
Tasavvuf ve Tarikatlar
Allah, gerçeği yalanlayan nankörlere lanet etmiştir. Onlar için alevli ateşi hazırlamıştır. Orada sürekli kalıcıdırlar. Orada bir koruyucu ve yardımcı bulamazlar. Yüzlerinin ateşin içinde bir yönden diğer yöne çevrileceği gün: “Keşke biz Allah’a ve Resul’e itaat etseydik. Rabbimiz biz efendilerimize, büyüklerimize itaat ettik, böylece onlar da bizi yanlış yola saptırdılar.” derler. (33-Ahzab 64-65-66-67)
Yeryüzünde yaşayan geleneksel dine bağımlı bulunan Müslümanlar, atalarından kendilerine intikal eden ve İslam dininin siyasi, itikadi ve ameli konularını sistematize eden mezheplerden birisine hiçbir akli kıstasa dayanmadan uyarlar. Bununla birlikte bir kısım Müslümanlarda daha ziyade insanların ahlaki cepheleriyle ilgilenerek, onların manen olgunlaşmasını amaç edinen tarikatlara bağlanırlar. Tarikatlarda kendisini yetiştirmiş olanlar, tarikat şeyhlerinin ne kadar zeki, ne kadar üstün ahlaklı olduklarına dair hikâyelerini onlara anlatarak bağlılıklarını meşrulaştırmaya çalışırlar. Bu şahıslara göre tarikat şeyhleri bağımlılarının inançları için gerekli olan her şeyi düşünmüştür. Şeyhlerin verdiği kararları düşünmek, tartışmak, sorgulamak edebi aşmak olur ve bunlara sadece uymak gerekir; Bu tarikat bağımlıları dini doğrudan bağlı oldukları tarikat şeyhlerinden öğrenirler. Tarikatlardaki bu şeyhlere de çoğu zaman “efendi” ve “efendi hazretleri” gibi unvanlar verirler.
Bu “büyükler”e ve “efendiler”e uymaktaki temel mantık aynıdır; Kur’an dâhil hiçbir kaynağı süzgeçten geçirmeden teslimiyet, düşünmeden tabi olmak, sorgulamamak, kendi aklını çalıştırmadan güvendikleri bu zatların aklına uymak. Oysa Kur’an’dan alıntıladığımız ayetlerde görüldüğü üzere, birçok insanın doğru yoldan sapmasının sebebi “büyükleri”ne, “efendileri”ne körü körüne bağlanmalarıdır. Oysa Kur’an’da; aklı çalıştırmak, sorgulamak yerine atalara uyarak taklidi ön plana almak ya da, çoğunluğun tercihine bakarak, efendilere, büyüklere teslim olmak gibi şeyler kesinlikle yoktur. Kur’an; dinin kaynağı olarak kendisinden başka ne mezhebi, hadisi, ne de bir efendiyi herhangi bir tarikatı gündeme getirmemiştir. Kur’an’a göre doğruya ulaşma, aklı dışlamayla değil, bilakis aklı kullanma ve düşünme faaliyetiyle gerçekleşir:
Onlar, Kur’an üzerinde, gereği gibi düşünmezler mi? (4- Nisâ 82)
Bu; akıl sahiplerinin, ayetlerini düşünüp öğüt almaları için, sana indirdiğimiz kutlu bir Kitap’tır. (38- Sad 29)
Diğer önemli bir sorun, tarikatların birçoğunun tasavvuf düşüncesini benimsemeleri; bu düşünce adına ortaya konan birçok güzel şeyle beraber, İslam’ın ruhuyla hiç bağdaşmayacak izahları da, bu düşüncenin ünlü isimlerinin hatırına kabul etmeleridir.
Tasavvuf düşüncesinin en ünlü ve en etkili kişisi Muhyiddin İbn Arabi’dir. Bakın İbn Arabi ne diyor: “Allah beni över, ben de Onu. O bana kulluk eder, ben de O’na. Bir halde ben O’nu ikrar ederim, eşyadaki çokluk ve değişikliği görünce de inkar ederim” (Fususul Hikem).
İbn Arabi, buna benzer ifadelerinin olduğu kitabının kendisine Nebimiz tarafından verildiğini ifade etmiştir. Birçok tarikat bağımlısı, kendi inançları dışındakileri “kâfir” ilan ederler; İslami anlayışın asla kabul edemeyeceği İbn Arabi’nin ve diğer tarikat ile tasavvuf liderlerinin ise buna benzer sözlerini garip yorumlarla geçiştirirler. Bunları eleştirenleri de, bu şahısların derinliğini kavrayamayan “kıt anlayışlı” kişiler olduklarını söylerler. Ne yazık ki tarikat ve tasavvuf bağlılığı, kendilerinin idrak etme kabiliyetini bu kadar köreltmektedir. Birçok tarikatın etki alanı içinde olanlar, araştırma ve akletme yerine taklidi ve tabii olmayı gerektiren bu tarikatların düşünceye vurduğu zincirlerden kurtulamazlar. Körü körüne itaat, hayatın zevklerinden kendini soyutlama, az gülme, aklı az kullanma gibi özellikler birçok tarikatın yerleştirdiği zihniyetin sonuçlarıdır.
Hatta tahminimizce bir araştırma yapılsa, bugün İslam ülkelerindeki halkın, bazı liderleri tartışılmaz önderler olarak kabul etmelerinin kökeninde de İslam coğrafyasında uzun ve derin etkisi olan tarikatlara ve onların şeyhlerine körü körüne itaat bulunur.
“Kadın gibi gülmek” terimi de hayattan gülerek zevk almayı ve neşeli olmayı hoş karşılamayan tarikat terbiyesine dayanmaktadır. Kanaatimizce tarikatların verdiği terbiye geleneğe dönüşerek, günümüzde tarikat dışında olanların bile yaşamlarında, farkında olmadan derin etkiler bırakmıştır. Çileden medet ummayı ve bir insanı aşırı yüceltip, körü körüne ona bağlanmayı isteyen tarikatlar Kur’an’ın istediği aklını çalıştıran insan modelinin önünde önemli engellerdir.
Bu nedenle; Kur’an’ın mesajının hayata hâkim kılınması için, bu Kitap’ın tarikatların, şeyhlerin tekelinden kurtarılması gerekmektedir. Ancak o zaman; Hz. Nebi dönemindeki gibi, Allah’tan başka bir varlığa teslim olmayan, aklını çalıştıran; yalnız Allah’a kul olan bir neslin hâkim olduğu dünya yaşamına kavuşmak mümkün olacaktır. Çünkü o dönemlerde; Kur’an haricinde bir başka kaynak, camiler dışında tekke benzeri kutsal kurumlar ve şeyhler gibi Allah’la kul arasında aracılık yapan bir ruhban sınıfı bulunmuyordu.
Dikkat edin! Halis din yalnızca Allah’a aittir. O’nun yanı sıra veliler edinenler: “Onlara, bizi Allah’a daha yakın bir seviyeye yaklaştırsınlar diye kulluk ediyoruz.” diyorlar. Allah; hakkında tartıştıkları şey için hükmünü verecektir. Allah, yalancı ve azılı nankörleri doğru yola iletmez. (39- Zumer 3)
Rabbinizden size indirilene uyun. O’nun yanı sıra başka velilere uymayın. Ne kadar az öğüt tutuyorsunuz! (7- A’râf 3)
Tarikatlar; vahyedilen İslamla Geleneksel İslam’ı ayırt ederken değinilmesi gereken en önemli konulardan birisidir. Yüzlerce tarikat olmasına ve bunların, Kur’an’ın anlattığı İslam’dan sapışları farklı noktalarda olmasına rağmen bu çalışmanın hedefine uygun olarak sadece şeyhlerin aşırı yüceltilmesi ve tartışılmaz kabul edilmesi gibi, birçoğunda ortak ve temel olan noktalara değinmekle yetineceğiz.
Hz Nebi’nin dini konulardaki yaşama önderlik ettiği dönemlerde mescitlerin dışında tekke, dergâh, zaviye gibi İslam’ın başka bir kurumu yoktu. İbadetler, eğitim ve hizmet tüm yeryüzüne yayılan bir faaliyetti. Mescitlerde kurum olarak bu faaliyetlerin merkezi durumundaydı. İlk tekkenin “hicri” 150 yılları civarında Şam yakınlarında kurulduğu söylenir. Pek çok tekkenin ilimler akademisi, askeri hizmet, hatta hastaların tedavisi gibi birçok güzel hizmette kullanıldığı; Müslümanlarda Allah sevgisinin gelişmesi ve onların iyi ahlâk sahibi olmaları için önemli katkılarının bulunduğu da bir gerçektir.
Fakat bu gelenekten gelen önemli isimlerden birisi olan Kuşadalı İbrahim’in deyimiyle; bazı tekkelerin “umumi evlere ve meyhaneye dönüştüğü” bir zamanda, Kur’an’ın emir ve yasakları haricinde binlerce uygulama ve törenlerin din adına bu tekkelerde yapıldığı da diğer bir gerçektir. Tüm bu olumsuzlukları tespit eden Kuşadalı, tekkesinin yanması üzerine yenisini yaptırmamıştır. Faaliyette olan tekkelerin ise kapanması gerektiğini ve Nebi zamanındaki gibi mescit dışı hizmet veren dini kurumların bırakılmamasını, Kur’an dışındaki zikirlerin ve tarikatlara özel dualarının yerini Kur’an’a ve Kur’an’da geçen dualara bırakmasını savunmuştur.
Tekkelerin ortaya çıkışı hicri 150’ler olarak kabul edilse de, bugünkü manasıyla bildiğimiz tarikatların kurumsal yapılar olarak ortaya çıkışı hicri 600’ler civarındadır. Kurumsal karaktere sahip olduğu kabul edilen ilk tarikat Kadiriliktir, kurucusu Abdülkadir Geylani, hicri 562 ’de vefat etmiştir. Diğer birkaç örnek şöyledir: Rifailik, Ahmed er Rifai, vefatı hicri 578; Bektaşiye, Hacı Bektaş Veli, vefatı hicri 669; Mevleviyye, Celaleddin Rumi, vefatı hicri 672; Halvetiyye, Ekmelüddin el Halveti, vefatı hicri 750; Nakşibendiyye, Bahauddin Nakşibend, vefatı hicri 791.
“Tarik” Arapça “yol” manasına gelmektedir. Bu kelimeden türetilen “tarikat” ise “yol, yöntem, usul, tarz” manalarına gelir. “Tarikatlar, Allah’a gitmek için bir yoldur, bir mecburiyet değildir” şeklinde yumuşak izahlarla tarikat bağlılığını tarif eden tarikatçılar vardır. Fakat bir çok tarikat bağlısı “Mürşidi olmayanın mürşidi şeytandır” şeklindeki uydurma hadisten hareketle; tarikata girmeyi, tarikatın şeyhini mürşit kabul etmeyi dini bir vecibe ve kurtuluşun bir şartı gibi sunmaktadırlar.
Kur’an’ın uymamız konusunda kefil olduğu tek insan Hz Nebi iken, tarikatların ürettiği birçok şeyh tartışılmaz kişi ilan edilmiş, bu şahıslara uymak dinin önemli bir şartı gibi kabul ettirilmeye çalışılmıştır. Bu tarikatların birçok liderinin Mehdi, İsa veya “asrın müceddid-i” olarak ilan edilmesi, sadece geçmişteki tarikatların değil, günümüzdeki birçok tarikatın da bir gerçeğidir.
Ey iman sahipleri! Hahamlardan ve rahiplerden birçoğu halkın mallarını uydurma yollarla yerler ve Allah’ın yolundan alıkoyarlar. ( 9-Tevbe 34)
Tarikatların en önemli kurallarından biri, müridin kendisini şeyhine, “ölünün kendini ölü yıkayıcısına bıraktığı gibi” teslim etmesidir. Kur’an’ın aklımızı çalıştırmayı emretmesine rağmen tarikatlarda körü körüne itaat esastır. Tarikat üyelerine, akıllarını bir kenara bırakıp şeyhlerine tabi olmaları, bu yolda akılla gidilemeyeceği anlatılır. Bu prensibi kabul edip şeyhe tabi olan kişiye, artık şeyhin Müceddidliği, Mehdiliği veya İsalığının inandırılması ve dünyadaki en üstün insan olduğuna ikna edilmesi suretiyle maddi açıdan sömürülmesi kolaylaştırılmış olacaktır. Üstelik kişi, aklı bir kenara bırakma prensibini kabul ettikten sonra, üniversite bitiren okumuş bir müritle cahil, okuma yazma bilmeyen mürit aynı mertebeye getirilmektedir. Bu yüzden tarikatlardaki okumuş kişilerin tavrı bizi şaşırtmamalıdır. Bu tavrın neticesinde, artık tarikattaki herkesin inancı, hayata bakış açısı ve dini değerlendirişi tamamen şeyhiyle bütünleşmiştir. Çoğu zaman şeyhten daha bilgili, kültürlü kişiler bile en saçma izahlarını dahi “Şeyhim söylüyorsa vardır bir hikmeti” diyerek, şeyhini tasdik etmektedirler. Elbette samimi bir Müslüman olarak, kendi bağlılarına Dinin güzelliklerini anlatarak bulunduğu konumu istismar etmeyen tarikat şeyhleri olması da mümkündür. Fakat buradaki asıl problem şeyhin kim olduğu değil körü körüne itaati gerektiren bir sistemin işletiliyor olmasıdır. Bu problemin çözülmesi şeyhin değil, ancak sistemin değiştirilmesi ile mümkün olabilir.
Muhakkak ki her tarikat ve her şeyh bir değildir. Bizim asıl karşı olmamız gereken şey tarikatlardaki genel zihniyettir. “Şeyhe kayıtsız şartsız itaat” tarikatın en önemli şartı olduğundan, bunun sağlanması için müritlere hikâyeler anlatılır. Örnek bir hikâye kısaca şöyledir: “Bir gün Hacı Bayram Veli’nin çok müridi olmasından rahatsız olan devrin yöneticileri Hacı Bayram’a gelip, müritlerinin çokluğunu hatırlatıp bunu dile getirmişler. Hacı Bayram da ‘Rahatsız olmayın, benim sadece bir buçuk müridim var’ demiş. Gelenlere bunu ispat için içeride bir koyun kesen Hacı Bayram, kanını da dışarı akıtmış. Müritlerini ise dışarıda toplamış ve tüm müritlerini kesmesi gerektiğini ve sırayla gelmelerini söylemiş. Bir kadın ve bir erkek dışında herkes kaçmış. Erkek bir, kadın yarım sayıldığı için gerçek müritler işte bu bir buçukmuş…” Özetlediğimiz bu hikâye anlatılıp, müritlerden bu “bir buçuk gerçek müritler” gibi şeyhleri tarafından öldürecek olsalar bile kendilerini ona teslim etmeleri gerektiği öğretilir.
Tarikatlardaki en garip uygulamalardan biri ise şeyhle yapılan rabıtadır. Türkiye’de en yaygın tarikat olan Nakşibendiliğin de en önemli uygulamalarından biri olan rabıta şu şekilde yapılır: Mürit, abdestli olarak ve kıbleye dönerek yere oturur. Şeyhinin iki kaşının ortasını hayalinde canlandırarak Allah’ı zikreder. Rabıtayla, şeyh ile mürit arasındaki sürekli beraberlik sağlanır. Fotoğrafın icadından sonra fotoğrafa bakıp rabıta yapan müridler olduğu söylenmektedir. Bu uygulama kadar acayip olan bir izah da şöyledir: “ Zikirsiz rabıta erdirir fakat rabıtasız zikir erdirmez.” Bu nedenle rabıtasız zikir yerine, zikirsiz rabıta tercih edilir. Bu uygulamalar, tarikatlar konusunu neden ayrı bir başlıkla incelemiş olduğumuzu daha iyi anlatmaktadır.
Kur’an’da 80’den fazla ayette geçen “veli” veya “evliya” kavramına yer verilmesine rağmen, günümüzde tarikatlarda olduğu gibi şeyhlerin gösterdiği olağanüstü haller manasında ki “keramet” kelimesine rastlamıyoruz. Ayrıca buralardaki dönmelerin, semanın, musiki gibi gösterilerin de Kur’an’da yeri olmadığı için; dini bir ibadet olarak takdim edilemez. Fakat ne yazıktır ki bir çok tarikatta bu tarz uygulamaların adeta dini birer ritüel gibi tanıtıldığına tanık olmaktayız. Karşı olunması gereken tarafı bu yanlış inanca engel olmaktır.
Yoksa Müslümanlar elbette ki vakıflar, dernekler gibi kurumsal yapılar kurabildikleri gibi dini içerikli toplantıları için dergâhlar da kurabilirler ve bunların içinde bir hiyerarşi oluşturabilirler. Tüm bu kuruluşlarda şiir, müzik okunması, sema, sanat, toplantı, gösteri yapılması da geleneksel birer uygulama biçimi olarak kabul edilebilir.
Tarikatların diğer bir zararı ise dinimizi bir çile dini gibi tanıtmaları olmuştur. Hindu anlatımlarını ve Hindu tarikatlarını andıran suni çilelerle, müritleri terbiye edeceğini söyleyen tarikatlar; insanları karanlık odalarda uzun süre aç ve susuz bırakıp, onlara acı çektirip, birçok kişinin ruh dengesini bozmuşlardır. Ruh dengesi bozulan bu insanların gördüğü halüsinasyonlar ise bu kimselerin üstünlüğüne, “evliya” olduklarına yorumlanmıştır. Oysa Kur’an’da hiçbir Nebi’nin ya da bir inananın, kendisine böyle suni çileler çektirip, kendi kendine işkenceler ettiği görülemez. Kur’an’a göre Allah, gerekirse imtihan için zorluk verir ve bu zorluğa her ne olursa olsun Müslüman sabreder. Fakat insan bu zorluklarla hayatın doğal akışında karşılaşır, yoksa çile olsun diye, kendilerine işkence etmesinin Kur’an’da hiçbir dayanağı bulunmamaktadır.
Dergimizin bir sonra ki sayısında da yeni bir konuda buluşmak üzere Allah’a emanet olunuz.


