GenelYazarlardanYazılar

İtaat edenler, İsyan edenler, Erteleyenler

1-İtaat edenler

İtaat: Arapçadan Türkçeye geçmiş ve “ta, va, a” fiilinden türemiş bir isimdir.

İtaat: Uymak, tabi olmak, boyun eğmek, tav olmak anlamlarına gelir. Bu anlamda, itaat edene muti, kendisine itaat edilene de mutâ denir.

İtaat edenler. Bu terkipte ise; doğruluğundan emin olduğu şeyi işitir işitmez hemen icraata geçen, hesapsız teslim olanlardır. Her ne olursa olsun Hakk’a isyan etmeyenlerdir, itaat teslimiyetin göstergesi hayata yansımasıdır. İtaatin olmadığı yerde başarıya erişmek amaca ulaşmak mümkün değildir. Ancak kanunlara/kurallara uyulduğunda istenen sonucu elde etme ihtimali yüksektir.

İtaatte üç unsur vardır; itaat isteyen, itaat eden ve itaat edilen şey. Bu üç unsurdan biri olan, üzerinde ittifak edilen şeye, diğer iki unsurun uyması gerçekleştiği sürece itaat devam eder. İtaat isteyen de, itaat eden de ne üzerinde antlaştıklarını açık (sarih) bir şekilde başka manaya gelmeyecek açıklıkta ortaya koymaları, müttefik olmaları gerekmektedir. Bu bir antlaşmadır, antlaşmanın maddeleri açık ve anlaşılır olsun ki; itaat eden, itaat edilen ve ne üzere itaat edilecek bilinsin.

İtaat edilende, itaat edene karşı her zaman bir üstünlük/aşkınlık vasfı olmalıdır. Çünkü itaat etmek üzere antlaşma yapmış kişi asi olup tabi olmadığı, kuralları çiğnediği taktirde, isyan edilen isyan edene müeyyide uygulayabilmelidir, gerektiğinde ona boyun eğdirebilmelidir. Güce ve kuvvete dayalı olmayan itaatlerde gönüllük esastır, antlaşma devam ettiği sürece her iki tarafın da mutiliğini devam ettirme zorunluluğu vardır. Yalnız ‘masiyette kula itaat yoktur.’

Yaradan’a itaatte ise; Eşyaya konulan yasa gereği onlarda isyan söz konusu değildir. Allah’ın onlar üzerinde belirlediği yasaya isyan etmeden uyarlar. Bu konuda onları sınama/imtihan da yoktur. İnsanda ise, irade-i cuziyye burada devreye girmektedir, teklifler konusunda insan serbest bırakılmıştır; ister isyan eder, isterse itaat eder tercihinin sonucuna katlanmak şartıyla!

Yerkürede var edilen her şey bir amaca mebni olarak var edilmiştir. İnsan dışındaki bütün varlıklar belirli çerçeve içerisinde hareket etmektedirler, dolayısıyla yapıp ettikleriyle alakalı herhangi bir tercihleri yoktur. Şartların bir araya gelmesi onların oluşması için yeterli sebeptir, üzerlerinde belirlenen yasalara uymak zorunlulukları vardır. Örneğin; dört mevsim taze domates bulmanın kolaylığı; domatesin oluşum koşullarının yerine getirilmesindendir. Yani şartlar yerine geldiğinde (İster serada olsun, isterse açık alanda) domates isyan edemez kendisinden istenilen ‘itaati’ yerine getirir. İradesiz bütün varlıklarda yasa böyle işlemektedir.

Her varlık bir amaç için var edilmiş ve kendilerinden istenileni isyan etmeden yerine getirirken, ‘irade’ sahibi mükemmel donanıma sahip olan insan ne için var edilmiştir?

Bu sual insanlık tarihi kadar eski bir sual, insanlar bunu birçok zaviyeden cevaplamaya çalışmışlar akli ve nakli deliller öne sürmüşlerdir. Konumuz bu olmadığı için buna girmeyeceğiz, sadece tezlerden bir tez var ki; İnsanın dışında üretilmiş bu tez insanı var ettiğini iddia eden varlık tarafından, gene insanların içinden seçtiği bir insana vahiy yoluyla insanlık tarihi kadar eski cevabı yenileyip durduğunu, insanlar unuttukça hatırlattığını söylemektedir. Son seçtiği elçisine de “ Ben, cinleri ve insanları sadece bana ibadet etsinler diye yarattım.”( Zariyat 56) diyerek sualin cevabını veriyor. Buradaki anahtar kelime “ibadet” ne anlama gelmektedir? Kur’an zaviyesinden baktığımızda bunu şöyle tarif edebiliriz. İbadet: Allah’ın razı olacağı davranış biçimidir. Peki bu Allah nelerden ve nasıl razı olur? İşte bunun için kulundan istediği davranış şeklinin/itaatin çerçevesini, maddelerini kuluna bırakmamış son elçisine gönderdiği vahiylerle bizzat kendisi belirlemiştir. Kendisinin bu konuda tek hak sahibi olduğunu söylemektedir; “ Ant olsun, insanı Biz yarattık ve nefsinin ona ne vesveseler vermekte olduğunu biliriz. Biz ona şahdamarından daha yakınız.” ( Kaf 16) Yarattığı varlığı en iyi bilen Allah, insandan kendisine, gönderdiği vahye itaat etmesini istemektedir “Ey iman edenler! Allah`a ve Rasulüne itaat edin, işittiğiniz halde O’ndan yüz çevirmeyin.” ( Enfâl, 20. Nisa 46,80.) Ve benzeri ayetler mutlak itaat edilmesi gereken mercinin neresi olması gerektiği belirlenmekte. “Bunlar, Allah’ın sınırlarıdır. Kim Allah’a ve elçisine itaat ederse, onu altından ırmaklar akan, içinde ebedi kalacakları cennetlere sokar. İşte büyük kurtuluş ve mutluluk budur.” (Nisa,13.) Allah’a gönül rızasıyla yapılan her itaatin sonun da bir mükafat vardır.

Kulun Allah’a itaatinin göstergesi O’nu her alanda hak sahibi bilmesi ve kabul etmesidir. Göklerde hakimiyeti kayıtsız şartsız kabul edilen Allah’ın yerkürede de kabul etmektir; siyasetten eğitime, hukuktan kamusal alana kadar… O’nun istediği/razı olacağı gibi her şey şekillenir ise işte bu itaatin göstergesidir. Allah’ın kula bıraktığı sınırını çizdiği alanların dışında, kul haddini bilmek zorundadır, bilmez ise alan ihlaline girdiğinden dolayı rabliğe kalkmış olur. Hayatın herhangi bir alanından Allah’ı çıkarmak/kovmak O’nun yerine başka bir şeyi koymayı gerektirir ki bunun adı her ne olursa olsun şirktir. Şirk ise Allah’ın affetmeyeceği bir suçtur. “Allah, kendisine ortak koşulmasını bağışlamaz. O’ndan başka günahları dilediği kimse için bağışlar. Kim Allah’a ortak koşarsa o sapıtmıştır.” (Nisa, 116.)

Ancak ‘iman edenler Allah’a itaat eder.’ Çünkü itaatte eminlik/yeminlik vardır. İşte bu olgu insanı aksiyoner yapar. Yaptığı ve yapacağı her işte Allah’ı hesaba katar. Hiç bir olumsuzluk onu yolundan çeviremez/çevirmemeli, değilmi ki o Allah’tan emin ve O’na güveniyor (Allah’ın rızasını gözetiyor) gerisi ne gam…

“Allah size yardım ederse, hiç kimse galip gelemez. Eğer sizi yüzüstü bırakırsa O’ndan başkası size kim yardım edebilir? Artık mü’minler yalnız Allah’a güvenip dayansınlar.” ( Al-

i İmran 160.) Allah’a inanan ve güvenenler asla ona isyan etmezler O’nun emri karşısında ‘yürekleri titrer’ “ Aralarında hüküm verilmesi için Allah’a ve Rasul’üne davet edildiklerinde mü’minlerin sözü ancak ‘İşittik ve itaat ettik demeleridir. İşte asıl bunlar kurtuluşa erenlerdir.” (Nur, 51.) “ Allah’ın üzerinizdeki nimetini ve: ‘İşittik ve itaat ettik’ dediğinizde sizi, kendisiyle bağladığı sözünü (misakını) anın. Allah’tan korkup-sakının. Şüphesiz Allah, sinelerin özünde olanı bilendir. (Mâide 7)

İlk kuran nesli, alınan karar ve kurallarda herhangi bir şey aklına yatmadığı taktirde takındıkları tutumun şöyle olduğu nakledilir “Ey Allah’ın Rasulü, bu sizin fikriniz mi yoksa vahiy mi?” Eğer vahiy değilse o konuda kendi fikrini beyan etiklerini biliyoruz. Yok vahiy ise ‘İşittik ve itaat ettik’ dediklerini ayetten öğreniyoruz. Mü’münlere düşen emri tartışmak değil gereği üzere itaat etmektir. Hak olan her hangi bir emri tartışmak onu sulandırır ve akabinde emredilen şey buharlaşır, bunu buharlaştırmayacak olanlar itaat edenlerdir.

2. İsyan Edenler

İsyan; Kurulu düzene karşı gelmek, başkaldırı, baği, serkeş, asi, uymama… anlamlarında kullanılır. Allah’ın emrine uygun hareket etmemek, günah işlemektir. Bir haksızlık, bir adaletsizlik karşısında boyun eğmeme; hakkı ve adaleti müdafa etmektir. Kabullenmeyişe verilen tepkidir isyan.

“İsyan”ın sözlük anlamı, bir şeyi asa (değnek/sopa) ile engellemek demektir. Bu kelime zamanla, her türlü karşı çıkma, itaatsizlik etme, karşı koyma anlamlarını kazanmıştır. İsyan edene “âsi/isyankar” denir. Allah’ın emirleri ve ilkeleri çerçevesinde üzerine düşeni yapmaktan kaçınmak, Allah’ı dinlemeyerek itaatsizlik yapmak, İslam literatüründe “isyan”dır. (A. Kalkan, Kur’an Kavramları c. 6, s. 749)

Araplar; bir köle, efendisinin emrine karşı geldiğinde, itaatten çıktığında “asa” (isyan etti söz dinlemedi) fiilini kullanmışlardır. “Asa” aynı zamanda Musa aleyhisselamın sopasının adıdır ve yoldan çıkan, azgınlaşan, Fravun’un zalimliğine karşı yapılan isyanının sembolüdür. İsyan kelimesinin; zelle, ma’siyet, fısk, hatie, cürm, seyyie ve zenb gibi kelimelerle yakın anlam ilişkisi vardır.

Allah’a isyan, ilk insanın yaratılmasıyla İblis tarafından başlatılmıştır.

“Sizi yarattık, sonra biçim verdik, sonra da meleklere; “Adem’e secde edin!” dedik, hepsi secde ettiler, yalnız İblis etmedi, o secde edenlerden olmadı.” (Araf 13)

Görüldüğü üzere Allah’ın emrine karşı isyanı ilk başlatan İblis olmuştur. Bu hatasından dolayı “Haydi sen yerilmiş ve kovulmuş olarak oradan çık. Andolsun ki onlardan sana kim uyarsa sizin hepinizi cehenneme dolduracağım.” (Araf 18) Buna karşılık haksızlık zulüm ve ifsata karşı çıkma eyleminin adı da “isyan”dır. Allah’ın elçileri gönderildikleri toplumları ıslah için gelmişlerdir. Bu işi yaptıklarından dolayı Kur’an onları salih (ıslah eden) ismiyle vasıflandırmaktadır. Toplumu ifsat edenlere (tağutlara) isyanı ilk başlatanlar da peygamberlerdir. “ Andolsun ki biz her ümmete, “Allah’a ibadet edin ve tağutlara tabi olmaktan sakının.” diye bir peygamber gönderdik. Bu ümmetlerden bir kısmı hidayet buldu, bir kısmına da sapıklık hak olmuştur. Şimdi yer yüzünde bir gezip dolaşın da bakın ki, peygamberleri yalanlayanların sonunun ne olduğunu bir görün?” (Nahl 36)

İsyan edenin isyanına her zaman mutlaka bir bahanesi/mazereti (geçerli veya geçersiz) mutlaka vardır. “Allah: -Sana emrettiğimde, secde etmene ne engel oldu? dedi. İblis:-Ben, O’ndan hayırlıyım. Beni ateşten yarattın, O’nu ise çamurdan yarattın, dedi.” (Araf 12) “İblis:-Beni azdırmana karşılık, Ben de onlar için senin dosdoğru yolunun üzerinde oturacağım.” (Araf 16)

“ Allah: -Sizden önce geçen cin ve insan toplumları içinde ateşe girin! der. Her toplum da girdikçe kardeşini lanetler. Sonunda hepsi orada bir araya gelince, sonra gelenler, öncekiler için: -Rabbimiz, işte bizi bunlar saptırdılar. Onlara ateşten azabı kat kat ver! derler. Allah: Herkese kat kat azap vardır, fakat, bilmiyorsunuz, der.” (Araf 38) Hesapgünün de bile insanlar azaptan kurtulmak için bir bahane arayacak, iblis mantığıyla bir başkası üzerinden isynına meşruyet kazdırmak isteyecektir. O gün böyle bir ugraş insana hiç bir fayda sağlamayacaktır.

Allah’ın elçilerine tabi olduktan sonra, onlara isyan etmek kişinin ahiretini berbat etmesidir. Ahireti berbat olanın geçici dünya hayatı cennet olsa neye yarar! O’nun ilkelerine isyan edenler aklını yeteri kadar kullanmıyanlardır, insanın aklını yeteri kadar kulanmaması onun aldanmasına, gaflete düşmesine ve unutmasına sebebiyyet verir. Aklı devre dışı kalan insanın ayağının kayması an meselesidir, dolaysıyla Allah’ın ilahlığını ve rabliğini gereği üzere takdir edemiyecektir. “ Allah’ı hakkıyla takdir edemediler. Halbuki bütün yer kıyamet günü O’nun elindedir. Gökler de kudretiyle dürülmüştür. O, onların ortak koştuklarından münezzeh ve çok yücedir.” (Zümer 67, Hac 74, En’am 91)

Allah’a ve elçilerine isyan; O’nun emirlerine karşı gelmek, O’nu takmamak, belirlemiş olduğu kuralları hiçe sayarak muhalefet etmek, alternatif üretmek, kendi kafasından din üretmenin adıdır. “Gördün mü hevâsını ilah edineni? Onun üzerine sen mi vekil olacaksın?” (Furkan 43) Bu bağlamda Kur’ana göre dinsiz insan yok. Hiç birşeye tapmıyorum diyen kendi hevasına (istek ve arzularına)tapıyordur. Allah indinde geçerliliği olan din sadece Kur’ an’daki dindir. (Ali İmran 19)

Mü’min olduktan sonra kişi her konuda kendi fikrinden önce, Allah’ı hesaba katmak zorundadır. Bir konuda Allah’ın hükmü varsa ona teslim olmak mecburiyeti vardır. “Allah ve elçisi bir konuda hüküm verdiği zaman mü’min erkek ve mü’min kadının, artık dilediği gibi davranma hakkı yoktur. Kim Allah’a ve elçisine karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur.” Ahzab 36) Aksi halde mazallah “Dinledik ve isyan ediyoruz” (Bakara 93) diyenler grubuna girer.

“Ey iman edenler, Allah’a ve Resûlü’ne ihanet etmeyin, bile bile emanetlerinize de ihanet etmeyin.” (Enfal, 27)

“Onların çoğunda ‘verdikleri söze bağlılık’ görmedik, ama onların çoğunu fasıklar olarak gördük” (Araf 102)

“Onlar: “Evet” derler. Bize gerçekten bir uyarıcı geldi. Fakat biz yalanladık ve “Allah hiçbir şey indirmedi, siz yalnızca büyük bir sapmışlık içerisindesiniz, dedik.” (Mülk 9)

Buraya kadar olan kısımda; herhangi bir düzene/otoriteye isyan, Allah’ın emrine isyan, peygamberlere isyan, emir sahiplerine isyan… olmak üzere, isyan kelimesine hem olumlu, hem de olumsuz anlam yüklenebileceğini gördük.

Her isyanda bir itiraz bir de alternatif/öneri vardır. Beğenilmeyen her ne ise, onun daha iyisinin iddiasında bulunmanın, istemenin ve ikame etme mücadelesinin başlangıcının adıdır isyan. Bir çeşit meydan okumadır. Her isyanın kendine has çeşitli yöntemleri/şekilleri vardır. Bir isyanın yönü ve yöntemi sahip olunan dünya görüşüne göre değişir , yöntemin sınırlarını ikame etmek istediği fikir belirler. Diğer bir deyişle; ‘Yöntem fikirden doğar.’

İsyanı başlatan neye ve ne adına isyanı başlattığını, neyi temsil ettiğini bilmesi/bildirmesi ve önerisini getirmesi gerekir. Yoksa isyan etmek için isyan edilmez. Aksi takdirde isyanına itibar edilmez, ciddiye de alınmaz.

İslam, “la” ile isyanı başlatan; “la” ile reddettiğine “illa Allah” alternatifini getirerek hayatın tüm alanlarına vahiyle sınırları çizen/kuşatan temel ilkesinden asla taviz vermeyen dünya görüşünün adıdır.

Ne var ki günümüzde, “la”sı olan ama “illa Allah”ı olmayan bir İslam anlayışı yaygınlaştırılmaya çalışılıyor, bu anlayışta hak olanın ikamesi için itaat de yok isyan da yok; var olan tek şey bu iki şeyin birbirine karışmış halde olmasıdır. Din tamamen buharlaşmış/soflaşmış, dinin hor gördüğü herşey hoş görülmesi istenilen moda tabirle ılımlı/laik müslümanlık! insanımıza servis ediliyor. Allah’a iman eden ama tağuta isyan etmeyen, tağutların ilke ve hükümlerini kabul eden, hakimiyetin yarısını (göklere dair) Allah’a, diğer yarısını da (hayata dair) başkalarına veren bir din! “Sana indirilen Kur’ana ve senden önce indirilenlere inandıklarını iddaa edenleri görmedin mi? Küfretmeleri emrolunmuşken tağutun önünde muhakeme olmalarını isterler. Şeytan onları uzak bir sapıklığa saptırmak istiyor…” (Nisa: 60)

İman; tağutları reddetmekle (isyanla) başlar.

Tağut: Alah’ın hükmüne muhalif hüküm koyan, haddini bilmeyen Tuğyan/isyan eden herşeydir. Arapça bir kelime olup ta-ğı-ye “tağa” (haddini aştı) kökünden türemiştir ve “haddini aşan mahluk” demektir. Şer’i manası ise; Allah’ın koyduğu ölçüler dışında ölçüler koyan, insanı Allah’a ibadetten alıkoyan, Allah tabi olmayı engelleyendir. Bu insi ve cinni şeytan, nefis, kadın, Dunya metağı olabileceği gibi; Allah’ın hükümleri dışında hükümler koyan zalim bir diktatör, halkın seçtiği seçkin bir zümre, bir meclis, bir grup bilim adamı veya Allah’ ın kitabın dan kaynaklanmayan adet, alışkanlık ve düşünce (ideoloji) de olabilir.

Tağutlara itaat nasıl şirk ise, Allah’ın emrine, Hakk’ın hükmüne uymayan kişilerin ortaya attıkları görüşleri benimsemek ve onları Allah’a tercih edip onlara uyup itaat etmek de öylece bir şirktir. Bu durum, onlara kulluk mertebesinden fazla değer vermek, Allah’ın İlahi hükümlerine uymayan görüş ve fikirlerini benimsemek olduğu için, bir şirk çeşididir. Onların sözlerine itaat edip, Allah’ın emirlerini terk etmenin puta ve tağuta tapmakla aynı olmasının sebebi açıktır. Hakkı batıl, batılı da hak yapmaya çalışıp, (Bakara 42) insanlara helali haram, haramı da helal tanıtarak Allah’ın hükümleri üzerinde oynamaya çalışanlar, ilmî haysiyetten uzak birer tâğutturlar. Bunlara uyup itaat etmek de onları rab kabul etmektir. (Tövbe 31) Çünkü bu duruma düşenler, Allah’ın hükmüne değil de onların isteklerine itaat ederek onlara Allah’a tapar gibi tapmış olanlardır. “… O, hükmüne hiçbir kimseyi ortak etmez.” (Kehf 26)

Günümüzde şirkin her çeşidinin yaygın olduğunu görüyoruz. Müslümanım diyenlerde de bin bir çeşit şirk içinde, çok yaygın olmasından ötürü, belki en önemli örneklerinden biri itaat ve isyan konusuyla ilgili şirktir.

Allah, insana itaat etme özelliği verdiği gibi, onun zıttı olan isyan etme özelliğini de vermiştir. İtaat ve isyan edeceğimiz şeyi iyi belirleyebilmek dileğiyle…

3.Erteleyenler 

Ertelemek: tehir etmek, tecil etmek, talik etmek anlamlarına gelir sözlükte.
Ertelemek; Türkçe bir kelime olup, yapılması gereken bir işi, bir olayı sonraya, başka zamana bırakmak, geciktirmek, sıralamayı takip etmemek anlamına gelir.

Hepimizde az veya çok yapılması gerekenleri zamanında yapmayıp erteleme alışkanlığı vardır. İnsanın hayatında ertelense de pek birşey kaybetmeyeceği şeyler olabilir. Bunun tehlikeli olanı, ertelenmemesi gerekenlerin ertelenmesi ve giderek insanda alışkanlıktan çıkıp davranış bozukluğuna dönüşmesi bu alışkanlığından vazgeçmemesi patolojik bir hal almasıdır. Erteleme, çocukluk döneminde başlayan ve altında farklı nedenler yatan psikolojik bir hastalıktır.

Hayatı aklını kullanıp düşünerek insanca yaşayanların hedefleri, geleceğe dair  ümitleri, hayalleri ve emelleri vardır.  Bunları gerçekleştirebilmek için, işlerin belli bir düzen ve intizam içinde uygulamaya konması hayatı kolaylaştıracaktır. Hayatı kolaylaştıracak birçok imkan mevcut iken nedense insanoğlu hayatı hep erteleyerek/ıskalayarak yaşıyor; şu an yapılması gerekeni bir saat sonraya, bir saat sonra yapılacağı bir gün sonraya, bir gün sonrasını bir haft(aya)… Ertelemek huy haline gelmiş ise; tembellik, yılgınlık,bitkinlik, nefis ve şeytanın erteleme tuzağının, kıskacına düşülmüş demektir. Bu tuzaktan kurtulmanın yolu anı ertelemeden yaşamaktır, verimli yaşanmamış zaman kafesten uçmuş kuşa benzer, yakala yakalayabilirsen. Zaman: supjektif bir kavramdır önüne getirilen ek ona anlam kazandırır; şimdiki zaman, gelecek zaman, ve geçmiş(li) zaman gibi.

Yapılması gerekenleri neden erteleriz? Zamanı neden iyi kulanmayız?

Buna etki eden birçok farklı etmenler sayılabilir; mesela anlam eksikliği, yapılması gereken iş eğer anlamlı görünmüyorsa yapılmayacak veya da ertelenecektir, mesela mükemmelini yapamama korkusu, tembellik, disipline olmama, motivasyonsuzluk, gerçekci olmamak (Bir saatte üç yüz sayfa yazı yazarım), bilgi yetersizliği… İla-ahir.

Yapamamanın getirdiği moral bozukluğuda işin tuzu biberi oluyor suçluluk piskolojisiyle yığılan işlerin altında ezilip kalıyoruz. ‘Bugünün işini yarına bırakma.’ Her zaman olmasa da atalar bazen güzel sözler de söylemişler.

Ertelemek başarısızlığı beraberinde getiren bir olgu olmakla berabar aynı zamanda insanı mutsuz, yılgın ve ümitsiz de kılar. Ertelenen her iş  insanda bir suçluluk ve yetersizlik duygusu meydana getirir. Erteleme hastalığının pan zehiri işe başlama cesaretini göstermektir.Yapılması gerekeni nasıl yapacağınız (Disiplin, plan, program…) sonradan kendiliğinden gelecektir.

Birçok konuda bilgimiz, becerimiz, donanımımız tam anlamıyla yeterli olmayabilir. Bu anlamda hiçbir insan mükemmel/dört dörtlük değildir. İnsan tecrübelerini/yetkinliklerini deneyerek kazanır, sadece arzulamak, teori üretmek ve plan yapmak insana yetkinlik/deneyim kazandırmaz. Ben yapamam(!) diyen pipirikli insan hiç bir şeyi yapamaz/başaramaz. Başladığınız bir işi başarıyla sonlandırdığınız zamanın arefesinde mutluluğu ve huzuru benliğinizde hissedersiniz; vaktinde kılınmış bir namazla, ertelenmemiş zekatla, okunması gereken bir kitapla huzur bulur kendinizi mutlu hisedersiniz. İşlerimizin yolunda gitmesini istiyor isek; Tohumu tarlaya zamanında ekmek, otomobilinizin bakımını zamanında yapmak, yemeğin altındaki ateşi zamanında kapatmak…

Bir şeyi zamanında yapmak o işe verilen ehemmiyetin ve samimiyetin göstergesidir. Zamanında yapılmayan ertelenen şeyler için ilerde hep pişmanlık duyarız da ‘keşke’ deriz ve ‘keşke’lerin arkası kesilmez. Bir çok ayetin sonunda Rabbimiz olan Allah acıyarak; “Keşke bilselerdi” demektedir. (Ankebut 43, Zümer 26, Kalem 33) İşlerinin sonunu ahirete erteleyenlerin o gün pişmanlıkları fayda vermeyecektir. ‘Yarın geç ola(cak)bilir.’

Zamanı iyi değerlendiremiyen onu elinden kaçırmış, hayatı ıskalamıştır. Giden/kaçan zaman birdaha geri gelmesi mümkün değildir. ‘Demir tavında dövülür’ata sözünde olduğu gibi. Soğuyan demir hem kolay şekil almayacak hem de şekil vermeye kalkanı yoracaktır.

O zaman ne yapmalıyız?

‘Zararın neresinden dönülürse kardır.’ Gidenin arkasından ağıtlar yakmak, karanlığa sövmek yerine, kalkıp ışık yakmak önümüzü, etrafımızı ve ertelediklerimizi görmeye yarayacaktır. Ve ardından da zamanı daha iyi kullanarak, doğru kararlar alıp, doğru işler yaparak, erişilebilir hedefler koyarak hayatı lehimize çevirebiliriz.

Şimdi kendi kendimize soralım; neleri, neden ertelik, bu ertelemeden dolayı oluşan kayıplarımızı nasıl telafi edebiliriz? (Bu soruları herkes kendince değerlendirebilir, kedince de geçerli veya geçersiz cevaplar/mazeretler de bulabilir.)

Ertelediğimiz kulluk vazifelerimizi yerine getirmek için, bir an evvel önem sırasına koyarak  işe başlayabiliriz. Örg, okunması gerekenleri önem sırasına koyarak, zamanı doğru (planlı, proğramlı) kullanarak kaybettiklerimizi kazanabiliriz.

Bilginin gücünün farkına varanlar onunla yaptıklarından haz alır, huzur bulur. Bilgisiz amel, karanlıkta yol almaya, beyhude çalışan/dolaşan insana benzer, bilerek yapılan her amel ruhu ve bedeni dinginleştirecek sonunda şükür ve dua’ya varacaktır. Hissedip, haz alarak yapdığımız/ertelediğimiz dualarımız anlam kazanacaktır… “ De ki: Sizin dua ve kulluğunuz olmazsa, Rabbim size ne diye değer versin? Siz onu yalan saydınız, yakında bunun cezasını göreceksiniz.” (Furkan 77)

Erteleye erteleye dağa dönen ertelediklerimiz bizi bekliyor! Bir ucundan başlayarak sırasıyla eritmeye başlamalı ve şu anki zamanı da iyi kullanmalıyız. Boşa geçirdiğimiz en çok israf ettiğimiz zaman, tükettiğimiz ömrümüzdür. Dün geçti geri getiremeyiz, yarına çıkacağımızda meçhul öyleyse bize düşen anı yaşamaktır. Zaman erteleme zamanı değil, zamanın kadrini bilme zamanıdır.

“Asra yemin osun ki, insan mutlaka ziyandadır. Ancak iman edenler, salih amel işleyenler, birbirlerine hakkı tavsiye eden ve sabrı tevsiye edenler bunun dışında.” (Asr 1,2,3)

Daha Fazla

İlgili Makaleler

2 Yorum

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

İlginizi Çekebilir

Kapalı