sadece özel hayatı kapsayacak kadar basite indirilemezdi. Yeni tebliğci onlardan öncelikle yapmaları gerekenin her şeyin  bir rab ve ilah olarak kabul edildiği ortam ve görüşlerini terk ederek bir ve benzeri olmayan bitek ilaha Allah’a kul olmalarını istemek olmuştur: “İlahınız bir tek ilahtır merhamet eden, merhametli olandan başka ilah yoktur.” (Bakara-163)Allah’ı bir tek ilah olarak kabul edip saflarını değiştiren ve müminlerden olan inanmış kadın ve erkekten hemen peşinden ilah olarak kabul ettikleri gücün ve otoritenin kendileri için yaşanılmasını ve hayata geçirilmesini istediği yaşam biçimi için mücadele ve gayret göstermeleri gerektiğini aksi halde yaptıkları bir takım ibadetlerinin kendilerini dünya ve ahirette kurtarmayacağını belirtti. Öncelikle inancınızın gereği olan bir hayat sistemini kurunuz: “Fitne kalmayıp yer yüzünde din (sistem, hayat nizamı) yalnız Allah’ın oluncaya kadar inkar edenler ile savaşın. Eğer vazgeçerler ise bilsinler ki  Allah onların işlediklerini şüphesiz görür”  Enfal-39)

Bu ve buna benzer ayetler İslam’ın sosyal ve siyasi boyutunun olduğunu zaten ispatlamaktadır. İslam’ın düşmanları Müslümanları  sosyal ve siyasi hayattan mahrum bırakarak sürüler haline getirdikleri toplumları istedikleri şekilde ya yönetiyorlar yada şeklen Müslümanlara benzeyen ancak fikri anlamda onlardan olmayan kuklalar ile idare ediyorlar. Oysa İslam’ın kendine has bir siyaset anlayışı vardır hiçbir iman eden de bu siyasetten uzak kalamaz kalmamalıdır. Peki ne oldu da Müslümanlar hayatın dışına atıldılar? Bunun cevabı Allah’ın kendileri için yaşanılsın diye gönderdiği kitabı hayatlarının dışına attılar dolayısıyla kendiler ide otomatikman hayatın dışına atıldılar. Çünkü Kur’an bu hayatın yani dünyalıların kitabı idi. Bu kitabın mensupları onu ölülere okunan bir ölü kitabı haline getirdiler. Zira o kitap  onların yapacağı ticaretlerine bir kural getiriyordu : “Ey inananlar! Mallarınızı aranız da haksızlıkla değil, karşılıklı rıza ile yapılan ticaretle yiyin, haram ile nefsinizi mahvetmeyin. Allah şüphesiz ki size merhamet eder.” (Nisa-29) Bu açık hükme rağmen Müslümanlar ticaret sistemlerini faizci ve kapitalist bir sistem üzerine oturtarak yaşamlarını sürdürmeye başladılar ondan sonrada İslam ve Müslüman olarak kalabileceklerini zannettiler. Oysa zan Allah katında gerçekten hiçbir şey ifade etmez.

Yine Allah katil için, hırsız için bir takım müeyyideler koymuştur bunları göz ardı ederek toplumda huzur ve güven aramak beyhudedir. Bu müeyyidelerin uygulanması inananlar üzerine bir farzdır. Maide suresi 43-44ve 45. Ayetlere bakılır ise ne demek istediğimiz sanırım daha net anlaşılır.

Peki ne oldu da din sosyal hayatın dışına atıldı? Bunda bozulmuş olan ve kutsalları tahrif edilen Hristiyanlık ve Yahudiliğin büyük etkisi olmuştur. Onlar uyguladıkları zülüm ve baskı ile insanları kutsallardan nefret ettirmişlerdir. Kilise dinine ve din adamlarına karşı önü alınamaz bir nefret başlatılmış çünkü bu müesseseler dini metinleri kendi anlayışlarına göre halka zorla benimsetmeye çalışıyorlardı. İşte bundan sonra din hayatın dışına atıldı. Bu gün yeryüzünde varlıklarını devam ettiren bütün İslam dışı rejim ve sistemlerin çıkış noktaları bu anlayışa kadar gitmektedir. Gerek kapitalizm, gerek kominizim gerekse laisizm ve demokrasi vb. sistem ve yönetim biçimleri dini hayatın dışına atarak seküler  bir yapı oluşturmuşlardır.

Bizlere düşen dini özel hayata hapsetmek yerine hayatımızın bütün noktalarına hükmeden onu yönetip yönlendiren bir sistem olarak kabul edip yaşamaktan geçmektedir. Zira hesabımızın basit olması bu ideali gerçekleştirip yaşamamıza bağlıdır. Başka bir yazıda buluşmak ümidiyle Allah’a emanet olunuz.

Daha Fazla

İlgili Makaleler

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir