
Amerika süper güçmüdür?
Soru : Yaşadığımız dünyada cereyan eden olayları anlamada zorlanıyoruz. Biz inanıyoruz ki, Allah (c. c.) kainatı yaratan, yöneten, yönlendiren ve hükmedendir. Bir çok müslüman yaşadığımız dönemde Amerika’nın süper güç olduğunu, dünyayı yönettiğini, yönlendirdiğini ve idare ettiğini söylüyor. Bu yukarıdaki inançla bir çelişki meydana getirir mi?
Cevap: İnsan, hayat ve kainatı yaratmada hiçbir ortağı bulunmayan Allah, bütün varlıkları dilediği gibi yaratmıştır.
“Biz her şeyi bir kader ile yarattık”(54/49) buyurarak eşyaya dilediği özellikleri vermiştir. Her birinin var olması ve varlığını sürdürmesi için de değişmez yasalar koymuştur. Eşyaya sahip olmak, hükmetmek, istifade etmek için, bu yasalara uygun davranmak suretiyle ona sahip olma veya ondan istifade etme gücünü de insana bahşetmiştir.
İnsan bu özelliğini kullanarak bozkırı tarla yapmış, yabani hayvanları ehlileştirip sırtından, gücünden, etinden ve sütünden istifade etmiştir. Ağacı yakarak ısısından, yontarak kerestesinden faydalanmıştır.
Bahçenize dikeceğiniz bir meyve fidanı için bile Allah, uyulması gereken yasalar koymuştur. Bu yasalara uygun hareket etmediğiniz zaman o fidanın yeşermesi mümkün değildir. Ondan istifade etmenin yolu, Allah’ın bu konudaki koyduğu doğal yasalara uygun hareket etmekle mümkün olacaktır.
Bu yasaları değiştiremeyen insan, kabaran arzularını tatmin için seralar kurarak, dar bir alanda gerekli şartları yerine getirmiş, zemheride gül yetiştirmeyi, kışın yaz sebzelerini elde etmeyi başarmıştır. Burada bilmemiz gereken şey, insanın aklederek Allah’ın doğaya koyduğu yasaları dar bir zeminde yerine getirerek bunu başarmış olmasıdır.
Bir de işin pazar kısmı vardır. Bunun başarılmış olması yetmiyor. Kim daha çok üretir, kaliteyi yakalar, pazara arz ederse, piyasaya da o hakim olacaktır. Bunu kotaran şahıs, toplum, devlet veya millet her kim olursa olsun başarıya imzasını atacaktır.
Allah, doğaya değişmez, değiştirilemez yasalar koyduğu gibi, toplumlar içinde değişmez yasalar koymuştur. Topluma ulaşmanın, onu ikna etmenin, ondan istifade etmenin, ve ona hükmetmenin yolu da bu yasaları tanımak ve onlara riayet etmekten geçmektedir.
Toplumlara ulaşmak için iki yol kullanılmıştır: Birincisi İlahi nebevi tebliğ yolu. İkincisi ise beşeri, tağuti ve tiranlık yolu. İnsanları kendi cinsinden, kendi kavminden ve o kavmin dili ile hakka davet ettiren Allah, davetin yöntemini de kendisi belirlemiştir:
“Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütle çağır. Onlarla en güzel bir biçimde mücadele et…”(16/125)
“İyilikle kötülük bir değildir. Sen (kötülüğü) en güzel bir biçimde sav. O zaman seninle arasında düşmanlık bulunan kimse sıcak bir dost gibi olduğunu görürsün.”(41/34)
“Allah’ın rahmeti sebebiyle sen onlara yumuşak davrandın. Eğer kaba ve katı yürekli olsaydın çevrenden dağılırlardı. Onları affet, onlara bağışlanma dile, iş hakkında onlara danış; fakat karar verdiğin zaman Allah’a güven, Allah kendisine güvenenleri sever.”(03/159)
Elçilerin davetini kabul eden müminlere öğüdü ise şöyledir:
“Hepiniz birden Allah’ın ipine sarılın, ayrılmayın. Allah’ın size olan nimetini hatırlayın; hani birbirinize düşman idiniz de Allah kalplerinizi uzlaştırdı. Onun nimeti sayesinde kardeş oldunuz. Siz bir ateş çukurunun kenarında idiniz. Allah sizi oradan kurtardı. Doğru yola erişesiniz diye Allah size ayetlerini böyle açıklıyor”(03/103).
