Yazılar

Kur’an’ın Etnik Yapılara Yaklaşımı

Kavmiyetçilik, milliyetçilik ve ulusçuluk olarak tanımlanan etnik yapıların tarihi seyrini şöyle tespit etmek mümkündür: İlk kalkış rampası aile olan bu yapılanmalar, zaman içerisinde kabileyi, daha sonra ise aşireti doğurmuştur.  Bu yapılanmalar kan ve nesep bağına bağlı olarak oluşturulan bir yapılanma olmaları hasebiyle, onları birleştiren bağ nesebe dayanan bir bağdı. Bu nedenle aralarında ortak bir inancın olup olmaması durumu etkilemiyordu. Aşiretin veya kabilenin her ferdi onlar için asla vazgeçilmez bir değer olarak görülür, “birimiz hepimiz, hepimiz birimiz için” anlayışı ile hareket edilirdi. Yapılanmalar gelişip birden çok kabilenin ve ya aşiretin bir araya gelmesiyle ortaya çıkınca,  bu anlayışlar da seyrini tamamlayarak ırki bir yapılanmaya dönüştü.

Ailede insan ailenin bir bireyi olarak tanımlanırken, aşirette aşiretin bir ferdi bir parçası olarak tanımlandı. Bütün bir ırka dayalı devlette ise o ırkın bir ferdi olarak daha geniş bir aşiret gibi kabul ediliyordu.  Bu yapılanmada fazla uzun sürmedi. Devletlerin sınır tanımayan gelişimi birden fazla ırkı bir devletin çatısı altında birleştirince; bu sefer farklı etnik yapıya mensup insanlar vatandaş olarak tanımlandı.

Ancak bu tanım ne insanların içinde bulunduğu durumu tam anlamıyla ifade ediyor, ne de fili durumla örtüşüyordu. Çünkü bir devlet içerisinde bulunan insanlar dil, din ırk, renk ve benzeri farklılıklara sahipti.  Bunca farklılıklara rağmen insanları birleştirecek üst bir bağın olması gerekmekteydi. İşte bu bağ insanların etnik kökenleri ne olursa olsun,  küresel anlamda tüm insanlığı içine alacak inanca dayalı din bağını kaçınılmaz olarak gündeme getirdi. Bunun sonucu olarak da “ümmet” anlayışı doğmuş oldu. Bu bağ öylesine kapsayıcı bir özelliğe sahipti ki, etnik kökeni ne olursa olsun hiç kimseyi dışlamaz,  kapsamı dışında bırakmaz. Aynı inanca mensup olanları “dinde kardeş olarak” (Hucurat 49/10) ilan eder ve bağrına basar. “Hiçbir kimsenin kimseye bir üstünlüğü yoktur,” anlayışı ile yaklaşır ve üstünlüğün Allah indinde takva ile olduğunu vurgular.(Hucurat 49/13)

Bunun ilk örnekliğini Hz. Muhammed (as) Mekke toplumunda başlattı. Bu hareketi, Mekke ve Medine’si ile uzun soluklu bir mücadelenin sonucunda gerçekleştirmiştir. Cihad Bayrağını ondan devralan ilk iki Halife zamanında İslam Hicaz’dan Orta Asya ya kadar uzanan topraklara hükmeden bir cihan devleti olmuştur. Bu coğrafyada yaşayan çeşitli din, dil, ve ırka mensup insanları asla soy kırıma tabi tutmamış, aşağılamamış ve asimile etmemiştir.  Allah’ın engin adaletini insanlığa ulaştırarak insanları, kullara kul olmaktan kurtarıp sadece Allaha kul olmalarını temin etmiştir. İslam’ın açmış olduğu bu kutlu yolda yürümeye çalışan nice devletler de aynı yolu takip etmiştir. İslam’ın hükmettiği hiçbir coğrafyada insanlar ne dinleri sebebiyle ne de dil, ırk, renk gibi etnik farklılıklarından dolayı kınanmamış, aşağılanmamış ve herhangi bir şiddete maruz kalmamışlardır. Teslim olan halklar, Müslümanların zimmet ehli olarak korumalarına girmiş;  mallarını ve canlarını koruma karşılığında sadece cizye ödemişlerdir.

Bunu yakın tarihten bir örnekle açıklayacak olursak:” Osman oğulları ailesi, Osman oğulları aşiretine, Osman oğulları aşireti Osmanlı beyliğine, Osmanlı beyliği, Osmanlı devletine, Osmanlı devleti de yirmi milyon km karelik bir zemine sahip Osmanlı imparatorluğuna dönüşerek tarihin bir dönemine hükmetmiştir. Bünyesinde birçok etnik gurubu, birçok inanca sahip insanı ve dilleri ve renkleri farklı olan bunca insanı, uzun yıllar bir bayrak altında yaşamalarını sağlamış ve ümmetin en büyük parçası olma şerefine ulaşmışlardır. Devletin resmen kabul ettiği din İslam olmasına rağmen, farklı dinlere ve dillere mensup olan halkını, asimile etmek için bir çaba göstermemiş, onları zimmetine alarak korumuş, inançlarını yaşamalarına imkân tanımıştır. Bu konuda peygamberimizin (as) ilk günden itibaren ortaya koymuş olduğu Medine vesikasından yola çıkarak “dinde zorlama yoktur” (Bakara 2/256 ) ilkesini şiar edinmişlerdir. Bu ilkeye bağlı kalındığı sürece de bir sorun yaşanmamıştır.

