
Hatalı Peygamber Telakkileri
Yedinci yüzyılın sonlarına doğru Resulün artık aramızda bulunmadığı, mesajın her Müslümana erişebileceği şekilde bir Kitap halinde çoğaltılamamış olması ve okur-yazar oranının çok düşük olması gibi sebeplerle toplumun kişisel dini vecibelerini gerektiği gibi yerine getiremeyecekleri bir vakıa olarak görülmeye başlamıştır. Bu düşünceden hareketle özellikle dört halifeden sonra gücü eline geçiren siyasi elitler tarafından daha sonra Din-i tamamen tekeline almış olan bir din adamları sınıfı oluşturulmuştur. İlim sahibi olan bu sınıfın; ağırlıklı olarak çoğunlukla siyasi otoritelerin kontrolünde Kur’an’ı tefsir ederek halka öğretmek için bugüne kadar topluma sundukları binlerce kaynak mevcuttur. Ancak ne hikmetse Kur’an’da Resûl ve Nebi olarak sıkça geçen iki ayrı kavram varken; kendi eserlerindeki ayetlerde genellikle bu iki ayrı kavramın anlamını birleştiren ortak bir yöntem bularak Farsça bir kelime olan “Peygamber” kavramını kullanmaya başlamışlardır. İşte bu yabancı terime neden ihtiyaç duyulduğunu merakla sorgulayıp bunun araştırılması halinde Din’in yozlaşmasına sebep olan nasıl bir operasyona maruz bırakıldığı daha iyi anlaşılmaktadır.
Resul ve Nebi kavramları doğru anlaşılmadığı müddetçe Kur’an’ın da doğru anlaşılması mümkün değildir. Resul’le, Nebi’nin farkını anlatabilmek için şöyle bir tanım yapabiliriz. Nebi bir unvan olarak; haberci yani haber getiren demektir. Nebi’nin sözlerinin tamamı hadis, yani kendi şahsına ait olan sözlerdir. Elçi (Resul) lik ise bir görev olup, o unvan sahibinin yaptığı iştir ve Resul’ün söylediklerinin tamamı vahiydir, yani Allah’ın sözleridir.
Kur’an’da Resul’e itaat edilmesi emredilir. Buna örnek iki tane ayet vermek gerekirse (4-Nisa 80). Ayetinde “ Kim Resul’e itaat ederse Allah’a itaat etmiş olur” der. Yine (8-Enfal 20). Ayetinde ise “Ey iman edenler Allah’a ve Resul’üne itaat edin” diye geçer. Bu iki ayet, Kur’an’da benzerleri olarak geçen daha yüzlerce ayetin de özeti niteliğindedir. Resul’e itaat etmek demek, Nebiye de itaat etmek anlamına gelmez. Resul’e itaat aslında vahiye itaat etmek anlamına geliyor. Vahiye itaat edin demekle de aslında, “Allah’a itaat edin” ifade edilmiş oluyor. Bununla ilgili gene (69-Hakka 40). Ayetinde “Kuşkusuz o şerefli bir Resul sözüdür“ diyor. Aynı surenin 43. Ayetinde ise “ O âlemlerin Rabbi tarafından indirilendir “ diyor. Kısacası ilk iki ayeti bu son iki ayetle birleştirdiğimiz zaman “Resul sözünün vahiy demek“ olduğunu “vahiy demekle de aynı zamanda Allah’ın kelamı“ nı ifade ettiğimizi söyleyebiliriz. Dolayısıyla Resul’e itaat etmemizi söyleyen ayetlerin tamamı aslında, vahiye itaat etmemizi vurguluyor. Yani “Allah’a ve Resulü’ne“ terkibi bulunan bütün ayetlerde ki “ve” bağlacı aslında iki ayrı varlıktan söz etmiyor, kendisinden önce gelen (Allah’a) öznesine vurgu yapıyor. Sonuç olarak; Resul demekle vahiy, vahiy ise Allah’ın kelamı ve de Allah’a itaat etmek olarak anlaşılmalıdır.
Nebi Muhammed’in ise hayatı boyunca kuşkusuz binlerce sözlü ifadeleri ve açıklamaları vardır. İşte onun bu söz ve açıklamalarına da hadis deniliyor. Konu bu şekilde ele alındığında, İslam konusundaki karışıklığa sebep olan birçok problemde çözülmüş olur. Allah Kur’an’da bir kısım ayetlerde Resul bir kısım ayetlerde ise Nebi olarak hitap ediyor. Fakat hiçbir ayette “ Nebiye itaat edin “ diye bir söz geçmiyor. İtaatle ilgili bütün ayetler, Resul’e aittir. Çünkü Nebi’nin Resul’ lük görevinde hata yapma ihtimali söz konusu değildir.
Nebi Muhammed’in aynı zamanda bir kul olması nedeniyle birçok ayette eleştirildiğini, uyarıldığını, hatta azarlandığını görüyoruz. Zaman zaman özellikle “ifk” hadisesinde, gelen bir âmâ’ ya surat asıp yüz çevirmesinde, eşleriyle helâl olanı kendisine haram etmesinde, savaş esirleriyle yaptığı uygulamada, savaşa katılma konusunda mazeret uyduranları bağışlamasında yanlışa yönelen davranışlarında ayetlerle uyarılmıştır. Allah’tan kendisine “eğer sahip çıkmasaydım az daha onlara meyledecektin” tarzında uyarılar almasının tamamı bu kimliği ile ilgilidir. Oysa Resul’ lük görevi ile ilgili bu şekilde, hiçbir uyarıya rastlanmamaktadır. Resulle, Nebi arasındaki farkı özetle bu şekilde izah etmeye çalışmış oluyoruz.
Konumuzun giriş paragrafında sorgulanmasını gerekli gördüğüm üçüncü bir kavram olan “Peygamber” in ne anlama geldiğini açıklamak için bu kavaramın Kur’an’ın dışındaki neredeyse bütün yardımcı kaynaklarca hangi amaçla kullanılmak istendiğini anlamamız gerekmektedir.
Konuyu araştırdığımızda bu sorunun kökeninin dört halife döneminin sonlarına doğru halifeliği zekâsı, kurnazlığı, hileli oyunlarıyla ele geçiren ve İslam’da Saltanat dönemini başlatan Muaviye bin Ebu Süfyan dönemine kadar uzandığını görüyoruz. Devletin babadan oğula aile yönetimine evirildiği bu dönemlerde zulme dayalı iktidar gücünü elinde tutma azmi ve hırsında olan Sultanlar ve melelerden oluşan şürekâları zulümlerini dini hükümlerle garanti altına almak üzere Din’i Kur’an’ın elinden alıp kendi yarattıkları ve kontrolleri altına aldıkları Ulema sınıfına teslim etmişlerdir. Hadislerin yazılması ve toplum nezdinde dini itibar gören İmamlarının görüş farkından dolayı kendi adlarını taşıyan Mezheplerin kurulması da mevcut siyasal yönetimlerce teşvik edilmiştir. Hadis Ravilerinden memurlar edinilerek hadis adı altında Resulün ağzından saltanatı güçlendirecek hükümler yaratmış ve sözde Kur’an’la bağımlı, Kur’an’ın dışında bugünde Geleneksel diye tanımlayabileceğimiz yeni bir din yaratmış ve bugüne kadar asırlarca topluma İslam diye sunmuşlardır.
İşte bu yeni dinin İslam toplumunda dirençle karşılaşmaması için önlerinde ki en büyük engel Kur’an’daki “Resul-Nebi kavramı” gerçeği idi. Bu sorunu mutlaka aşmaları gerekiyordu. Yani “Allah’a ve Rasulü’ne itaat edin” terkibine Hadisleri de Din’in hükmü kılmak için bir şekilde Nebi’yi de dâhil etmeleri gerekiyordu. Kur’an’da bu iki farklı kavramı birleştirecek ortak bir kavram bulamayacakları için (çok ince ve kurnaz bir zekâ ile) çözümü bir farsça kelime olan “Peygamber” kavramına sarılarak sorunlarını çözmüşler ve gerçekten çokta kabul gören başarılı bir sonuç elde etmişlerdir
Bizimle karşılaşmayı ummayanlara, ayetlerimiz açık açık okunduğu zaman, onlar: “Ya bundan başka bir Kur’an getir veya onu değiştir.” dediler. De ki: “Onu kendiliğimden değiştirmem olacak şey değildir. Ben, ancak bana vahyolunana uyarım. Eğer Rabb’ime karşı gelirsem, büyük günün azabından korkarım.” (10- Yûnus 15)
Bu Ayetten de anlaşılacağı gibi, Nebi‘nin açıkladığı ve uyduğu vahiy Kur’an’dır. Resul’e uymak ise; Kur’an’a uymak, Kur’an’ın sistemine göre inanmak, hareket etmek ve yaşamaktır. Kur’an dışında başka uyulması gereken vahiyler, kaynaklar olsaydı Allah onları da belirtir, onlara da uymamızı isterdi. Oysa bugünkü manzaraya baktığımızda binlerce cilt hadis ve fıkıh kitabının da dinin kaynağı sayıldığını, dolayısıyla dinin kaynağının belirlenmesi hususunda içinden çıkılmaz bir bataklığa saplanılmış olduğunu görüyoruz.
Bugün yapılması gereken, Allah’ın dininde reform yapmak değildir. Eğer bir reformdan söz edilecekse bu uydurulan dinle ilgili olmalıdır; yani “Öze Dönüş” sağlanmalıdır. Yukarıda da yapılanların önemli bir kısmında da anlatılmaya çalışıldığı gibi uydurulan sahte kutsalları ve Kur’an dışında ki tartışılmaz olanları reddetmektir. Allah’ın dini olan İslam’da ki uygulamada zaten bozucu bir reform yapılmıştır ve safi “İslam” olan din, mezheplere dönüştürülerek beşeri olan din, İlahi olana monte edilerek toplumlara sunmak üzere yeryüzünde sahneye sürülmüştür.
Kurtuluşun formülü çok basittir: Allah’ın kitabını ele alıp, kitapta olmayanları bir kenara bırakıp, dini tortularından temizlemektir. Dinin teorisini ve pratiğini Kur’an’dan öğrenmek, Kur’an’ın açıklamadığı konularda Allah’ın bize kendi tercihimizi belirleme hakkını verdiğini bilmektir. “Müslüman” ismi dışında ilave bir kimliğe ihtiyaç olmadığını anlamak ve böylece tek din, tek kitap, tek kimlik ortak paydasında birleşmektir. Her şeyin en doğrusunu Allah bilir. Gelecek sayıda bir başka konuda buluşmak üzere selametle kalınız.


