GenelYazarlardanYazılar

İmanın Duygulara Yansıması

İman ve Küfür insanoğlunun ortaya çıkışından beri insanların gündeminde sürekli yer tutan  bir konu olmuş ve olmaya da devam edecek gibi görünüyor. Merhameti bol olan Allah insanı bu konuda da başı boş bırakmamış sürekli gönderdiği elçileri eliyle neye nasıl iman edecekler bunu hayata nasıl yansıtacaklar teferruatıyla açıklamış, imanın faziletini küfrün ise korkunç akıbetini haber vermiştir.

Bu yazımızda itikadi konuların felsefi tartışmasına dalıp detaylarını irdeleyecek değiliz, bu ‘Müslümanların sorunlu tarihinde’ kelamcılar tarafından gereğinden fazla yapılmış, gereksiz birçok şeyle insanların akılları bulandırılmıştır.  Biz “iman duygularda hayata nasıl yansı(tıl)malıdır?” sorusunun cevabını aramaya çalışacağız.

İnsan duyduğu, bildiği ve benimsediği şeyin etkilediği duygularla hareket ettiğinde o şeye iman etmiş halde bulur kendini.

İman; kalp ile tasdik, dil ile ikrardır. İmanın olduğu yerde şüphenin barınması söz konusu olamaz. İman sağlam ve net delillere dayanmalıdır. Dolaysıyla zanla itikat olmaz.

Duygu; kişinin benliğinde olan içten veya dıştan gelen tesirlerle dışa yansıyan ruh halidir.

Güven; iman edilecek  şey ile ilgili, aklı ikna edecek, itminana erdirecek yeterli bilginin elde olması sonucunda gerçekleşen eminliktir. İmanda eminliği sağlayan ise bilgidir (ateşe elinizi soktuğunuzda ne olacağını bilmektir eminlik) İman edilen şeyden emin iseniz güvendesinizdir. Güvendiğiniz şeyden güç alarak yapılması gerekenler konusunda tereddüt duymadan yaparsınız. Çünkü iman bilgidir bilgi ise güçtür. Güç iradenin kararlılıkla ortaya konmasıdır…

Hayat doğumla ölüm arasında yaşanılan süre, içinde yaşanılan şartlar, yaşayış şekli ve tarzıdır. İçinde yaşadığımız yaşam şeklini neye ve kime göre yaşıyoruz? Neye ve kime göre yaşıyorsak hayatımızı o belirliyor demektir. Hayat dediğimiz şey bir tercihte bulunmaktır; insanlarla ilişkimiz, eğitimimiz, hukukumuz, siyasetimiz, kamusal alanımız… dır. Bütün bunları hangi normlara göre belirliyor ve yaşıyor/yaşatılıyoruz? Bu sorulara her yaşam şeklinin (dünya görüşünün) vereceği cevap bellidir!. Biz bu soruyu bir Müslüman olarak önce kendimize sormuş olalım; iktisadımızda,  siyasetimizde, eğitimimizde ve insanlarla ilişkilerimizde … hangi normları esas alıyoruz?  Soru hem zor hem kolay.

Zor, şayet inandığımız değerlerle yaşantımız aynı paralellikte seyretmiyorsa bu iğretilikten dolayı ruh halimiz dengesini bulamayacak, bizi hakkın şahidi olarak görenleri/görmek isteyenleri hayal kırıklığına uğratacağız. Halimiz şu kıssaya benzeyecek.

Bir gün kiliseye bir kuş girmiş, kuş İsa heykelinin başına pislemiş, Papaz kuşa ‘sana Müslüman desem kilisede işin ne, yok eğer Hıristiyansın bunu niye yaptın’ demiş.

Kolay, şayet her hal ve şartta Müslüman ne yapacağını yani ‘hal ilmini’ (İlmihali) biliyorsa. Bugün itibariyle bu bilmeme mazereti geçerliliğini yitirmiş durumdadır. Bence sorun bilgisizlik değildir. Bu çağda bilgiye ulaşma yolları o kadar yaygın ki, bunun aksini kimse söyleyemez ama şunu söyleyebiliriz ‘bir o kadar da ‘bilgi kirliliği‘ var.’ Evet doğru, fakat bunu ayıklamak için gayret edenler eninde sonunda doğru bilgiye ulaşacaktır yeter ki samimiyetle uğraşılıp, istenilsin. Bizi biz yapan değerler duygularımızdır: Sevgi, hüzün, güven, korku, öfke, heyecan, haya/ar… Bunları yaşarken bizden sadır olan dışa yansıyan hal dilimizdir. İman hayata bunlarla yansır. Duygular bastırılmadığı zaman insanın gerçek kişiliğini/şahsiyetini ele veren göstergeleridir. Bastırılmadan kastımız; normal yaşantımızda bastırdığımız duygular ani reflekslerle ortaya çıkar. Hatta o kadar ortaya çıkar ki yüz hatlarımıza yansır dışarıdan bakan normalin dışında bir şey olduğunu hemen anlar. Bu Bağlamda hadis ravilerinin anlattığı bir çok rivayette bazı olan olaylar karşısında Allah elçisinin (utançtan, sevinçten, öfkeden…) yüzü kızardı, kaşlarını çatardı gibi ifadelere rastlamaktayız. Yüze yansıyan bu durum ortaya konulan şeye karşı duyulan tepkinin veya kabulün ifadesidir.

Ebu Said el-Hudri (ra)dan “Allah elçisi duvağına bürünmüş gelinlik kızdan daha utangaçtı. Onun bir şey karşısında hoşnutsuzluğu yüzünden hemen anlaşılırdı.” (Tirmizi)

Normal yaşarken olağanüstü hallerde insanın ani reflekslerle ortaya koyduğu tepki ve tavırlar kişinin aslında onun gerçek kimliğidir. Örneğin: açık saçıklığı savunan, plajda bikiniyle dolaşan, dekolte giyinen, bunun normal olduğunu/olması gerektiğini söyleyen birine otobüste caddede vs yanına yaklaşıp kulağına ‘hanımefendi/beyefendi pantolonunuz patlamış/yırtılmış’ deseniz! hemen eline geçirdiği şeyle yapacağı ilk iş arkasını korumaya alarak bir şeylerle kapatmaya çalışacağından emin olabilirsiniz. Bu kapatma hareketi tamamen fıtri bir davranıştır. Bastırılmış haya duygusunun açığa çıkmasından başka bir şey değildir.

Gerçek duygular, insanlarda gerek sahip oldukları iman bakımından gerekse bu imanlarını hayata yansıtmaları açısından sevinç, öfke, kaybetme, kıskançlık,  güç/iktidar…  Hallerinde ortaya çıkar.  (Araf 22)

Allah elçisine atfedilen bir hadiste şöyle denmekte. “Sizden biri bir münker görürse onu eliyle değiştirsin; buna gücü yetmezse diliyle değiştirsin; buna da gücü yetmezse kalbiyle ona buğzetsin. Bu ise imanın en zayıf derecesidir.” (Müslim, İman,78, Tirmizi Fiten,11. Nesai İman,17. İbn Mace Fiten,20)

Hadisten de anlaşılacağı üzere ‘imanın en zayıf olanı kalben buğzetmekdir. Kalben buğuuz münker karşısında nasıl olur?;  İçimizde barınan duyguların depreşmesiyle dışarıya yansıyan aynası/ekranı yüzümüzdür. Öyle değil mi? Eğer münker karşısında yüz hatlarımız değişmiyorsa, rahatsızlığımızı ekranımıza yansıtmıyorsak en zayıf derecede bile iman yok demek değil midir? İsterseniz kendimizi test edelim; birinin  namusumuza dil uzattığında yüz hatlarımızın şeklinin ne hale gelebileceğini hepimiz tahmin edebiliyoruzdur. İşte münkere buğzun göstergesi böyle olursa kalp faaliyette demektir. Aksi taktirde “Kalpleri katılaşanlar tepki vermezler” der  Kitap. “Bundan sonra kalpleriniz yine katılaştı; taş gibi, hatta daha katı. Çünkü taşlardan öyleleri vardır ki, onlardan ırmaklar fışkırır, öyleleri vardır ki yarılır, ondan sular çıkar, öyleleri vardır ki Allah korkusuyla yuvarlanır. Allah yaptıklarınızdan habersiz (gafil) değildir.” (Bakara74) Taşlar bile tepkisiz kalmaz iken insan nasıl olur da duyarsızlaşır! Hâlbuki insan mekanik varlık değildir. Kur’an bu konuda da bizleri sorumluluğa çağırır. “Sizden hayra çağıran, marufu emreden, münkerden vazgeçirmeye çalışan bir topluluk bulunsun. İşte onlar kurtuluşa erenlerdir” (Al-i İmran 104)

Kurtuluşa ermenin formülü bu ayette verilmekte, buna uyanlar rahatlayacak sükûnet bulacaktır. Çünkü imanlı insan huzurlu insandır. Onun imanı, emin olduğu varlığın huzurunda eninde sonunda dünyada yaptıklarını ve yapmadıklarının hesabını vereceğinden emin olduğu için, Allah’a ve sorumlu olduğu eşyaya karşı görevlerini en iyi şekilde yerine getirmeye çalışır, duygularına hakim olur..  Her işinde ve sözünde daima ölçülüdür. Tüm aşırılıklardan uzak durur. Toplumuna, ailesine ve hatta hayvanlara karşı şefkat ve merhametlidir. Kimsenin hakkını gasp etmez, malına, ırzına göz dikmez. Komşuları tarafından emin ve güvenilirdir. İşçisi işverene, işvereni işçisine haksızlık yapmaz. Zorluklar karşısında sendelemez, ümitsizliğe ve ye’se düşmez…

Allah’ sığınarak olumsuzluklar karşısında bile huzurlu olur. Çünkü, o imanı sayesinde bütün işleri Allah ne der merkezlidir.

Allah’ı her şeyden çok sever.

İnsanlar içinde, Allah’tan başkasını ‘eş ve ortak’ tutanlar vardır ki, onlar (bunları), Allah’ı sever gibi severler. İman edenlerin ise Allah’a olan sevgileri daha güçlüdür. O zulmedenler, azaba uğrayacakları zaman, muhakkak bütün kuvvetin tümüyle Allah’ın olduğunu ve Allah’ın vereceği azabın gerçekten şiddetli olduğunu bir bilselerdi.!” (Bakara 165)
Seven sevdiğine karşı fedakârdır, sevdiğinin hoşnutluğunu kazanabilmek için vesileler arar, ona karşı saygılıdır. (Al-i İmran 199. Maide 35.) Kişi sevdiğinin güvenini zaafa uğratmak istemez. Bunun için gücü nispetinde tedbiri alıp tevekkülü Allah’a havale etme zorunluluğu vardır. (Tevekkül; her türlü tedbiri alıp gerekli bütün çabayı gösterdikten sonra işi Allah’ın takdirine bırakmaktır.) (Talak 3. İbrahim 11. Mümtehine 4.) Bu sevgidir Müminleri kardeş kılan, (Enfal 63) bağışlanmalarına vesile olan (Al-i İmran 31)…

Bu sevgiyi kaybetmekten öyle korkarlar ki, kalpleri titrer.  Müminlerin imanlarıyla duyguları arasında bir etkileşim vardır; Allah’ı andıklarında, kendilerine Allah’tan söz edildiğinde heyecan duyarlar, gönüllerinde korku ile coşku karışımı depreşme olur “ Müminler ancak o kimselerdir ki, Allah anıldığı zaman yürekleri ürperir. O’nun ayetleri okunduğunda imanlarını arttırır ve yalnızca Rablerine tevekkül ederler.” ( Enfal 2. Hadit 16.)

Öfkelerini yenmeleri de kızgınlıkları da sadece Allah içindir. Bilirler ki Allah iyilik edenleri sever. (Al-i İmran 134)

“ Ey iman edenler! Allah için hakkı ayakta tutan, adaletle şahitlik eden kimseler olunuz. Bir topluluğa duyduğunuz kin, sizi âdil davranmamaya itmesin. Adaletli olunuz; bu takvânın ta kendisidir. Allah’a isyandan sakınınız. Allah yapmakta olduklarınızdan haberdardır.” ( Al-i İmran 8.)

Allah iman edenleri; vaktiyle onları Mescid-i Haram’a sokmamış ve orada onlara yaşam hakkı vermeyenlere karşı, gücü ellerine geçirdiklerinde duydukları kin kendilerini adaletsizliğe sürüklemesinden sakındırıyor. İşte bu, insanın duygulara hâkimiyette ulaştığı en doruk noktadır. O, düşmanlarına bile bundan böyle adil olmak zorunda olacaktır

Bu, ulaşılan zirve noktasıdır. Ayrıca nefse ağır ve zor gelen bir görevdir. Hiç düşmanlık etmemek veya kendini zapt etmenin de ötesinde bir aşamadır. Var olan tüm hoşnutsuzluk ve kine rağmen, şuurlu olarak adaleti yerine getirmeye yönelmekle insan vicdanı, bu zirveye; Allah ile direkt bağlantı kurup bu konuda gayret sarf etmeden, bunu da Allah’ın dışındaki her şeyden uzaklaşıp ve her şeyi yalnızca O’nun için yerine getirmeden, O’ndan sakınmanın bilincine varıp, gizliliklerin ve kalplerin özünün O’nun gözetiminde olduğunu hissetmeden, kesinlikle ulaşamaz. “Allah yapmakta olduklarınızdan haberdardır.”

Kendini Allah’a adamak ve O’nun gözetiminde eylemlerde bulunmak, tüm diğer değerlerden soyutlanmak dışında; yeryüzü kaynaklı hiçbir değer yargısı, insan vicdanını bu zirveye ulaştırıp yükseltmeye güç yetiremez. Duygulara hâkim olamaz.

Yeryüzündeki hiçbir inanç veya sistem, taraftarlarına, kin besledikleri düşmanlarına karşı, “katıksız adalet” ile davranmakla sorumlu tutmamıştır. Yalnızca, İslam dini müminlere, bu emri Allah için yerine getirmelerini, O’nun gözetiminde Salih amele koyulmalarını ve diğer tüm bakış açılarından uzaklaşmalarını öğütlediğinden onlara, bu sorumluluğu yüklemiştir.

Benimsensin, benimsenmesin tüm insanları, adalet gölgesi altında yaşatmayı üstlenmiş ve taraftarlarına kin ve düşmanlık duydukları insanlara karşı bile bu adaleti, Allah için uygulamayı farz kılmış olan  İslam dini, bu prensipleri sebebiyle tüm insanlığa gönderilen evrensel son dindir…
Duygular Allah’ın içimize yerleştirdiği zaman zaman bizi yönlendiren, harekete geçiren özelliklerimizdir. Biz duygularımız üzerinde hâkimiyet kurmakla, duygularımızı kontrol ve ıslah etmekle kişiliğimizi oluştururuz. Duygularımızı vahyin ve aklın önüne asla geçirmemeliyiz. Çünkü imanın hayata yansımasının en bariz göstergesi duygularda ortaya çıkar…

Etiketler
Daha Fazla

İlgili Makaleler

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

İlginizi Çekebilir

Kapalı