Ancak dünyayı ifsat eden 1789 Fransız ihtilalinden sonraki dönemlerde ortaya atılan ırki anlamdaki milliyetçilik akımı bu toplumlara servis edilince işin “büyüsü” bozulmuş; her etnik gurup makarayı başa sararak ilkel ve cahili toplumların bulunduğu noktaya geri döndürülmüştür. Bu milletin düşmanlarınca tezgâhlanan bu oyun sayesinde, koskoca imparatorluk içerden ırkçıların, dışarıdan da imparatorluğun topraklarını yağmalamak için bekleyen batılı emperyalistlerin eliyle, param parça edilerek yağmalanmıştır. İmparatorluğun merkezi de, bir dönem işgal altında tutularak kontrol edilebilir hale getirdikten sonra sözde “bağımsızlık” adı altında daima kontrol edilebilir bir yapı bırakmışlardır. Sözde büyük kahramanlık destanlarıyla kurulmuş bu devlet, kendi halkının kâbusu olarak, halkını müstemleke valisi gibi yönetmeye devam etmiştir.

Kuruluşundan bu güne kadar emperyalizmin kontrolünde hayatiyetini sürdüren bu yapı, kendi evlatlarını guruplaştırarak yıllarca birbirleriyle savaştırdı durdu. Bu da yetmedi her on yılda bir askeri darbeyle sivil hükümetler alaşağı edildi. Bir zamanlar gençlerimizi sağ ve sol olarak bölerken;  Sovyetlerinin yıkılmasından sonra alternatif olmaktan çıkan solun yerini, etnik ayrımcılık ve mezhep farklılıklarının alması için azami gayret gösterildi.  Ancak geçmiş yılların acı tecrübesine sahip olan insanlar artık bu oyunlara gelmemeye gayret göstererek bu badireyi en az zayiatla atlatmaya çalıştı.

Yenidünya düzeninde bu ülkeye verilen yeni rolün gereği olarak: “Dallandıkça budanan, kurudukça sulanan “ kaderini değiştirerek, bölgede model bir ülke olması için “daima sulanan” bir statü kazandırıldı. Sözde “Arap Baharının yaşandığı ülkelerde “modelimiz Türkiye” sözlerinin yükselmesinin hikmeti buydu. Yine bu günlerde etnik kökenli sorunların çözümünde etkin olacağını umdukları islam’ın getirdiği fıtri çözümünden istifade etmek için kolları sıvadılar. Hâlbuki İslam hini hacette müracaat edilen bir yaşam biçimi değil, inananlarınca bir ömür takip edilmesi gerek bir hayat nizamıdır.

Kur’an’ın indirildiği Arap toplumunda da bu hastalık had safhada bulunmakta idi. Allah Teâlâ insan zihnini tâ insanlığın kökenine götürerek bu durumu çözmüştür.

“Ey insanlar! Doğrusu biz sizi bir erkekle bir dişiden yaratıp türettik. Ve birbirinizle tanışasınız diye sizi kavimlere ve kabilelere ayırdık. Sizin Allah indinde en değerli olanınız, O’na karşı en çok sorumluluklarını yerine getireninizdir. Şüphesiz ki Allah her şeyi bilendir, her şeyden haberdar olandır.” (Hucurat 49/13)

Bu ayette bahse konu olan insanların kavim ve kabilesiyle övünmesinin,  ailesi ve aşireti sebebiyle kendini diğerlerinden üstün görmesinin anlamsızlığı vurgulanmaktadır. Bu ayetin açıklanmasıyla ilgili olarak Peygamberimiz de şöyle buyurmuştur:

“ Bakınız Allah atalarını yüceltmeye dayanan cahiliye şirkini- kibrini sizden uzaklaştırdı. İnsan ya Allah’a karşı sorumluluğunun bilincinde olan bir mümin yahut çaresiz bir günahkârdır. Bütün insanlar Hz. Âdem’in evlatlarıdır. Hz. Âdem de balçıktan yaratılmıştır. “ ( Ebu Hureyre/ Tirmizi ve Ebu Davud .)

Veda hutbesinde ise bu anlayış yinelenerek şöyle ifade edilmiştir: Arabın Aceme Acemin de Araba üstünlüğü yoktur. Allah indinde üstünlük takva iledir. İnsanların hepsi Âdemin çocuklarıdır. Âdem ise topraktan yaratılmıştır.”

Yeni teşekkül eden Medine İslam toplumunda cahiliyeden kalma bütün defoları kaldırmak için, ilahi bir yöntemle temizlik yapılmaktadır. Atalarıyla, soylarıyla, aşireti ile övünen bir anlayışın, yeni oluşan ve bütün etnik farklılıklara kucağını açan bir anlayışla bağdaşması mümkün olmayacağından, bu ayetle duruma çözüm üretilmiştir. İnsanların fıtrat olarak birbirinden farkının bulunmadığını, aile olarak aynı aileden gelen muhtelif insanlar olduklarını ifade etmiş; İnananları birbirleriyle Kardeş ilan ederek(Hucurat 49/10) tüm dünya insanını en yakın bir akrabalık bağıyla bağlamıştır.  Peygamber (as) ve hanımları için ise şöyle buyrulmuştur:

“Peygamber, müminlere kendi canlarından daha yakındır. Eşleri de onların anneleridir…” (Ahzab 33/6)  insana kendi canından daha yakın olan Peygamber (as) bu durumda iman edenler ailesinin aile reisi, hanımları da o ümmetin anneleri olarak ilan edilerek, inananları bir aile olarak takdim ediyordu.  Bu durum, Allah Teâlâ’nın Nuh (as) vermiş olduğu cevapla da onaylanmaktadır:

“Nuh Rabbine seslendi: «Rabbim! Oğlum benim ailemdendi. Doğrusu Senin vadin haktır. Sen hükmedenlerin en iyi hükmedenisin» dedi. Allah buyurdu ki: Ey Nuh! O asla senin ailenden değildir. Çünkü onun yaptığı kötü bir iştir. O halde hakkında bilgin olmayan bir şeyi benden isteme! Ben sana cahillerden olmamanı tavsiye ederim.” (Hud 11/45-46)

Nuh (as)’ın inanmayan oğlu, Nuh (as)’ın ailesinden sayılmamasının sebebi,  iman edenlerden olmamasıdır. Bu nedenle Müslüman ailesinden sayılmamış, boğulanlardan olmuştu. Peygamberimiz (as) da aynı anlayışı,  “Küfür bir millet İslam da bir millettir” sözleriyle ifade etmiştir. Bu anlayış Müslümanlar arasında o kadar kabul görmüştür ki, müşriklerle yapılan ilk savaşta Bedirde,  nesep olarak kardeşler birbirlerine karşı savaşırken, babalarda oğullarına karşı savaşıyorlardı. Sinelere hâkim olan iman bütün teamüllerin önüne geçerek hükmünü icra ediyordu. Kur’an bu hakikati şöyle ifade etmektedir:

“Allah’a ve ahiret gününe iman eden bir kavmin; kendi babaları, oğulları, kardeşleri veya akrabaları da olsa Allah ve Peygamberine muhalefet eden kimselere karşı kalplerinde bir sevgi beslediğini göremezsin. İşte onların kalbine Allah, imanı yazmış ve katından bir ruh ile onları desteklemiştir”… (Mücadele 58/22)

İnanan insanlar için yol gösteren şey,  ancak Allah’ın ayetleridir. Bunun dışındaki hiç bir şey Müslüman için hareket sebebi olamaz. Konuyla alakalı olarak Peygamberimiz şöyle buyurmuştur:

“Kabilevi asabiyetle ortaya atılan kişi bizden değildir. Kabilevi asabiyet yüzünden kavgaya giren kişi bizden değildir. Kabilevi asabiyet yüzünden ölen bizden değildir. ( Cubeyr Bin Mut’imden/ Ebu Davud)

“Kabilevi asabiyet’in” ne olduğu sorusuna da şöyle cevap vermiştir:

“Haksız oldukları bir konuda insanın kendi halkına / kabilesine arka çıkmasıdır.” ( Vasıle Bin Eska /Ebu Davud) şeklinde ifade etmiştir.

Benzeri bir olay da Hz. Musa (as) başından geçmişti.  Kasas28/15 te anlatılan olayda Musa (as)’ı yardıma çağıran adam, Musa’nın kendi kavminden idi. Musa kavmiyet asabiyetine kapılarak haklı kim haksız kim sormadan kendi kavminden olan adama yardımcı olmak için koşturdu ve bir yumrukta adamı yere serdi.  Hâlbuki suçlu olan mısırlı değil İsrail oğullarından olan kişi idi. Bu nedenle :”Hemen kendi kendine şöyle dedi:

“Bu şüphesiz şeytanın işidir.  Doğrusu o, insanları yoldan çıkartan apaçık bir düşmandır” dedi.  Ey Rabbim beni bağışla!  Ben kendime yazık ettim… Bana vermiş olduğun nimetler hakkı için bir daha suçlulara arka çıkmayacağım” dedi. (Kasas 28/15-17)

Musa (as) ‘ın  bu itirafı, bir anlık öfkeye kapılarak hakkın ortaya çıkması için tarafların arasını bulacağı yerde, soydaşından yana gücünü kullanarak onu bertaraf etmeye yönelmiş olmasıdır.                      Bu nedenle Müslüman her hal ve karda haktan, adaletten, mazlumu kurtarmaktan, zalime haddini bildirmekten, ezilenleri tutup kaldırmaktan yana olmak zorundadır. Hakkı ayakta tutmayı kimsenin hatırına kurban etmeden…

Daha Fazla

İlgili Makaleler

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir