GenelKavram

Kur’an ve Sünnet İlişkisi

Kur’an, Allah’ın Resulü vasıtasıyla kullarına gönderdiği vahiylerden meydana gelen kitabın adıdır. Peygambere (as) gönderilen vahyin hiçbiri bu kitabın dışında kalmamıştır. Vahiyden kastımız klasik tabiriyle tilavet olunan vahiydir. Ve bu vahyin tümü de Kur’an’ın içindedir. Kur’an’a girmemiş, dışında kalmış vahiy yoktur. Her ne kadar sonrakiler tilavet olunmamış vahiyden bahsetmiş ve geleneksel kültürümüzün içinde bu «vahy-i gayri metluv = tilavet olunmayan vahiy» iddiası bulunmakta ise de Kur’an’a bakıldığında böylesi bir vahyin mevcudiyetini gündeme getirecek herhangi bir işarete rastlamak mümkün değildir.

Zaten Din vahiylerden oluştuğuna göre, vahyin tümü Kur’an’da toplanmıştır. Kur’an dışında herhangi bir vahiy söz konusu değildir. Daha sonrakiler metni baki, manası kaldırılmış veya manası baki, metni kaldırılmış olarak adlandırdıkları türden vahyin varlığı ile ilgili elimizde ciddi bir delil de yoktur. Bütün bu ve benzeri şeyler sonrakilerin ortaya attıkları ve Müslümanların giderek Kur’an İslâm’ından uzaklaşmalarında büyük rolü bulunan iddialardır. Bu konudaki meselelere vakıf olmayan kimseler üzerinde etkili olmaktadır.  Ancak bu iddiaların Kur’anî bir dayanağı bulunmamaktadır.

Allah Kur’an’ı elçisi Muhammed (as)’a dinini öğretmek üzere gönderdiğini beyanla söyle buyurmaktadır:

“İşte böylece sana da emrimizle Kur’an’ı vahyettik. Sen, kitap nedir, iman nedir bilmezdin. Fakat biz onu kullarımızdan dilediğimizi kendisiyle doğru yola eriştirdiğimiz bir nur kıldık. Şüphesiz ki sen doğru bir yolu göstermektesin.” (Şura 42/52)

Allah’ın elçisi 23 Kameri yılda indirilen bu vahiyler ile bir hayatı tecessüm ettirerek Müslümanların ilki olma şerefine ulaşmıştır. Vahye muhatap olduğu günden, son nefesini verdiği son ana kadar, vahyin çizgisini kendisine ahlak edinmiş, asla bu yoldan ayrılmamıştır. İmanda ve amelde bu kitapta bulunan mesajları esas almış; ümmetlerine de aynı şeyi yapmalarını öğütlemiş ve göstermiştir. Çünkü Kur’an Ahlak edinilsin diye gönderilmiş bir kitaptır. Buna bağlı olarak da Peygamber ve ümmeti bu kitabı ahlak edinmeye özen göstermiş düşünce ve davranışlarının esası kabul etmişlerdir.

“De ki: «Size Allah’ın hazineleri benim yanımdadır, demiyorum. Gaybı da bilmiyorum. Ve size, ben bir meleğim de demiyorum. Ben sadece bana vahyolunana uyuyorum.» De ki: «Kör ile gören bir olur mu? Hiç düşünmez misiniz?»(Enam 6/50)

-Tebliğde takip edeceği yöntemle alakalı olarak’ta:

Rabbinin huzurunda toplanmaktan korkanları Kur’an’la uyar. Onlar için Allah’tan başka ne bir dost, ne de bir şefaatçi vardır. Belki Allah’a karşı sorumluluk bilincine ulaşırlar. (Enam 6/51)

Bu nedenledir ki Muhammed(as) Kur’an’a muhatap olduktan sonra hayata Kur’anla bakmış; insanları Kur’anla uyarmış ve insanları ona uymaya çağırmıştır. Bir ömür bu yolu takip ederek onu sünnet edinmiştir.

