Yazılar

Said Nursi’nin Hz Ali’ye “Sekine” iftirası

Said Nursi Risalelerin kendisine “ilham ile yazdırıldığını” ve “Kur’an’ın alındığı yerden alındığını” iddia etmiştir. Nursî özetle; kendi eliyle yazdıklarının kendisinden olmadığını, vahyin membaından ilham ve telkin yolu ile yazdırıldığını pek çok yerde ve hemen her fırsatta söyler.

Kendisinin beyanı ile ciddi bir tahsil görmemiş ve sadece on beş günlük bir ilkokul tecrübesi olmasına rağmen, öncekilerin ve sonrakilerin ilimlerine, ledünnî ilimlere, eşyanın hakikatına, kâinatın esrarına ve ilâhî hikmete varis kılındığını iddia etmiştir. “Kendisi yüce ahlakî meziyetleri ile bir yaratılış mucizesidir. O bedenlenmiş bir inayet ve mutlak bir Allah vergisidir.” İşte bu ve benzer olağan dışı özelliklere haiz olduğu iddiasındaki Said Nursî, Hz Ali’nin Risaleleri asırlar öncesinden haber verdiğini ve Risalelerin olağan dışı yollarla dikte ettirildiğini ispat için, Cebrail’in Ali’ye “Sekine” isimli bir sayfa verdiğini ve bu sayfada Risalelerden ve kendisinden bahsedildiğini söyler. Bu iddiasını da her zaman başvurduğu “cifr” palavrası ve kelimeleri yerlerinden oynatarak, ihtiyaç halinde harf eklemek ve ya çıkartmak suretiyle güya ispat eder.

Hikâye şu:

Dikkat: Mahremdir, herkese gösterilmez uyarısı yapıldıktan sonra, üç önemli özelliği olan acayip bir Lema’dan bahsedilir.

Otuz birinci mektubun on sekizinci Lem’ası:

Risale-i nur şakirtlerine işaret eden Hz Ali’nin gâibe (gelecekten haber vermeye) dair bir kerametidir:

Risale-i Nur öğrencilerine ve yayıncılarına Hz Ali’nin irşadkârane ve teveccüh ile bakmasına işaret etmesidir.

Bir gün Ali bin Ebi Talib Peygamberimizle beraber otururken, Cebrail İsm-i Azamın yazılı olduğu bir sayfayı Hz Ali’nin kucağına bırakıyor. Ali bin Ebi Talib; Cebrail’i semayı kaplamış gök kuşağı şeklinde gördüm. Sesini işittim, bu sayfayı Ondan aldım, bu isimleri de içinde buldum diyerek; bir takım olaylardan bahsettikten sonra tahdis-i nimet suretinde diyor ki: Dünyanın yaratılmasından kıyamete kadar olan bütün ilimlerin sırlarını bu sayfa sayesinde keşfettim. Kim ne istiyorsa sorsun, sözümden şüphe edenler de zelil (alçalsın) olsun… (Metnin orijinali için bakınız: Sikke-i tasdik-i gaybi, On sekizinci Lem’a, Kaynaklı-indeksli Risale-i Nur külliyatı, Said Nursi, Yeni Asya Yayınları, İstanbul, 1995, c. 2 s. 2078- 2079)

Said Nursî gökten düşen bu sahifeden “Yâ Müdriken li’z-zaman” cümlesini alır, “Müdriken” kelimesinden “mim”i atar, kelimeyi ters yüz edip bir şekilde ‘k r d’ kökünü elde eder. Sonra bu kelimeye “elif lam” takısı ilave ederek, “el-Kürdî” kelimesine ulaşır. Yani Said Nursî buradan kendisine gaybî bir işaret bulur(!) (Ayrıntı için 8. Şua’ya bakınız) İlmin derinliğine bakar mısınız? Tekeden süt çıkarmak dedikleri şey böyle bir şey olsa gerek! Üstelik Hz. Ali, ilerde iman ve Kur’an hakikatlerini neşredecek mühim talebesine işaret etsin diye aynı metne “Li’z zaman” kelimesini boşuna koymamıştır. O geleceği görmektedir. Açık açık söylemesine izin olmadığından, böyle şifreli konuşmak zorunda kalmıştır! Aslında “Sekine” yazılı olarak Cebrail tarafından getirildiğine göre, Allah bunu buraya yazmış, ya da yazdırmış olmalıdır(!) Said Nursi’nin diğer bir lâkabı da “Bediüzzaman”dır. Allah’ın Cebrail ile gönderdiği bu “Sekine” sahifesinde adrese teslim ifadelerle, kör gözüne parmak sokar gibi Said Nursi’yi ve talebelerini bizlere haber vermek istemiştir!

Said Nursi’nin böyle bir hikâye uydurmasının sebebi kendisine rahat ve sorumsuzca hareket edeceği bir alan açma gayretidir. Risalelerin alışılmışın dışında bir yolla yani “ilham ile yazdırıldığının” zeminini hazırlamak insanları buna inandırmaktır. Böyle yapmakla “olağan dışı” yollardan bilgi edinmenin mümkün olduğu intibaını vermek istemesidir. Böyle bir şeyin mümkün olduğunu Ali bin Ebi Talib üzerinden kotarmaya çalışmaktır.

Can yakıcı soru şu: Ömrü hayatında sadece 15 gün İlkokula gitmiş ve çok düzensiz bir medrese hayatı olan Said Nursî, Matematikten Biyolojiye bütün Fen Bilimlerinden tutunda, Felsefeden Tefsire tüm Sosyal İlimlerde iddia sahibi ve teknik konuları muhtevi Risaleleri nasıl telif etmiştir? Yeni Said’e göre sorunun basit bir cevabı vardır. Aslında bir telif söz konusu değil! Risaleler kendisinin de pek çok defa ifade ettiği gibi; ya ilhamla yazdırılmış ve ya müellifin gaybden ihtarlar yoluyla “Kur’an’ın alındığı yerden alınmış” kutlu bilgidir. Said Nursi’nin bu hikâye ile okuyucu ve takipçileri nezdinde yapmak istediği ve vermeye çalıştığı intiba tamda böyle bir şeydir.

Kendi beyanına göre “yarı ümmiyim” dediği tahsil hayatına dair gerçek ise; Doğu Beyazıt’ta iken üç ay süren eğitimi sırasında günde üç saat okuyarak yüze yakın kitabı ezberleyecek kadar zeki olan Said Nursî ilmi alt yapısı ve farklı kişiliğinin oluşmasını; ülkenin her tarafından süreli yayınların da geldiği, iki yıl memurluk yaptığı zengin Bitlis Vilayet Kütüphanesi’ndeki okumalarına borçludur. Buradan sonra Van Valisi Hasan Paşa ve sonrasında İşkodralı Tahir Paşa’nın kendisine sarayda 10 yıl sürecek bir okuma imkânı vermiş olması, bilgi birikiminin temelini oluşturur.

Said Nursi hikâyenin devamında çoğu zaman yaptığı gibi Risalelerin sıra dışı ve kutsal metinler olduğu intibaını güçlendirmek için, Hz Ali’nin Risaleleri haber vermekle yetinmeyip onları okuduğunu, onlarla dua ettiğini söyler. Ali’nin Risaleleri asırlar öncesinden haber verdiğini, her zaman yaptığı gibi başvurduğu ebced ve cifir hesabı ile bir güzel ispat eder. Nursî bu gayreti ile Risale-i Nuru ve şakirtlerini kutsallaştırmayı hedefler. Konu ile ilgili bakın ne diyor: “… Birden bir ihtar-ı gaybî gibi kalbime denildi: İmam-ı Ali (r.a) Risale-i Nur ile çok meşguldür. Hepsinden haber verdiği gibi kıymetdâr risalelerine de işaret derecesinde remzedip îma ediyor.” Eğer açık bir şekilde gaybdan haber verilmesi Allah tarafından yasaklanmasa idi, Gaybı bilen Hz. Ali, açık seçik bunu deklere ederdi ama Allah yasakladığı için, bunu ancak işaret yoluyla söylemiştir! (Sikke-i tasdîk-ı gaybî, sekizinci şua)

Said Nursi, hezeyanlarına temel oluşturmak için, Kur’an’da defalarca gaybı Allah’tan başka kimsenin bilemeyeceği belirtilmişken, Ali bin Ebi Talibin gaybı bildiğini ve kendisine vahiy geldiğini söyleyerek hem Hz Ali’ye hem de Allah’a da iftira etmiştir. Diğer taraftan eğer Cebrail Ali’ye vahiy getirdi ise, doğal olarak Ali bin Ebi Talibin de peygamber olması gerekir. Oysa biz biliyoruz ki; son Peygamber Hz Muhammed’tir.

Said Nursî; uydurulmuş, düzülmüş metinleri vahye izafe etmeye oldukça meraklıdır. O, bir şeyin vahiy olup olmadığı konusunda ilmî disiplinden ve ciddiyetten o kadar uzaktır ki, işine gelen her metni vahiy diye takdim etmeye hazırdır. Ne üdüğü belirsiz bu sahife nerededir? Kim rivayet etmiştir? Sünnetin neresinde yer alır? Hz. Peygamber’e vahiy olarak gökten, yazılmış hiçbir metnin inmediği Müslümanlarca bilinen ve üzerinde ittifak edilen bir konu iken, bu öyle bir uydurmadır ki, içinde hem vahye, hem vahyedene, hem de vahyedilene karşı saygının kırıntısı bile yoktur.

Vahyin tek muhatabı Hz. Peygamber olduğu hâlde, hem de onun huzurunda, getirdiği yazılı bir vahiy metnini Cebrail’e Hz. Peygamber’in değil Ali’nin kucağına düşürttüren bu uydurukçuların alçaklıkları ve hain ve pis emelleri o kadar barizdir ki, Hz. Ali’nin değil Hz. Muhammed’in peygamber olduğuna inanan her Müslümanın bunu fark etmesi gerekir. Allah, bu kezzap/yalancı ve deccalları kahretsin!

Böylece Said Nursî’nin; adları Bâtınî, Rafızî, Hurufî, Karmatî kardeşlerinden sonra Gurabî (Şia’nın aşırı fırkalarından biridir. Bunlar; peygamberliğin aslında Hz. Ali’ye ait olduğunu, fakat Cebrail’in benzerlikten dolayı şaşırıp hata ederek Hz. Ali yerine Hz. Muhammed’e (s.a.v.) geldiğini iddia ederler) adında bir kardeşi daha olduğunu öğrenmiş olduk… Evet, Said Nursî’nin bu sözleri onun bir Şiî, üstelik Gulâttan bir Şiî olduğunun en açık göstergesidir. Bu fırkaya Gulât denmesi, Hz. Ali konusunda aşırılığa gitmelerindendir. Ona bir taraftan ulûhiyet, bir taraftan nübüvvet ve bir taraftan da nübüvvette ortaklık nisbet etmektedirler. (Ebû Muhammed Osman b. Abdillah b. el-Hasen el-Irâkī el-Hanefî, el-Firâku’l-Mufterika beyne Ehli’z-Zeyg ve’z-Zandaka (s.29-31), nak. Yaşar Kutluay, İslâm ve Yahudi Mezhepleri, Anka Yayınları, İstanbul 2004, 126.)

Konuyu özetlemek adına şu sorularla noktalayalım:

Cebrail Hz Ali’nin kucağına düşürdüğü bu kitabı kime getiriyordu?

Şimdiye kadar gökten yazılı bir nüsha olarak kime vahiy verildi?

Cebrail bunu nasıl düşürdü?

Hz. Ali bunu neden Peygamberimize vermedi?

Peygamber yanı başında olan bu işte neden bir şey demedi? Yoksa haberdar olmadı mı?

Cebrail Kur’an’ı hep sözlü getirirken bunu neden yazılı sahife olarak getirdi?

Bu sahife yanlışlıkla Ali’nin kucağına düşürüldü ise neden geri alınıp asıl muhatabına vermedi?

Kendisine kitap, vahiy gelen biri Peygamber olmuyor mu? Buna göre Ali de Peygamber olmuyor mu?

Bu olaydan 1400 yıl kadar sonra kitap yazan bir kişinin bundan nasıl haberi oldu?

Sırlarla dolu Sekine isimli kitap şu an kimlerin elinde?

Ve son soru: Sikke-i Tasdik-i Gaybi isimli risalenin şimdiki baskılarından bu bahis neden çıkarılmış?

Camia buna hala inanıyor mu? İnanmıyorsa neden?

Hz. Ali Kur’an’dan bir ayet bulamadı da Risalelerle Allah’a sığınma ihtiyacı mı duydu?

Said Nursi şöyle diyor; “İmam-ı Ali, Nur’un bölümlerinden haber verdiği sırada; “Ayet’ül- Kübra hakkı için beni ani ölümden koru” deyip o Ayet-ül Kübra’yı şefaatçi yaptı…” s.194

Bu nasıl iştir?

“Risale-i Nur şakirtlerinin kurtuluşa ereceklerine ve mutlu olacaklarına dair. Hz. Ali’nin ve Abdülkadir Geylanı’nin müjdeleri vardır.” (Kastamonu Lahikası, Yirmi Yedinci Mektup, a.g.e, c. II, s.1608)

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Etiketler
Daha Fazla

İlgili Makaleler

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir