
Terör Örgütlerinin Hamisi ABD VE NATO
Hani bir söz vardır: ‘Bir dünya devleti kurulsa kesinlikle başşehri İstanbul olurdu.’ diye… Değişen dünya ve bölge dengeleri ve “yeni dünya dengesi/düzeni” tartışmalarında da “Türkiye, ‘yeni dünya düzeni’ dilinin grameridir.” diyor, küresel ekonomi ve siyaset konularındaki “sistem analizi”leriyle tanıdığımız Kaan SARIAYDIN…
Yeni denge/düzen arayışı süreciyle birlikte özellikle Doğu Avrupa ülkelerinin NATO’ya üyelikleri hep tartışıldı, konu hiç gündemden düşmedi. Bu tartışmalar, özellikle Rusya’nın kendini toparlaması, güvenlik ve gelecek kaygılarının ötesine geçerek eski gücüne kavuşmak üzere hamleler yapmaya başlaması yeni bir duruma işaret etti. Rusya’nın giderek netleşen yeni politikaları ve stratejileri, zamanla, Doğu Avrupa başta olmak üzere yeni jeo-politik mücadelelere kapı araladı…
Aynı zamanda Varşova Paktı’nın ortadan kalkmasıyla gündeme gelen “NATO’nun geleceği” tartışmaları, önce Rusya’yı tedirgin etmeyecek bir düzlemde devam ederken sonrasında jeo-stratejik mücadeleler ekseninde ABD ile Rusya’nın karşı karşıya geldikleri bir eksene evrildi… ‘Renkli devrimler’, giderek artan Rusya’nın güvenlik ve gelecek kaygıları ve ABD’nin değişik bölgelerde bıraktığı boşlukların Rusya ve Çin tarafında doldurulma girişimleri yeni bir manzarayı ortaya çıkardı. Gürcistan’dan sonra Ermenistan ve Irak-Suriye eksenindeki yaşananlar, 2014’lerden bu yana çözülemeyen Ukrayna merkezli sorunlar, süreci bugünlere kadar getirdi; Rusya’nın malum nedenlerle Ukrayna’ya girmesine zemin hazırladı. Ve hemen akabinde de Rusya ile sınır olan Finlandiya ve İsveç, NATO’ya üye olmak için başvurma kararı aldılar. Ve yaşanan bu süreçle Türkiye’nin jeo-politik ve jeo-stratejik konumu ve önemi/misyonu, giderek güçlenirken, ABD ve AB açısından bu gerçekliğin kabulünde zorlanıldı. Türkiye’ye “eski Türkiye” muamelesi yapılmaya devam edildi. Daha doğru bir ifadeyle, değişen şartların açtığı alanda kontrollerinden çıkmaya başlayan Türkiye’yi yeniden kontrol altına alabilmek için her yolu, “terör” başta olmak üzere her türlü enstrümanı yoğun bir şekilde kullanmaktan geri durmadılar. Üstelik Türkiye’ye olan ihtiyaçları giderek güçlenirken bunları yaptılar… Ve yaşanan tüm bu süreçlerle birlikte İsveç ve Finlandiya’nın NATO’ya üyelik başvurularıyla birlikte ABD-AB, Rusya-ABD, Rusya-AB ve tüm bu aktörlerle Türkiye’nin ilişkilerinin yeniden tanımlanması gereken bir zorunluluk haline geldi…
Hiç şüphesiz, değişen şartların açtığı alanda, bölgesel güç olmanın ötesine geçerek küresel bir oyuncu haline gelmeye başlayan Türkiye, yeni denge/düzen arayışı sürecinde giderek eli güçleniyor, hareket alanı da genişliyordu. Yani ‘devran dönmüş’tü… Dolayısıyla, reel-politik gerçekliklere rağmen -Batı referanslı, NATO üyesi- Türkiye’yi köşeye sıkıştırmaktan geri durmayan ABD ve onun kuyruğuna takılmak zorunda kalan AB, özellikle son gelişmeler akabinde Türkiye ile ilgili yeni kararların arifesinde. Ki bunu Türkiye de net çıkışlarıyla zorlamaktadır. Nitekim Financial Times’daki bir yazıdaki “Türkiye oyunu sert oynuyor!” ifadeleri bu sürece işaret etmektedir. Ve bu süreçte Türkiye, ABD ve diğer NATO üyesi ve NATO üyesi olmaya aday ülkelere soruyor: ‘NATO ülkelerini tehdit eden terör örgütleri ve teröre destek veren devletlere karşı bir tavır alabilecek misiniz?’
Mevcut Konjonktürde Türkiye’nin Irak-Suriye Eksenindeki Harekatları
Başta ABD olmak üzere NATO üyesi ülkelerin güvenlik eksenli tehditleriyle karşı karşıya kalan Türkiye, Finlandiya ve İsveç’in NATO’ya üyelik talepleriyle birlikte haklı çekincelerini açıkça ortaya koydu. Aynı zamanda Türkiye, ABD güdümlü bahse konu iki ülkeyle ilgili çekincelerini ortaya koyarken, geçmişte yapılan bir hatayı da hatırlatmaktan geri durmadı. AB ve ABD güdümlü Yunanistan’ın Türkiye’ye yönelik hasmane tavırlarını ve -1980’li yıllarda Cunta yönetiminin- hatalı bir kararıyla Yunanistan’ın tekrar NATO’ya dönüşüne izin vermesi hususlarını hatırlattı… Bilindiği üzere Yunanistan, geçmişte olduğu gibi bugün de -ABD ve AB ülkelerinin kışkırtmalarıyla- Türkiye’nin güvenliğini tehdit etmektedir. Yakın zamanda da özellikle terör örgütlerine kapılarını açması, göç konusundaki iki yüzlü politikalarıyla ABD ve AB ülkelerinin tetikçiliğine devam ederken, algı yönetimi ve manipülasyon teknikleriyle, tam tersine Türkiye’yi suçlamaktan da geri durmamaktadır. Buna karşın Türkiye, kendisini çepeçevre çevreleyerek, geçmişte olduğu gibi kontrol edilebilir bir yönetimin iş başına gelmesi için her şeyi yapan ABD ve AB’ye rağmen gasbedilen haklarını dile getirmeye ve gerektiğinde de haklarını savunmak üzere silah kullanmaktan çekinmeyeceğini deklare etmektedir. Aynı zamanda, savunma sanayi başta olmak üzere birçok alanda yapısal sorunlarını ortadan kaldırmasının, “güvenlik ve gelecek” hesapları içinde “olmazsa olmaz”lığının farkında olarak hareket etmektedir… Ve bilindiği üzere, Batı referanslı Türkiye, meşruiyetini verili sistem içinde ararken aynı zamanda “gelecek ve güvenlik “ kaygılarını da bu çerçevede anlamlandırmaya çalışmaktadır… NATO üyesi bir ülke olarak sürekli “verici” olan Türkiye, gerek duyulduğunda isteyerek veya istemeyerek de olsa müttefikleriyle birlikte hareket ederken Irak-Suriye eksenindeki güvenlik kaygıları başta olmak üzere Doğu Akdeniz’deki hak arayışlarında müttefikleri, fiilen hep Türkiye’nin karşısında yer almışlardır…
Son planda, bir savunma örgütüyle bağdaşmayan ikircikli/çelişkili adımlar atan NATO’ya üye olmak isteyen Finlandiya ve İsveç, başlangıçta NATO’nun güçlü ülkelerinin desteğini aldıkları gerekçesiyle Türkiye’nin haklı kaygılarına karşı “ukala” bir tavır sergilediler. Ne var ki kısa bir süre sonra, Türkiye’nin eski Türkiye olmadığını anlamışlar ve/veya birileri anlatmışlarken, içerideki muhalefetin bir kısmı, netlikten uzak bir tavır almakta, bir kısmı da -aleni olarak- Türkiye’nin şartlar ileri sürmesini eleştirmekten geri durmamaktadırlar. İçeriden ve dışarıdan ortaklaşa yapılan algı yönetimi ve manipülasyonlarla, ‘Türkiye’nin otoriter bir yapıya’ sahip olduğunu, bu yönetimin Türkiye’nin eksenini değiştirdiğini iddia etmektedirler. Hatta, bu odaklar, ‘Türkiye’yi NATO’dan çıkarırlar’ tehdidi dahi yapmakta bir beis görmezlerken, kısa bir süre sonra, Türkiye’nin NATO’ya ihtiyacı stratejik bir düzlemde bir anlam ifade edecekken, tam tersine, NATO’nun Türkiye’ye ihtiyacının giderek artacağı yönündeki öngörüleri ciddiye almamaktadırlar.
Tüm bu ahval ve şartlarda Türkiye, Irak-Suriye ekseninde, tamamlamak istediği Barış Pınarı Harekatı’nı devam ettirecek konjonktürü (dönemsel dengeyi) yakalamış gözükmektedir. Harekât ile ilgili alınan kararın bir süre bekletilmesi ise daha uygun bir diplomatik vasatın oluşturulmasında yarar görülmesi olduğunu değerlendirmek mümkündür. Yarım kalan harekatın tamamlanmasının da ötesine geçilmesinin kuvvetle muhtemel olduğu bu harekatın iki önemli denge üzerine oturtulacağı da söylenebilir. Bunlardan birincisi, Rusya için Suriye hala stratejik öneme sahip bir coğrafya olmaya devam etse de “Ukrayna Savaşı”nın beklenen yansımalarından olan Rusya’nın Suriye’den asker çekmiş olmasının güç dengelerini değiştirmesidir. İkincisi ise Finlandiya ve İsveç’in NATO’ya girmek için başvurusu, Türkiye’nin ABD-Rusya arasındaki denge politikasında önemini daha da arttırmış olmasıdır. Keza ABD’nin Irak-Suriye ekseninde birlikte hareket ettiği İsrail’in bu harekata yaklaşımının, eski döneme nazaran, daha sıcak olmasıdır. Aynı zamanda, Rusya’nın asker çekmesi sonrası İran’a bağlı bazı milis kuvvetlerin oluşturduğu boşluğu doldurmak istemeleri de İsrail’in konuya yaklaşımını etkilemektedir. Türkiye-İsrail ilişkilerindeki yumuşama, özellikle Doğu Akdeniz politikalarını gözden geçirmeleri sonrası ABD’nin malum EASTMED projesinden çekilmesi de harekatla ilgili önemli bir avantajı Türkiye’ye sağlamaktadır… Buna karşın İran’ın, Rusya ile Suriye’deki çıkar ortaklığının dayanakları giderek zayıfladığı ve (İran’ın) ABD’deki yeni yönetim ile “Nükleer Anlaşma” görüşmelerinin inişli-çıkışlı devam ettiği bir vasatta, Irak-Suriye politikasını eskisi gibi devam ettirebilmesinin zorluğu da ortadır.
Dolayısıyla Barış Pınarı Harekatı’nın devamı olarak algılanan Türkiye’nin yeni harekatıyla birlikte Suriye’deki vekaletler savaşında yeni bir aşamadan da söz edebilmek mümkün olacaktır. Son zamanlarda bölgede yaşananlar doğru okunduğunda anlaşılacaktır ki küresel düzlemdeki enerji savaşlarıyla birlikte bölgede değişen politikalar, stratejilerin kritik etkileri, süreç içerisinde somut sonuçlar doğuracaktır.