-Sünnet deyimi üzerinde kısaca duracak olursak şunları söylemek mümkündür:

Sünnet, kişinin yapmayı adet haline getirerek kendisinden sapmayı düşünmediği yol, yöntem, düşünce ve yaşam biçimidir. Allah Teâlâ da Kur’an’ı kerimde kendisinin hiç değiştirmeden toplumlara uyguladığı yasası için “Sünnetullah” tabirini kullanmaktadır. (Fatır 35/43)

Sünneti Resulullah ise, Allah’ın elçisinin bir ömür takip ettiği yol, usul ve ilkeler anlamında kullanılmaktadır. Burada bizim kastımız olan sünnet ile Usulü fıkıhta “nafile” anlamında kullanılan sünnet arasında bir benzerlik söz konusu değildir. Bizim burada üzerinde durduğumuz ‘ve açıklamaya çalıştığımız sünnet, Resulullah’ın bir ömür hiç ayrılmadan Kur’an’a bağlanarak takip ettiği yol anlamındaki sünnetidir ki, bu sünnete uymak tüm ümmet için farzdır. Yani yapılıp yapılmamasında insanın muhayyer bırakılmadığı ve zorunluluk taşıyan keyfiyet manasındadır.

İşte bu manadaki sünnetin bütün Müslümanlar için bağlayıcı olduğu bilinmelidir. Zira Resulullah, Allah’ın elçisidir. O’nun dininin ilk kabul edeni ve ilk uygulayanıdır. Vahyin ilk uygulayıcısı olması bakımından peygamber (as) uygulamaları biz Müslümanları bağlar. Bu bağlayıcılık aslında Kur’an’ın bağlayıcılığıdır. Zira peygamberi de bağlayan Kur’an’dır. O kendiliğinden bir din koymayan, kendiliğinden bir söz uydurup da Allah’a isnat etmeyendir. Resulullah din adına ne demiş ve ne yapmış ise Allah’ın kendisine vahiy yoluyla bildirdiği ve bilahare Kur’an’da toplanan vahiy ile demiş ve yapmıştır. Kur’an dışında vahiy bulunmadığına göre Onun söyledikleri ve yaptıkları esas itibariyle vahye dayalıdır. O, kendisine gelen vahyi din edinmiştir. Zira din vahiyden oluşmaktadır. Bütün vahiy de Kur’an’da bulunmaktadır.

Kur’an’ın dışında vahiy aramanın hiçbir anlamı yoktur. Zira vahiy dini oluşturduğuna göre, bu vahiylerin bir kısmının Kur’an’a alınması ve Kur’an olarak Allah’ın korumasında bulunması, diğer bir kısmının (vahy-i gayr-ı metluv denilen kısmın) da Kur’an’a alınmayıp, onun bunun rivayetine bırakılması izah edilemez bir husustur. Böyle olsa idi bu takdirde dinin bir kısmı korunmuş, diğer kısmı ise korunmaya alınmamış ve bu yüzden de insanların aralarında ihtilafa sebep olacak şekilde bırakılmış olurdu ki, işte bunu açıklayabilmek ve savunabilmek gerçekten mümkün değildir. Bunu savunanların, esastan yanlış bir şeyi savunduklarını burada açıkça söylemek gerekmektedir. Eğer din vahiyden oluşuyorsa ve vahiy de korunmaya alınmışsa ki alınmıştır. (Hicr 15/9) Bu takdirde korunmaya alınmamış vahiyden söz etmek mümkün değildir.

Vahiy denildiğinde Allah Teâlâ’nın elçileri vasıtası ile kullarına göndermiş olduğu vahiyler anlaşılmalıdır. Bu cümleden olarak Kur’an’da bahsi geçen vahiylerle ilgili kısa bir açıklamada bulunmak gerekmektedir.

Kur’anda “vahiy” üç değişik anlamda kullanıldığını görüyoruz:

1: Allah Teâlâ’nın eşyaya vermiş olduğu özellik anlamına gelen vahiydir ki, Nahl suresinin 98. Ayetinde Allah Teâlâ’nın “bal arısına vahyettik” buyurmasıdır. Bu anlamda her şeye verilen özellik o şeye vah yetme anlamına gelmektedir. Arıya bal yapmayı, keçiye süt yapmayı, kuşa yumurta yapmayı vermesi bu anlamda vahiydir.

2: Şahsa özel yapılan vahiyler. Bu konuda Musa ve İsa (as)’ın annelerine yapılan vahiylerdir. Kasas 28/7 ve Meryem 19/17-26 da olduğu gibi. Bu tür vahyi alan kimselerin başkalarına tebliğ etmek gibi bir vazifesi yoktur. Sadece kendileri ile ilgili bilgilendirmedir. Kendilerine yüklenen büyük bir sorumluluğun altından kalkabilmeleri için yapılan ilahi destektir.

3: Hz. Âdem (as)’dan Hz. Muhammed (as)’a kadar gönderilen Elçilere verilen vahiylerdir. Bu tür vahyi alan kimse vahye her hangi bir müdahalede bulunmadan aynen insanlara tebliğ etmekle yükümlüdür. Bir kelimesini dahi kendisine saklayamazlar.  Bunun en açık delili Hz. Muhammed (as)’ın kendi ailevi ve şahsi meselelerini dahi kendine saklamamış ümmetine okumuş ve Kur’an’a yazdırmış olmasıdır. Aksi halde:

“Ey Peygamber, sana Rabbinden her indirileni tebliğ et! Eğer bunu yapmazsan onun elçiliğini yerine getirmemiş olursun. Allah seni insanlardan koruyacaktır. Emin ol, Allah, kâfirleri başarıya ulaştırmaz. (Maide 5/67)

Vahye herhangi bir ilavede bulunması halinde ise:

“Eğer (Peygamber) bize atfen bazı sözler uydurmuş olsaydı, Elbette onu kıskıvrak yakalardık. Sonra da onun şah damarını keser atardık. O zaman hiçbiriniz de buna mâni olamazdınız.” (Hakka 69/44-47) buyrulmuştur.

Bu nedenle bu tür vahiyleri alan Allah elçileri vahye hiçbir müdahalede bulunmadan insanlara tebliğ etmekle yükümlüdürler.

Peygamberler kendilerine gönderilen vahyi, insanlara açıklanmakta ve insanların bu vahye tabi olması istenilmektedir. Fakat insanların bu vahye uyması zorunlu olmayıp kendi seçimlerine bırakılmaktadır. Allah, insanlara doğruyu ve eğriyi bildirmekte ve doğruyu seçmelerini öğütlemektedir. (Kehf 18/29) Ancak insanları bu seçimlerinde zorlamamaktadır. Ve kendisi insanları zorlamadığı gibi, insanların da diğer bir insanı bu konuda zorlamaması gerektiğini belirterek Dinde zorlama yoktur” (Bakara 2/256) buyurmaktadır.

Burada şu tespiti yapmak zorundayız:

Kur’an ile sünneti bir birinden ayırmak mümkün değildir. Kur’an vahyedilen, Elçi ise kendisine vahyedilen kimsedir. Kendisine vahyedilen ise, vahyi insanlara ulaştırıp tebliğ etmekle görevini tamamlamış olmuyor.  Rabbinin beyanıyla şunları da yapması kendisinden isteniyor:

“Nitekim içinizden size bir peygamber gönderdik. O size ayetlerimizi okuyor, sizi temizliyor, size kitabı, hikmeti ve bilmediğiniz şeyleri öğretiyor.” (Bakara 2/151)

Elbette bundan daha tabii bir şey olamazdı. Allah seçtiği elçinin diliyle vahyi insanlara okumasını istediği gibi; imandan ibadete yapılması gerekenleri uygulamalı olarak göstermesini de istiyor. Bu nedenle Peygamber, vahyin insan davranışı olarak cisimleşmiş halidir. Bu haliyle o yaşayan bir Kur’an’dır. Rabbi onun için:  “Sen elbette yüce bir ahlak üzeresin.” (Kalem 68/4) buyurmuş ve tüm inananlara örnek olarak göstermiştir:

“Ey inananlar! Andolsun ki, sizin için, Allah’a ve ahiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah’ı çok anan kimseler için Allah’ın Resulü en güzel örnektir.” (Akzab 33/21)

 

Şimdi bu ayetlere rağmen kim kalkıp ta onun örnek olmayacağını söyleme densizliğinde buluna bilir? Vahiy onun dilinde, onun yaşadığı topluma ve yaşadığı ortama gönderilmiştir. Vahyi ondan daha güzel kim anlayıp gereğini yapabilir. O zaten bunun için Rabbi tarafından seçilmiş insandır. Kur’an ona gönderilmiş, tebliğinin yapılması ondan istenmiş ve onun tarafından okunup açıklanması ve öğretilmesi söylenmiştir. O ise ömrünü bu yolda tüketmiştir. Şimdi kitapla, onun pratiği olan Peygamberin arasını nasıl açarsınız? Onun vahiyle münasebeti insanın hayatla münasebeti gibidir. Çünkü bu konuda ona hayat veren vahiydir. Kur’an teori sünnet ise onun pratiğidir. Buna kimsenin söyleyeceği bir şey olamaz, olmaması gerekir. Ancak görebildiğimiz kadarıyla Sorun şuradan çıkmaktadır.

1: peygamberin Kur’an dışındaki sözlerinin vahiy olup olmadığı meselesi:

Vahyin ne olduğunu ve peygamberimizin bu konuda nasıl hassasiyet göstererek yazdırdığını biliyoruz. Ayrıca arkadaşlarına Kur’an’dan başka kendisinden sadır olan sözlerin yazılmasını yasaklıyor. Sahabe bu işin farkında ve yapılan bir işte bir yanlışlık varsa, bunu vahiyle mi yoksa kendi anlayışınızla mı yaptınız diye soruyordu? Bu nedenle Kur’an’ın dışında vahiy aramak olmayanı aramaktır.

2: Sünnet ile hadisin ayrı -ayrı mütalaa edilmeyip birbirine karıştırılması meselesi:

Neyin sünnet olduğunu yukarıda izah etmeye çalışmıştık. Sünnet bizzat elçinin eliyle diliyle ve hareketleriyle Kur’an’ın pratize edilerek hayata geçirilmesidir. Bir başka ifadeyle ayetlerin bir insan davranışı olarak cisimleşmiş halidir. Bunun için Hz. Aişe validemiz: “Onun ahlakı Kur’an’dı” buyurmuştur. Bu anlamdaki sünnet, fıkıhtaki nafile anlamında olan bir sünnet değil uyulması zorunlu olan bir farzdır. Sünnetin olmazsa olmaz şartı aslının Kur’an’da bulunmasıdır. Bu nedenle sünnet Kur’an’da olanın uygulamasıdır. Namazda, oruçta, haçta ve bil umum Kur’anla belirlenmiş her mükellefiyette Peygamberin yaptığına uymak farzdır. Kur’an’ın dışında kalan şahsi davranışları konusunda ise kişi muhayyerdir. Dilerse uyar onun gibi elbise giyer, saçını uzatır isterse mahremini kapatacak kendi geleneğinde var olan elbiseyi giyer. Bu gibi konular sünnet kapsamında değildir. Ama namazı keyfine göre kılamaz, kılarsa da onun kıldığı namaz olmaz. İla ahir diğer konulardaki uygulamalar da böyledir.

3: O halde Hadis nedir ve bu konudaki anlayışımız nasıl olmalıdır?

Hadis, Peygamberimizin söylediğini söyleyenlerin sözleridir. Çünkü hadisler lafız olarak peygamberimizin söylediği lafızlarla değil; onu nakledenin kendi lafızlarıyla nakledilmiştir. Yani ravi anladığını kendi kelimeleriyle nakletmiştir. Bu nedenle ameli olarak kitlesel uygulamalarla mütevatir hale gelenlerin dışındaki tüm hadisler zannilik ifade eder. Bunun için Hadisler önce Kur’an’a arz edilir onun hükümlerine uygun düşüyorsa alınır uymuyorsa bırakılır. Nitekim muhaddisler kendi usullerine uymayan milyonlarca “hadisi” kitaplarına almamışlardır. Olar rivayet yönünden tenkit etmişler; bizler de bu gün metin yönünden tenkit ederek bunu yapmak durumundayız. Dininin itibarını korumak için her Müslüman buna mecburdur. Bu sözlerin peygamberimizden 100-150 yıl sonra tedvin edilmeye başlandığını düşünürseniz bu arada geçirdiği değişimi anlamak mümkün olacaktır. Değil yüz yıl sonra yapılan rivayetleri; daha peygamberimizden hemen sonra sahabenin yapmış olduğu rivayetlerde yapılan yanlışlar tartışılmış ve bizzat Hz. Aişe  (R. anh.) tarafından Kur’an delil gösterilerek düzeltilmiştir.

Son söz olarak, sünnet ile hadisleri karıştırmadan yerli yerine koymalıyız. Kur’an’ın sünnet ile olan ilişkisine gelince, Kur’an’ın sünnet ile olan ilişkisi, bir şeyin aslı ile olan ilişkisi gibidir. Asla bir birinden ayrı düşünülemez. Bazılarının dediği gibi Kur’an sünnete muhtaç değil, sünnet Kur’an’a muhtaçtır. Kur’an olmadan sünnet olmaz. Kitabı ve İmanı Peygambere öğretenin de Kur’an olduğunu unutmamamız gerekmektedir. Son olarak rabbimizin şu sözün üzerinde düşünüp anlamaya çalışalım:

“Sen, sana vahyedilene sımsıkı sarıl. Şüphesiz ki sen, dosdoğru bir yoldasın.” “Doğrusu bu Kuran sana ve ümmetine bir öğüttür, ondan sorumlu tutulacaksınız.” (Zuhruf 43/43-44 ü oku)

Etiketler
Daha Fazla

İlgili Makaleler

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir