
İman-Amel Ayrımının Ortaya Çıkışı
Hz. Peygamber’in ardından Ümeyyeoğullarının Mekke’nin fethi ile kaybettikleri siyasi hâkimiyetlerini yeniden kazanmak için ellerini sıvadıklarına tarihten şahidiz. Hz. Osman’ın şehadeti, Muaviye’nin meşru halifeye karşı gelişi ve Sıffin savaşı itikadi fırkaların teşekkülüne zemin hazırlamıştır. İlk olarak iman-amel bütünlüğü ve kader konuları tartışmaya başlandı. Her fırka düşüncesini Kur’an’a söyletmeye başladı.
Ümmetteki siyasal bölünmelerin genellikle Emevi iktidarına karşı cereyan etmesi, Emevi sultanlarında tedirginliğe sebep olur. Şia, halifeliğin Hz. Ali soyuna ait olduğunu iddia ederek, Kaderiyye, kişinin yaptıklarından sorumlu olacağını, Hariciler de halifenin seçimle olması gerektiğini savunarak itikadi ve siyasi alanda Emevilere muhalefet etmeleri, Emevi yöneticilerini düşündürmeye başladı.
Ümmetin Harici, Kaderiyye, Cebriye vs. şeklinde parçalanıp, her grubun sadece kendisini Müslüman kabul etmesi diğer bazı çevreleri de rahatsız eder. Bu çevreler Emevi yöneticilerinden yana destek verip, muhalifleri susturmanın çarelerini ararlar. Bu grupta olanlar, Allah ve Resulüne imanın, kişiyi Müslüman yapacağı, günahın helal kabul edilmediği sürece kişinin imanına zarar vermeyeceği, sadece günahkâr olacağını savundular. Günah işleyenin, ise, cezalandırılacağı ve cezalandırılmış bir günahkârın bir önceki suçundan dolayı suçlanamayacağını, imanla ilgili konuların Allah’a havale edilmesi gerektiğini belirtiler. Bu inanç ve düşünceler, çoktandır korkulu rüyalar gören Emevi yöneticilerinin işine gelir. Kendilerini savunma imkânı bulmuş olurlar. Günahkâr olsalar, yanlış uygulamalara sahip olsalar bile ümmetin meşru(!) yöneticileri olduklarını bu nedenle kendilerine isyanın meşru olmayacağını halk arasında yaymaya başladılar. Bunun sonucunda Emevi yöneticilerinin destek ve kontrolünde Mürcie fırkası oluşur. Allah ve Resulüne inandığını söylediği sürece ne yaparsa yapsın yöneticiye isyanın meşru olmayacağı inancı Mürcie fırkası aracılığıyla İslam’ın esası gibi yaygınlaştırılır.[1] Hadiselerin arka planı bilinmediği takdirde, müminleri ümitsizliğe düşürmemek gibi çok masum bir düşünceymiş gibi görülebilir. Bu “dine karşı din”in savaşıdır.
Şehbenderzade Filibeli Ahmet Hilmi, Emeviler hakkında şöyle der:
Emevi devrinde din, çok farklı bir sosyal mana ifade ediyordu. Müslüman demek, gayri müslimlerin mahkûm olduğu cizyeden kurtulmak,[2] savaş ve yönetim ile sorumlu bulunmak anlamına geliyordu. Bu söylediklerimizle Emevilerin döneminde gerçek Müslüman bulunmadığını yahut herkesin zorla dinsizliğe sevk edildiğini anlatmak istemiyoruz. Temsilcilerinin çoğunluğu itibariyle hükümet ve idareciler takımı dinsizdi. Hükümetin bu dinsizliği, İslam ahlakına çok kötü tesirler yapmıştır. Hiç şüphesiz eğer Emevi Devleti uzun müddet devam etseydi, devletle beraber dinde yok olurdu.[3]
Cebriye ve Mürcie gibi fırkalar, Müslüman kanı dökmekte beis görmeyen Emevi iktidarını meşrulaştırmak için, iman-amel bağını koparan ve insan iradesini yok sayan anlayışlar geliştirdiler. Cebriyye, “İnsanın hayatı rüzgâr karşısındaki yaprağa benzer, kader onu nereye sürüklerse o ameli işler.” şeklindeki yanlış kader anlayışını ortaya attı. Mürcie, “Kâfirlikle birlikte yapılan itaatin hiçbir faydası olmadığı gibi, imanla birlikte günah işlemenin de imana hiçbir zararı olmayacağı, amelsiz bir imanın da makbul olacağı” şeklindeki iman-amel bağını koparan anlayışları ortaya attı. İyiliği emr, kötülükten nehy ve cihad gibi temel İslami yükümlülükleri içermeyen “İslam’ın şartları” öğretisi, zalim sultana itaat anlayışı gibi sapmalar da sürecin üzerine atılan cila gibi oldu. Bu anlayışlar günümüze kadar gelen anlayışların kaynağı oldu. İslam dünyası, bu derin eksen kaymasının sıkıntılarını asırlardır çekmektedir.
Pekâlâ, bu eksen kaymalarından neden kurtulamıyoruz? İslam dünyasında eski çerçeveler asabiyetle korunduğu için yeni çözümler üretilemiyor. İslam dünyasında, hayatın hemen her safhasında kendisini duyuran gizli bir faşizm uygulaması var. (Mürcie, Eş’ari’lik, Maturidi’lik, gibi. H.Ö.). İslam dünyasında kültürel ve siyası mimarinin değiştirilebilmesi için öncelikle belli kişilere, gruplara, ailelere, kabilelere, topluluklara, ırklara, partilere göre yapılandırılan İslam anlayışları değiştirilmelidir.[4]
İslam dünyasında ölçüsüz bir biçimde sürdürülen geleneğe(gelenekçilik H.Ö.) bağlılık olgusu, siyasal ve toplumsal bilinç yetersizliği ve bunlara ek olarak, laik düşünce ve kültür yapılarının düşmanca baskıları nedeniyle özlü ve köklü yönelişlere gidilememiştir. Müslüman yığınlar, İslam gerçeğini araştırarak, yorumlayarak, düşünerek, seçerek değil, taklit ederek koruyorlar. İslam dünyası bugün, çağdaş bir siyasal sistemin oluşumuna katkıda bulunması mümkün olmayan katı bir muhafazakârlığı yaşatmaya çalışıyor. Modern batıyı temsil eden siyasal irade, bu muhafazakârlığa içtenlikle ilgi duyuyor ve İslam dünyasını bu tür bir muhafazakârlıkla bütünleştirmeye çalışıyor.[5]
İman-amel ayrımı köleliği (zihni ve bedeni) yeniden inşa projesidir. Çünkü ayırmak küçültmek demektir. Küçüleni yönetmek ise daha kolaydır.
Ameli imanın ayrılmaz bir cüzü (parçası) olarak gören Haricilere göre, büyük günah işleyen kimse kâfir ve cehennemliktir. Biraz daha yumuşak olmakla beraber, Mutezile de Haricilerle hemen hemen aynı görüşü paylaşmaktadır. Bu tartışmaların yapıldığı sıralarda yeni bir görüş ortaya atıldı. İyi amelin kâfire fayda vermeyeceği gibi, günahın da mü’mine zarar vermeyeceğini savunan bu görüşe göre, mürtekib-i kebîrenin durumunu Allah’a havale etmek (irca etmek) en doğru yoldur. Mürtekib-i kebîre hakkındaki son kararı Allah’a ve âhiret gününe bırakan bu gruba, “tehir edenler, erteleyenler” anlamında “Mürcie” denmiştir.[6]
Mürcienin bütün kolları, iman-amel ilişkisinde hemen hemen aynı görüşte birleşmişlerdir. Onlar imanla amel arasını kesin hatlarla ayırıp kötü fiilin imana zarar vermeyeceğini; çünkü imanın sadece bilgi, sevgi ve saireden ibaret olduğunu iddia etmişlerdir. “Bu mantıksız ve bozuk sözler ortasında bu mezhebe bağlı kimselerden bir kısmının, imanın hakikatlerini ve taat amellerini küçümsediği, bazılarının da faziletlerini basitleştirdiği görülmektedir. Zaten her bozguncu kimse, bu yolu kendisine mezhep olarak seçmiştir. O kadar ki, bu mezhep içindeki bozguncuların sayısı arttıkça artmış ve onlar da bu mezhebi günahlarına bir vesile, bozgunculuklarına bir sebep ve kötü niyetlerine de bir kolaylık vasıtası saymışlardır.[7]
Kur’an önceki ümmetlerin, peygamberlerinin ardından vahyin ölçülerinden gittikçe uzaklaşıp farklı kaynaklara yönelmek, ardından da bu süreçte oluşturulan atalar dinine körü körüne bağlanmak suretiyle nasıl saptıklarını bildirmektedir.
“Kendilerine kitaptan bir pay verilenleri görmüyor musun ki, aralarında hüküm vermesi için Allah’ın Kitabı’na çağrılıyorlar da sonra içlerinden bir kısmı yüz çevirerek dönüp gidiyor. Bunun sebebi, onların, ‘Bize, ateş sadece sayılı günlerde dokunacaktır.’ demeleridir. Uydurageldikleri şeyler, dinleri konusunda kendilerini aldatmıştır.”[8] Ayette ifade edildiği gibi, “indirilen din”in ilke ve ölçülerine tabi olmak yerine, “uydurulmuş din”e tabi oldular.
Kitap Ehli’nin içerisine düştüğü bu duruma, tarihsel süreçte İslam ümmeti de düşmüştür.
“Oysa onlar (kendilerini tümüyle Allah’a ve İslam’a teslim etmeyenler) bir ticaret ya da bir eğlence gördükleri zaman, (hemen) ona sökün ettiler ve seni ayakta bıraktılar. De ki: “Allah’ın katında bulunan, eğlenceden ve ticaretten daha hayırlıdır. Allah, rızık verenlerin en hayırlısıdır.”[9]
Bu ayetin inişine sebep olan olay şudur.
Dünyevileşme öyle bir hastalıktır ki, Hz. Peygamber içlerinde iken sahabeler arasında da baş gösterdi: Şam’dan yola çıkan bir ticaret kervanı Medine’ye girdiğinde Medineliler âdetleri olduğu üzere kervanı tefler ve zillerle karşıladılar. Peygamberimiz tam o esnada mescide Cum’a hutbesi veriyordu. 12 erkek ve bir miktar kadın dışında bütün cemaat Rasulullahın hutbesini terkedip kervana koştular. Peygamberimiz, bu duruma çok hiddetlenmiştir.”[10]
Kur’an Müslümanların bu tavrıyla İsrailoğullarının tavırları arasındaki benzerliğe Cuma suresinde işaret buyurmaktadır. Surenin Yahudilerden söz eden birinci bölümüyle Cuma’dan ve Cuma hutbesinden Rasulullah’ı ayakta bırakıp kervana koşanlardan bahseden ikinci bölümü arsında ilişki kurulmaktadır.[11]
Değişen sadece insanların koştukları şey! Bugün insanlar, tüketim mabetleri olan AVM’lere, spor turnuvalarına, müzik konserlerine, show programlarına koşuyorlar. Refah/varlık, Hz. Ömer’e ”Zorlukla ve kıtlıkla denendik, sabredebildik; bolluk ve refahla denendik, sabredemedik.” dedirtebiliyor. Muaviye’nin yaptırdığı sarayı nasıl bulduğu sorulan Ebu Zerr’in cevabı müthiştir, diyor ki: -Bu sarayı kendi paranla yaptırdıysan müsrifsin, beyt-ülmâl’in parasıyla yaptırdıysan hırsız! Sakın zaman değişti demeyin. Ne demek istediğimize, maksada bakınız. İçinizden “Müslüman her şeyin en iyisine layıktır.” itirazını yükseltmeyin. İçinizden, “Ne yani Müslüman kalitesizi kullanmaya mecbur mu?” diye geçebilir. Bizim kastımız, her türlü lüks ve israfın mubah hale getirilmesinin yanlışlığını ifade etmektir. Her amelin ifrat, tefrit ve vasat ölçüsü vardır. Kur’an İsra 29. ayetiyle harcamanın ifrat ve tefrit mertebesini şöyle beyan eder: “Elini boynunda bağlanmış olarak kılma, büsbütün de açık tutma. Sonra kınanır, hasret (pişmanlık) içinde kalakalırsın.” Kur’an dengeye çağırır: Onlar, harcadıkları zaman, ne israf ederler, ne kısarlar; (harcamaları,) ikisi arasında orta bir yoldur.[12]
Geçmiş ümmetleri ve Muhammed (as) ümmetini dinleri konusunda laubali ve duyarsız kılan temel etken, iman-amel bütünlüğünü parçalayıp, nasıl yaşarlarsa yaşasınlar, ahirette peygamber ve şeyhlerinin şefaatiyle kurtulacaklarına inanmış olmalarıdır. Bu anlayış onları Allah’ın dinini ciddiye almaktan alıkoymuş, laubaliliğe ve dini hayattan ve hayatlarından uzaklaştırmaya götürmüştür.
İman, yerleşik anlayışa göre; amelden bağımsız bir mefhumdur, gerekleri yerine getirilmeden de geçerlidir. Bu anlayışa göre, bir insanın Müslüman olabilmesi için İslam’a imanı (inanması) yeterlidir. İslam’ın hiçbir şartını yerine getirmese ve İslam’ın yasakladığı bütün fiilleri işlese dahi, o insan İslam dairesinden çıkmamaktadır. Oysa Kur’an bu anlayışın karşısındadır.
Kur’an, iman ve ameli etle kemik gibi birbirinden ayrılmaz ve birbirini tamamlayan mefhumlar olarak ifade eder. İmansız bir ameli nasıl makbul görmüyorsa, amelsiz bir imanı da aynı şekilde makbul görmez.
Kur’an’a göre, kurtuluş yolu, iman ve salih amel bütünlüğünde İslam’ı pratize etmektir. Kur’an, yalnızca iman etmenin insanları kurtarmaya yetmeyeceğini pek çok ayetinde açık bir şekilde dile getirmektedir:
“İnsanlar ‘iman ettik’ demekle, sınanmadan bırakacaklarını mı sandılar?”[13]
“Andolsun, sizi biraz korku, açlık ve bir parça mallardan, canlardan ve ürünlerden eksiltme ile imtihan edeceğiz, sabredenleri müjdele.”[14]
İman ve amelin iki ayrı cüz oluşundan hareketle, amel olmadan da imanın makbul olacağının öne sürüldüğü anlayış, delilsiz bir anlayıştır. İman ve amelin iki ayrı mefhum olması, ilgilerinin olmadığı anlamına gelmez. Unutmamak gerekir ki, etle kemik de iki ayrı mefhumdur. Fakat foksiyonel açıdan bunları birbirinden ayrı düşünmek mümkün değildir. İman ve amel de birbirlerinin mütemmimidir/ tamamlayıcısıdır. Biri olmadan diğeri işlevselliğini yitirir.
Kur’an; müminlerin, münafıkların, müşriklerin, fasıkların vasfedildiği ayetler de teori ve pratiğin (iman ve amel) iç içeliği, parçalanamazlığı, ayrılamazlığı hususuna, şu ayetlerde olduğu gibi vurgu yapar:
“Mü’minler ancak o kimselerdir ki, onlar, Allah’a ve Resûlü’ne iman ettiler, sonra hiç bir kuşkuya kapılmadan Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihad ettiler. İşte onlar, sadık (doğru) olanların ta kendileridir.”[15]
“Mü’minler ancak o kimselerdir ki, Allah anıldığı zaman yürekleri ürperir. O’nun ayetleri okunduğunda imanlarını arttırır ve yalnızca Rablerine tevekkül ederler.”[16]
“Onlar (o fasıklar) ki, söz verip bağlandıktan sonra Allah’a verdikleri sözü bozarlar, Allah’ın, birleştirmesini emrettiği şeyi (iman ve akrabalık bağlarını) keserler ve yeryüzünde bozgunculuk yaparlar; işte ziyana uğrayanlar onlardır.”[17]
“Münafık erkekler ve münafık kadınlar birbirlerindendir. Kötülüğü emrederler, iyilikten meneder ve ellerini sıkı tutarlar. Allah’ı unuttular, O da onları unuttu. Münafıklar; işte yoldan çıkanlar onlardır.”[18]
Kur’an’ın teori ve pratiği (iman ile ameli) birbirinden hiçbir zaman ayırmadığı, bir bütün olarak değerlendirdiği izaha ihtiyaç duyulmayacak kadar açıktır.
—————–
[1] Bakara, 27 [1] Bakara, 27[1] Montgomery Watt, İslam Düşüncesinin Teşekkül Devri, 153-157; Toshihiko İZUTSU, İslam Düşüncesinde İman Kavramı, 118-128 ; Taftazani, Kelam İlminin Belli Başlı Meseleri, 50
[2] Emeviler, cizye almak için insanların Müslüman olmalarını kabul etmiyorlardı.
[3] Şehbenderzade Filibeli Ahmet Hilmi, İslam Tarihi, s. 356-357
[4] Atasoy MÜFTÜOĞLU, Göklerin ve Yerin Dili, s.67-68
[5] Atasoy MÜFTÜOĞLU, Göklerin ve Yerin Dili, s.69
[6] Şehristânî, el-Milel ve’n-Nihal, I/139).
[7] M.Ebu Zehra, , İslam’da Siyasî ve İtikadî Mezhepler Tarihi, s. 170
[8] Al-i İmran, 23-24
[9] Cuma, 11
[10] Buhari, Tefsir, 63, Müslim, Cuma, 37
[11] Mustafa İSLAMOĞLU, Yahudileşme temayülü, s. 223
[12] Furkan, 67
[13] Ankebut, 2
[14] Bakara, 155
[15] Hucurat, 15
[16] Enfal, 2
[17] Bakara, 27
[18] Tevbe, 67