Bir kalenin taşları gibi birbirine kenetlenmiş olan müminlerin kemmiyetine değil keyfiyetine değer vererek, nice az toplulukları Allah nusretiyle destekleyerek (03/124-125) başarıya ulaştırmış ve alemlere üstün kılmıştır.
“Ey iman edenler! Sabredin, düşmanlarınızdan daha sabırlı olun, cihada hazır bulunun, Allah’a karşı gelmekten sakının ki, başarıya ulaşabilesiniz.”(03/200)
“Onlarla (kafirlerle) savaşın ki, Allah sizin ellerinizle onlara azap etsin ve onları rezil etsin. Sizi onlara üstün kılsın. İnanan toplumun gönüllerine su serpsin ve yüreklerin öfkesini gidersin. Allah dilediğinin tövbesini kabul eder. Allah bilendir, hikmet sahibidir.”(09/14-15)
Bu şerefe ulaşmanın bedeli, Allah’ın ismini ilâ için cihada sarılmak iken, cihadı bırakıp dünyevileşmenin sonucu ise zillettir. Ateş çukurunun kenarından kurtarılan bu toplum zaman içinde Allah’ın lûtfunu unutarak dünyanın geçici nimetlerine yönelmiş, hak ve adaleti ayakta tutmak için bir gayret göstermemiştir. Sonunda nefislerindekini (13/11) değiştirmiş olmaları nedeniyledir ki, Allah da onların halini değiştirip içinde bulundukları zillete düşürmüştür.
“Ey iman edenler Allah ve Resulü’ne itaat edin, işittiğiniz halde ondan yüz çevirmeyin.”(08/20)
Bir de öyle bir beladan sakının ki o, içinizden sadece zulmedenlere isabet etmekle kalmaz, (hepinizi içine alır) biliniz ki, Allah’ın azabı pek şiddetlidir. (08/25)
“Ey iman edenler Allah’a ve Resulü’ne hainlik etmeyin. Yoksa bile bile kendi emanetlerinize hıyanet etmiş olursunuz.”(08/27)
İşte müslümanların coğrafyasında Amerika’yı söz sahibi yapan bu gerçektir. Müslümanların kendi değerlerine (Allah ve Resulü’ne) ihanet etmeleri, Allah’ın “şerefinizi verdim” buyurduğu kitabını hayatın dışına atmaları sonucu, kardeş kardeşe düşman olmuş, güç ve rüzgarları kalmamıştır. Tağuti yöntemlerin insana sahip olması için her yol meşrudur. Dünyevileşen insanın dünya menfaati için satmayacağı değer yoktur. “Her insanın bir fiyatı vardır” sözü seküler insanın insana bakışını çok iyi anlatan bir ifadedir. Gerçekten inanan bir insan için hiçbir anlam ifade etmeyen bu anlayış, seküler insan için hayat felsefesidir. Çünkü mümin malını ve canını cennet karşılığında Allah’a satmıştır. Bir kere elinden çıkan şey üzerinde asla tasarruf hakkı olmadığını bilir. Bu millet buna böyle inanmış iken kanını oluk oluk akıtmış, inandığı değerler için milyonlarca evladını şehit vermiş; ama mukaddesatını korumuştur.
Oktay Sinanoğlu’nun bu konuyla alakalı gördüğümüz şu beyanını da, son dönemde bu değerlerin kalıntısını göstermesi açısından önemli buluyoruz: Yıllar önce Türkiye’ye gönderilen bir CIA ajanı Türkiye’de yerli işbirlikçiler bulabilmek için çok gayret sarf ettiğini, fakat kimsenin böyle bir işe yanaşmadığına hayretle bakar. Ülkesine dönünce bir roman yazar ve o romanda: “Türkler, inançlarına ve ülkelerine o kadar bağlılar ki çok uğraştım ama bir tane işbirlikçi bulamadım” der. Konuya devam eden Sinanoğlu: “O, o zamandı şimdi istemediğin kadar” diyerek tamamlıyor. Ormanı kesen balta misali, onları güçlü, bizi güçsüz kılan da işte budur. Yoksa ABD on bin mil uzaktan gelip de Ortadoğu’da istediğini yapamazdı.
Hakkı söyleyen şairimiz şöyle dile getiriyor bu ızdırabımızı:
“Girmeden bir millete tefrika düşman giremez.
Toplu vurdukça yürekler onu top sindiremez.”
Enfal 25. ayette beyan edilen bela işte budur. Geldiği zaman insanların tümünü içine alır. Sadece zalimlere isabet etmez. İnsani değerleri yok eder. İnsanlığa kimliğini kaybettirir. Kimliğini kaybedenlerin ise şamar oğlanına dönmeleri muhakkaktır. Osmanlı, Viyana kapılarına dayanınca, Roma Katolik kilisesi haçlı seferleri ilan eden bir politika izlemeye başlıyor. Martin Luther bu anlayışa karşı çıkarak şöyle söylüyor:
“Türkler Tanrı’nın falakasıdır. Tanrı günahlarından dolayı Hıristiyanları Türklerle cezalandırıyor. Kilisenin böyle bir misyonu yüklenmesi son derece yanlıştır. Savaşları prenslere bırakın, onlar savaşsınlar. Kilise, hıristiyanları günahlarından kurtulmaya ve tanrının bağışlaması için dua etmeye çağırmalıdır. O zaman Tanrının bu cezası olan Türklerden kurtulabiliriz.”
Benzeri sözleri Hz. Ömer sefere gönderdiği mücahitlere söylüyor:
“Sizler düşmanlarınızın çokluğundan korkmayın, günahlarınızdan korkun. Sizi düşmanlarınıza galip getiren şey düşmanlarınızın Allah’a olan isyanlarıdır. Allah sizlerin kılıçlarıyla onları cezalandırıyor. Eğer sizler de düşmanlarınız gibi Allah’a isyan ederseniz, o zaman Allah sizden desteğini çeker, size yardım etmez. O zaman da güçlü olan galip gelir. Biz hiçbir zaman düşmanlarımız kadar maddi güce ulaşmadık.”
Dünyadaki gidişatı değiştirecek şey, nefislerindekini Allah’ın kitabında olanla değiştirmiş, Muhammedî bir anlayışa sahip, şeref ve izzeti Allah’tan (35/10) bekleyen, ondan başkasına kulluk etmeyen bir neslin ihyasıdır. İnsanlık tarihi bu gerçeğe defalarca tanık olmuştur. Yeter ki bu anlayışa ulaşmış bir topluluk bulunsun. ‘Hüküm Allah’a aittir. Allah kafirlere müminlerin aleyhinde asla fırsat vermeyecektir. (04/41) Bütün mesele mümin olabilmektir.
Sorunuzun “çelişki yok mu?” kısmına bundan sonra daha rahat cevap verebiliriz: Sorunuzdaki anlayışta çelişki yoktur. Kastedilen “yönetim”, insanlara bırakılan ve insanın iradesi kapsamına giren işler cümlesindendir. Allah’ın iradesi dahilinde olan işlerden değildir. Allah insanı sorumlu tutması için bir takım işlerin (eliyle ayağı arasındaki yaptığı: inanma, inkar etme, zikir-küfür, helal-haram ve benzeri konularda) icrasını insana bırakarak onu imtihan etmek (67/02) istemiştir. Bu nedenledir ki “Dileyen iman etsin dileyen inkar, ancak hesabı Allah’a aittir” buyurmuştur. Bu saha kulun sorumlu tutulduğu davranışların cereyan ettiği kısımla ilgilidir. Allah bu konularda hiçbir kulun iradesine müdahale etmediğini bildiriyor. Ancak peygamber ve kitap göndererek onları doğru olana çağırıyor. Gelenlerin kurtulacağını, gelmeyenlerin de kaybedeceğini açıkça bildiriyor. Tercihini Allah’tan yana yapan müminlere ise açıkça yardım edeceğini de vaat ediyor.
Ancak, müminlerin bu yardımı hak edecek konuma gelmeleri gerekiyor. Bütün gayret ve çabalar bu yardıma layık olacak topluluğu oluşturmaktır. Bu anlayış üzerinde kazanmak-kaybetmek, yaşamak-ölmek arasında hiçbir fark yoktur. Bu yolda mağlubiyet bile büyük bir başarıdır.