GenelYazarlardanYazılar

Bölgesel/Küresel Gelişmelerin Yansımaları ve “FABRİKA”-Lafarge BELGESELİ-

Bir önceki ayın yorum bölümünde, “Üretilmiş Kürt Sorunu” ile ilgili yeni bir safhadan ve bu yeni dönemde HDP/PKK’nın, söz konusu sorunun üretilmesinde en büyük pay sahibi iç ve dış unsurlarla birlikte hareket etmesini değerlendirdik… Bu bağlamda, söz konusu sürecin arkaplanını doğru okuduğumuzda, bu çizginin, bölgede önemli bir unsur olan “Müslüman Kürt”lere değil, etnik ve mezhebi farklılıkları kullanarak bölgeyi kendi çıkarlarına göre yeniden kurgulamak isteyenlere hizmet ettiğini tekrar hatırlatmak istedik. Dolayısıyla, değişen şartlarda, “sistem-içi” mücadele/”savaş”ın bir iç mesele olmaktan çok küresel güçleri daha çok ilgilendiren boyutlarının giderek güçlendiğinin de  altını çizmiştik… Dolayısıyla “yandaşlar” etiketini muhaliflerine yapıştırmakta mahir olan malum “fondaşlar”ın, hiç bir kural tanımayarak/can siperhane bir şekilde HDP-PKK/PYD’yi meşrulaştırmak istemelerinin aşamalarına dikkat çekmiştik… Türkiye-ABD ilişkilerinin yeni bir döneme/krize girdiği tarihten bu yana netleşen “sistem-içi”mevziler/saflar, 2023 seçimlerine doğru çok daha belirgin hale gelmektedir. Ve artık, algı yönetimi ve manipülasyon tekniklerinden çok, açık-açık, HDP-PKK/PYD’yi meşrulaştırmanın “kanuni”liğine vurgu yapılarak “Millet İttifakı”nın bir parçası olduğu algısı, “kitleleştirilmiş” malum bir kesime, aleni bir şekilde sunulmaktadır…Tabii ki buradaki ana amaç, Recep Tayyip Erdoğan/Cumhur İttifakı’nı devirmek ve Türkiye’yi, onların ifadesine göre,”Fabrika ayarlarına döndürmek” olduğu malumdur…

Aşama aşama gelinen bu süreçte, başlangıçta  örtülü olarak yürütülen HDP’nin kanuniliği/meşruluğu  vurgusu, özellikle, yerel seçimler sonrası Kandil/PKK-PYD’nin net çıkışlarıyla ileri bir safhaya evrilmiş ve “Millet İttifakı” bileşenlerinden ciddi bir tepki gelmemesi de birilerini cesaretlendirmişti. HDP’nin kapatılma sürecini engelleyici bir atmosfer oluşturmak için atılan bu adımlardan sonra HDP’nin “Tutum Belgesi” ile bu sürecin geldiği aşama daha da belirgin hale getirilmişti… ABD ve AB’nin aşikarane desteği (AHİM kararı ve Büyükelçiler Mektubu…) ile netleşen bu ortak dil/malum cephe, artık “Kandil”deki terörist başlarının, her kritik gelişmeye yönelik, açıklamalarıyla da sıradan hale gelmiş bulunmaktadır…

HDP’nin “Tutum Belgesi”nde, yaşanan bu süreçte sıkışan İYİ Parti’yi rahatlatan kritik açıklamalara, “Seçim ittifakında yer almayacağız, ama…” cümlesinden sonra sıralandığına da şahit olmuştuk.Ve  “Tezkere”de CHP ve İYİ Parti’nin Duruşu ve “Bacı”ya sinkaflı küfreden Grup Başkanvekili/”Milliyetçi” söylemler vb.

Yukarıda, özet olarak tekrar gündeme getirdiğimiz “Millet İttifakı” nın 2023 seçimlerine yönelik stratejik sürecinin önemli bir kırılma noktası olarak meclisteki Tezkere oylaması, Türkiye’nin gündemine oturdu…Keza hemen peşi sıra da “Milliyetçi” tabandan/MHP’den   oy   tırtıklama amaçlı kurulan İYİ Parti Grup Başkanvekili’nin Bingöl’de yeni bir vukuata imza atmasıyla kamuoyunda oluşan atmosfer, dikkatle okunması gereken kırılmalardır, bizce. Her ne kadar, iki ittifakın da seçmenleri özellikle “Millet İttifakı” nın seçmenlerinin kahir ekseriyeti, okumuşu/entellektüeli-okumamışıyla, “kitleleştirilmiş” ise de küçük bir kesimin son olaylardan etkilenmeleri kaçınılmazdır…Tezkere’den sonra kamuoyundaki tepkiyi kırmak için CHP’nin yapmaya çalıştığı “yabancı askerler” manipülasyonu kısa sürede boşa çıktı… Keza gittiği yerlerde “bacınıza güvenin”   diye   toplumla  ilişkisini  güçlendirmek  isteyen bayan  bir  genel  başkanı  olan  bir  partinin“ grup başkan vekili” Lütfü Türkkan’ın galiz küfrü de İYİ Parti ve CHP yetkililerince, bir provokasyon olarak nitelendirilerek geçiştirilmesi, kırılmanın bu ittifaktaki güçlü etkisine karşı bir savunma olarak okunabilir. Aynı zamanda, özellikle CHP’nin gündem değiştirme ve muhafazakarlarla “helalleşme” söylemleri de bu çerçevede değerlendirilebilir….Bu süreçte, İYİ Parti ve CHP  yetkililerinin, ekonomideki sıkıntılı sürecin, neden gündemden düşürülüp tezkere ve Lütfü Türkkan olayının konuşulduğu polemiği de bizce bir anlam taşımamaktadır…Zira sistem-içi bu “savaş”ın tek boyutunun ekonomi olmadığı gibi Türkiye’nin “güvenlik ve gelecek kaygıları”nın öne çıkmasının da önemli bir gelişme olması da kaçınılmazdır…

Tezkere’ye CHP’nin HDP-PKK/PYD’nin tehditleriyle “hayır” demesi ve bu tavrını ciddi argümanlara dayandıramaması, -CHP-HDP ilişkisinin, büyük oranda bilinmesine rağmen- tabanda bir homurdanma oluşturduğu tespiti inkar edilemez bir gerçektir…Her ne kadar İYİ Parti, tezkereye “evet” demiş olsa da oylamada Meral Akşener’in, tezkere öncesinde, Cumhurbaşkanı adayı olarak görmek istediği Ekrem İmamoğlu üzerinden verdiği mesajlar gerçekten manidardır. Ve bu “evet” oyunun aslında “bizzarure” olduğunun açık göstergeleridir. Hatırlayalım, Akşener, önce İmamoğlu’nu Fatih Sultan Mehmet’e benzetmiş, sonra ablasının onun yüzünde “hayırlara işaret eden” izler gördüğünü ifade etmiş, kısa bir süre sonra da İmamoğlu’nun,           HDP’lilerin destek verdikleri PKK-PYD sempatizanı bir ressamın sergisine katılmasını desteklediği anlamına gelen çelenginin görünürlüğü sağlanmıştır… Bunlar yaşandıktan sonra kendi tabanında oluşan tepkileri görmüş olacak ki Akşener, geçmişte “bizzarüre” ifade ettiği bir sloganını tekrar etmiştir: “HDP’yi PKK’nın yanında konumlandırıyorum”…Bu çerçevede, “Millet İttifakı”nın gizli ortağı olan HDP-PKK ile “bizzarüre” ilişkilerinde bir türlü ayar tutturamayan Akşener, seçim gezilerinde, bu ikircikli duruşunun karşılıklarını görmeye başlamıştır… En son Bingöl’de yaşananlar ise “kral çıplak” dedirtecek kadar, sürecin netleşmesini sağlamış gözükmektedir.Ve konuyla ilgili tüm sütreleme çabaları, başta provokasyon iddiaları olmak üzere boşa çıkmış gözükmektedir….

Son planda, ”Millet İttifakı”nın, dış ve iç unsurların da desteğiyle, yürüttüğü ve kısmen de olsa, ekonomik sıkıntı ve pandeminin açtığı alanda etkili olan “algı yönetimi ve manipülasyon” operasyonunda belli ki önemli sayabileceğimiz bir kırılma yaşanmıştır…Son günlerin popüler ismi olan ve sistem analizleriyle dikkat çeken Arkeolog/Sanat Tarihçisi İbrahim Ufuk Kaynak’a tüm toplum kesimlerinde gösterilen teveccüh de olması beklenen süreçteki kırılmanın daha görünür hale gelmesine yardım etmiştir. Yani “Algı yönetimi ve Manipülasyon”un  iç ve dış  unsurlarının tüm çabalarına karşın, “kitleleştirmiş” kesimler hariç, “Millet  İttifakı”ndan  yana  olan  küçük  bir  kesimin  kafası  karışmıştır…. Tarihte  belirli dönemlerde gündeme gelen küresel ve bölgesel değişim süreçlerini doğru okuyabilmek için, küresel sistemin nasıl işlediğini, bunun bölgesel ve yerel yapıları nasıl etkilediğini, küresel odakların, kendi çıkarları ve egemenliklerini koruma maksatlı yaptıkları operasyonları, özellikle de dünya para sisteminin işleyişi/dolarizasyonları toplumun gündemine kısmen taşımış oldu İbrahim Ufuk Kaynak… Sonuçta, sistemik/yapısal sorunları, perde arkasındaki güç odaklarını doğru okumak, ülkelerdeki yönetimlerin değişimine, genelde, toplumun değil de “güç odakları”nın karar verdiğinin gündeme gelmesine katkıda da bulundu…

TÜRK KONSEYİ’NDEN TÜRK DEVLETLERİ TEŞKİLATI’NA

 Türk Konseyi 8. Zirvesi İstanbul’da, “Özgürlük ve Demokrasi Adası”nda (Yassıada’da) toplandı…Toplantı’nın en önemli gündemi, bu birliğin, isminin Türk Konseyi’nden, Türk Devletleri Teşkilatı olarak değiştirilmesi oldu…

2009’da Nahçıvan’da imzalanan ve 2010’da kurulmuş olan bu birlik, ilk olarak Türk Dili Konuşan Ülkeler İşbirliği Konseyi olarak Türk dünyasının ilk çatı kuruluşu oldu. Türkiye, Azerbaycan, Kazakistan  ve Kırgızistan  tarafından  kurulan bu konsey, 2017’de Macaristan’ın, 2018’dede Özbekistan’ın katılmasıyla üye sayısını beşe çıkarmıştır…Son toplantıda genişlemeye devam ederek ,Türkmenistan’ın da konseye katılımıyla, 5 daimi ve 2 gözlemci olmak üzere toplam 7 üyeli bir konsey haline gelmiştir. Ve teşkilatın önemli bir beklentisi KKTC’nin de teşkilata üye olmasıdır…

Zirve sonrası yayımlanan bildiride, öncelikle konseyin isminin “Türk Devletleri Teşkilatı” olarak değiştirildiğinin altı çizilmiştir… “Ortak geçmişten ortak geleceğe” sloganıyla yeni bir döneme girmiş olan teşkilat, “Medeniyetin merkezi” Türkistan’ın bir çekim merkezi haline gelmesini hedeflemektedir….Teröre karşı ortak işbirliği içinde mücadele edileceğinin altı çizilmiştir…Ekonomik, siyasi, kültürel işbirliklerinin giderek güçleneceği temennisi de yer almaktadır, bu ortak bildiride. Aynı zamanda, hiç kimse/hiçbir ülke teşkilattan rahatsızlık duymamalıdır ifadesi de dikkat çekicidir…Bu zirvede, 2040 Vizyon belgesinin de karara bağlanmasıyla, üye devletlerinin kültürel, ekonomik, ticari ve siyasi işbirliklerinin çok boyutlu ve derinlikli bir zeminde ilerleyeceğini göstermektedir…Keza zamanla dış politika konusunda da ortak bir “duruş”un sergilenmesinin yolu da açılmış gözükmektedir….

Tüm bu stratejik hedeflerine karşın bu teşkilatın bir “Turan” idealinin zemini olduğu iddiası, bu birliğin boyutlarını tam olarak yansıtmayacaktır. Zira bu, Türk devletleri arasında işbirliğinin ötesinde algılanması gereken bir teşkilattır. Küresel ve bölgesel düzlemde bu teşkilat, bölgede bir denge unsuru olacaktır…Değişen şartların açtığı alanda, “ortak bir geçmiş, ortak bir gelecek” sloganıyla ekonomik yapı, ortak bir siyasi yapı, hatta ortak bir savunma hedefine doğru adımlar atılabilir bahse konu teşkilatta…

S.S.C.B.’nin dağılmasından sonra ortaya çıkan Bağımsız Devletler Toplulukları, geçmişte olduğu gibi bu günde yapılarını sağlamlaştırmak ve iç dengelerini korumak peşindeler. Lakin bu ülkeler, bir taraftan da ABD’nin söz konusu ülkelere yönelik jeo-politik ve jeo-stratejik hesapları ile karşı karşıya oldukları bir dönem geçirdiler.Ve halen de bu etkilerden kurtulabilmiş gözükmemekteler…Ne var ki değişen şartların açtığı alanda Türkiye’nin, -tarihsel ve stratejik derinliğini kullanarak- güçlü adımlar atması, Türk Cumhuriyetlerine rehberlik edecek güç haline gelmesinin yanında bölgede değişen dengelerde birliğin bu günkü konuma gelmesinde önemli rol oynaması manidar. Özellikle Ermenistan’ın işgali altındaki Azerbaycan topraklarının kurtarılması aşamasındaki Türkiye-Azerbaycan ilişkilerinin görünümü, diğer Türk devletlerini de etkiledi.Keza Afganistan’daki gelişmelerin seyri de söz konusu toplulukların güvenlik ve gelecek  beklentilerini öne çıkarmaktadır…

Gerek ABD ve gerekse de Rusya’nın Türkiye ilişkilerinin yeni bir döneme girmesiyle, Türkiye’nin bölgedeki stratejik ağırlığı da giderek ortaya çıkmaya başladı. Ve Türkiye, küresel sistemin içinde kalarak çıkış arayışının yanında söylemleri ve uygulamalarıyla giderek güven vermeyi başardı. “İlkesel ve ahlaki” duruşu ile Türkiye, geçmişteki sömürgeci güçlerin alternatifi olarak gündeme gelmek yerine “kazan-kazan” ilkesiyle hareket etmektedir. Osmanlı bakiyesi olan Türkiye tarihi ve stratejik olarak etki alanları/Hinterlandın da önemli adımlar atmakta…Değişen dünya ve bölge şartlarında, bir başka ifadesiyle “yeni denge arayışı” sürecinde, jeo-stratejik olarak, Orta Asya-Pasifik’in dünyanın güç merkezi haline geldiği bir zaman diliminde yükselen güç olarak anılmaktadır Türkiye. Her ne kadar bu durumu, Rusya, Çin, ABD’yi(İsrail’i)tedirgin ediyor olsa da söz konusu   güçlerin  stratejik hedeflerine ulaşmada Türkiye’ye  olan ihtiyaçları  bu ülkeyle,  olabildiğince, dengeli ilişkiler kurmayı zorunlu hale getirmiştir.Bilhassa Azerbaycan’daki gelişmelerden tedirginlik duyan İran da tıpkı Irak-Suriye ekseninde olduğu gibi bu bölgede de Türkiye’nin ağırlık kazanmasından tedirginlik duymaktadır.Oysa zor gözükse de bu iki ülkenin işbirliğinin, imkanlarını zorlamaları halinde her ikisin de lehine olacağı gibi bölge insanı için de olumlu sonuçları olacaktır…

Gerçeklikten Uzak Suriye Yorumlarının İflası ve FABRİKA  Belgeseli

İktibas/İktibas Çizgisi okuyucuları hatırlayacaktır. Bölgedeki değişim ve dönüşüm sürecinin Suriye ayağıyla birlikte küresel güç odakları/ABD, strateji değişikliğine gitmiş ve bölgede “Kontrollü Demokratik Değişim Stratejisi”nin yerine “Kaos Stratejisi”ni gündeme taşımıştı…Dolayısıyla o güne kadar, -bir proje olarak hükümet olan- AK Parti/AKP iktidarıyla ABD arasındaki ihtilaflar giderek yoğunlaşmıştı. Buna karşın “Nükleer Anlaşma” ile birlikte, ABD ile İran’ın Irak-Suriye eksenindeki ortak çıkarlar artmıştı…ABD’nin 2011-2015 döneminden sonra da  strateji değişiminin  bölgedeki tezahürleri giderek netleşmiş ve Irak-Suriye ekseninde yaşananların sonuçları bölgede yeni denge arayışlarının farklı bir düzlemde ilerlemesi sonucunu doğurmuştu.ABD ile Türkiye’nin Suriye planlarının önemli bir unsuru olan muhaliflerin eğitilip-donatılması tavsamış, bir süre sonra da ABD ,kurguladığı/destek verip önünü açtığı İŞİD/DEAŞ vasıtasıyla bölgedeki dengeleri değiştirmek istemişti…Aynı zamanda DEAŞ  ile beraber PKK/PYD’ye de destek vererek, hatta PYD’yi meşrulaştırmak için (güya)DEAŞ ile savaştığını iddia edip algı oluşturmaya da yeltenmişti.Ki bu süreçte bu günkü ABD-PKK/PYD  ilişkisinin  de   yoğunluğunu  ortaya  çıkarmıştı… Dahası  bölgedeki  yeni  denge arayışı sürecinde, -İsrail’in güvenliği için- Suriye’ye Rusya’nın girişine çanak tutmuştu ABD.İşte tam da bu dönemde, kendilerini İslam ile tavsif eden kesimlerden bir kısmı İran merkezli (dolayısıyla Suriye rejimini destekleyen)analizlerle karşımıza çıktılar ve oradaki masum-sivil katliamlarını görmezden geldiler…Bir kesimde vardı ki ABD’nin strateji değişimiyle birlikte (Ilımlı)Laik-Demokrat/Batı referanslı sapkın ideolojisini muhafaza etmekle birlikte, gelecek ve güvenlik kaygılarıyla, Türkiye’nin Suriye/bölge politikasına destek verdiler. Söz konusu dönemin yayınlarına/arşivlerine baktığımızda tarafların o günkü argümanlarını bu günlerde  de esas itibarıyla, tekrar ettiklerini görebiliriz.

Tüm bunlara karşın biz,”ideolojik duruş”umuzdaki netliği koruyarak reel-politik okumalarımızı”, “ilkesel ve ahlaki” düzlemde yapmaya gayret etmiş, aksine bir delil bulamadığımız sürece bu kanaatlarımızda ısrar etmiştik.Lakin süreç içerisinde, tutarlılığı ve isabetliliği ortaya çıkmış olan bu yorumlarımızı bırakın diğerlerine anlatmayı, kendi çevremize bile izahta güçlük çekmiştik.Zira küresel ve bölgesel sistem hakkında yeterli bilgiye sahip olmayan, dahası böyle bir ihtiyaç da duymayarak, duygusal yaklaşımlarla yaşananları anlamaya çalışan bu çevreler, konuyla ilgili bilgi sahibi olmadıkları gibi buna da ihtiyaç duymuyor, algı yönetimi ve manipülasyon operasyonunun, iç ve dış boyutlarının etkisiyle iki arada bir derede bir pozisyon alıyorlardı.

İşte bahse konu dönemin önemli tartışmalarından biri de DEAŞ ve benzerlerinin niteliğiydi.Aynı zamanda Irak-Suriye eksenindeki vekalet savaşının değişik unsurlarını doğru okuyamamanın ortaya çıkardığı kaostu.Zaten küresel güç odakları da yeni stratejileri gereği, bu kaostan yararlanarak algı oluşturuyorlardı…Kendilerinin kurguladıkları/önünü açıp destek verdikleri malum örgütlerin, -İslam ile bağdaştırılması mümkün olmayan- katliamları ve “ilke ve ahlak”tan uzak savaş yöntemlerini, taammüden, İslam’a ve “Müslümanlar”a fatura ederek bir taşla iki kuş vuruyorlardı…Bununla birlikte, daha önce stratejik ortak oldukları Türkiye’yi de köşeye sıkıştırmak için bu Türkiye’nin DEAŞ ve diğerleriyle işbirliği yaptığını iddia ediyorlardı…Ne var ki Türkiye’nin, yeni şartlardaki yeni konumu ve misyonu gereği, reel-politik olarak, böyle bir işbirliği yapması demek kendi ayağına kurşun sıkması demekti.Aynı zamanda, küresel güçlerin tasnifine göre İslam/Müslümanların “Ilımlı” kesimlerinin temsilcisi ilan edilmişti Türkiye lakin,şartların değişmesiyle onların algı yönetimi operasyonları devreye sokuluyor ve PKK/PYD terörle mücadele eden meşru yapılar olarak ilan ediliyor,buna karşın, Türkiye’nin ‘teröristlerle iş birliği yapan’ bölgesel güç olarak algılanması isteniyordu…Ve bir çok kesim de merkez aldıkları ülkelerin stratejik çıkarlarının  yanında “Recep Tayyip Erdoğan düşmanlığı” üzerinden bu algının anaforuna kapılıyordu.Halbuki gerçek bu değildi…”İdeolojik duruşu” ne olursa olsun şahitliğini doğru yaparak “reel-politik” okumalar yapanlar için bu gerçekliği tespit etmek zor değildi ;ama bunu ifade edebilmek kolay olmadığı gibi riskliydi de…

TRT World’un hazırladığı iki bölümlük Fabrika isimli belgeseli izlediğimde, geçmiş gözümün önünde bir şerit gibi aktı.Bir süredir tartışılan, daha doğru bir ifadeyle hakikati  bulmaktan  çok  malum  odakların  çıkarları  doğrultusunda  yorumlanmaya  çalışılan DEAŞ/DAİŞ terör örgütüyle PKK/PYD terör örgütlerinin ABD,Batı ve bunların istihbarat örgütleri ve şirketleriyle ilişkisini ortaya koyan, 500.000 belgenin tasnifiyle ortaya çıkarılmış FABRİKA belgeselini de izledik.Bunlar tartışılmayacak kadar netleşmişken halen reel-politik gerçekliklere yüz çevirenlerin çoğunlukta olduğunu görmek ve/veya bu gerçekliği sapkın ideolojik prespektifinde okumaya devam etmek gerçekten ibret verici…

“Fabrikası belgeselinde Lafarge/Fransız Çimento Fabrikası ile DEAŞ ve PKK/PYD’nin ilişkileri, bu iki terör örgütünün bazen birlikte desteklendiğini, bazen de taraflardan biriyle söz konusu ilişkilerin sürdürüldüğünü görmekteyiz.Tabii ki bu süreçte Fransız istihbaratının yanı sıra, bir süre sonra oluşturulmuş olan DEAŞ’e karşı “mücadele” koalisyonunun da dolaylı dahlini görmemek mümkün değil.Oysa tam da o dönemlerde (ki bugünlerde de gerek duyduklarında aynı mavalı tekrar etmekteler) ABD/malum koalisyon ülkeleri kısa bir süre öncesine kadar müttefik addettikleri Türkiye’yi DEAŞ ile işbirliğiyle suçluyorlardı…Hatta Kobani olayları olarak anılan süreçte, PKK/PYD terör örgütü, ‘DEAŞ ile mücadele  eden örgüt olarak  lanse edilerek’ meşrulaştırılmaya çalışılıyordu.Halbuki DEAŞ, belirli bir dönemde Lafarge fabrikasına dokunmamış koruma altına almıştı.Keza belirli zamanlarda, DEAŞ’ın PKK/PYD ile çıkar savaşlarının yanı sıra bazen de “danışıklı döğüşleri” İngiliz istihbaratınca deşifre edilmişti…Yani bölgedeki yeni strateji’nin (Kaos Stratejisi) gereği bu iki örgütün karşı karşıya gelmelerinin yanında dolaylı işbirliklerine de şahit olundu….Ve bu ilişkilerde Fransız istihbaratı, dolayısıyla Fransız hükümetinin de haberi olduğu ortaya çıktı..Dahası ABD ve Koalisyon güçlerinin de bunlardan habersiz olduğu düşünülemez….Kısaca özetlemek gerekirse Lafarge örneğinde olduğu gibi zaman zaman DEAŞ ve PKK/PYD’nin fonlandıklarını artık Türkiye’deki “fondaş” medyanın küçük bir kısmı da yazmaktadır;dolaylı ifadelerle de olsa…

Konu Fransız yargısına, bir şekilde intikal ettiği halde herhangi bir dava açılmamıştır, bir süre sonra açılan dava da “küresel terör” düzleminde ele alınmayarak sürüncemeye bırakılmıştır.Konunun tarafları/zanlılarının bir kısmı da Dubai’ye yerleşerek yargı alanının dışında kalmışlardır…Ve Lafarge “yok”artık; bir İsviçre(Holcim adında) firmasıyla birleşerek İsviçre’ye taşındı…

Bu süreçte, 13 Kasım 2015’te Paris’i kana bulayan DEAŞ’ı kim/kimler’in finanse ettiği ve tıpkı PKK/PYD gibi taşeron terör örgütü olarak kullandıkları da ortaya çıkmış olsa da hala algı yönetimi operasyonlarının dünya kamuoyu, özellikle de Türkiye kamuoyundaki algıları/yalanları’nın etkileri devam etmektedir…Ve Irak-Suriye eksenindeki PKK/PYD terör örgütleriyle Batılıların (firmaları,istihbarat örgütleriyle)destekleri bazen açık, bazen de “üstü örtülü” olarak sürmektedir…“İdeolojik duruş”larından herhangi bir taviz vermeden şahitliklerini/reel-politik okumalarını doğru yapmak, ilkeli ve ahlaklı olmanın vazgeçilmez bir gereğidir.Ancak konuyla ilgili yorumlar herkesin “İdeolojik duruşu”/“Dini“nin perspektifinden yapılmasıyla anlaşılabilir…

Daha Fazla

İlgili Makaleler

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

İlginizi Çekebilir

Kapalı