Tahiyyat ve kunut dualarının ilk uygulama sebebi ve zamanı nedir?
SORU: Ettehiyyatü duasını ve kunut dualarının namazlarda okunması Peygamberimiz zamanından bu yana mı gelmektedir? Yusuf Tavaslının namaz hocasında Kunut duasının anlamı yapılırken: ‘’Sana daima verdiğin nimetlerden dolayı şükrederiz. Asla nankörlük yapmayız. Sana karşı nankörlük eden günahkârları bırakır ve onlardan ayrılırız. Onlarla olan rabıtamızı, bağlarımızı, ilişkilerimizi keseriz’’ deniliyor. Bu çeviri doğrumudur? Bu günahkârlardan kasıt nedir bizler kimlerle ilişkimizi keseceğiz? Mesela şirk koşan kimseler bunun dışında mıdır? İlla günahkârlar mı olmalı ilişkimizin kesileceği kimseler?
CEVAP: Evet bu konu Peygamberimizin zamanından beri var olan bir konudur. Tahıyyat (Teşehhüd) İslam’ın ilk günlerinden itibaren namazla birlikte vardır. İbni Abbas’tan gelen bir rivayette: “Peygamber (as) bize Kur’an surelerini nasıl öğretiyor idiyse, Teşehhüdü de bize öğretirdi” denilmektedir. Ancak Teşehhüd ‘ün bazı farklılıklar ile birlikte birkaç çeşidi bulunmaktadır. Birincisi Hz. Ömer(ra)’ın Minber üzerinden halka öğretmiş olduğu Teşehhüd. İkincisi ise Abdullah b. Mesudun rivayeti olan ve Ebu Hanife’nin tercih etmiş olduğu bizim de şu anda okumuş olduğumuz Teşehhüd’dür. Diğerini ise İmam Şafi ve tabileri tercih etmiştir. Aralarında birkaç kelimelik farktan başka bir şey yoktur. Namazda teşehhüdün hükmü konusunda ihtilaf edilmiş; İmamlardan Ebu Hanife ve İmam Malik vacip görmediği halde; İmam Şafii, Ahmet b. Hanbel ve Davud namazda Teşehhüd okumanın hükmünü vacib olarak bildirmişlerdir.
Kunut duaları ise, Medine döneminde Bi’ri Maune olayından sonra başlamıştır. Peygamberimiz (as) Bu olayda şehit düşen Müslümanlar için sabah ve vitir namazlarında kunut yapmış; daha sonra sabahın kunut’unu bırakmış vitir’in kunut’una ise devam etmiştir. Ancak bunun aksine rivayetler de vardır. Ali İmran 128. ayetinin inzali ile : ”Senin elinde yapacak bir şey yok. Allah ya onların tevbesini kabul eder ya da onlara azap eder. Çünkü onlar, zalimlerdir.”(3/128) buyurulunca Peygamberimizin kunut yapmayı bıraktığı da söylenmektedir. Bu tez Leys b. Sa’d tarafından nakledilmiş ve kendisi de “kunut okuyan imamların arkasında kıldığım namazlar hariç ben kırk veya kırk beş yıldır kunut okumadım” demiştir. Ebu Hanife’ye atfedilen hâkim kanaat kunut ‘un sadece vitir namazında okunacağı iken; Her namazda, sadece ramazan ayında, ilk yarısında, son yarısında okunacağını söyleyenler de vardır. Bu konuda yine mezhebi kanaat Ebu Hanife’nin dediği gibi sadece vitir namazında okunmaktadır.
Okunacak Kunut duaları konusunda da ihtilaf vardır. İmam Malik Irakta sureteyn denilen bir kunut’u tercih ederken, İmam Şafi ve İshak da Hz. Hasan’ın (r.a) Peygamberimizden öğrenmiş olduğunu söylediği bir kunut’u tercih etmişlerdir. Kimileri de belli bir Kunut yoktur demişlerdir. Konunun doğasına uygun olan da budur. Namazda rükünlardan olan kıraatin dışında kalan tesbihat ve duaları kul Rabbine dilediği gibi, dilediği dilden yapabilir. Çünkü bunların hiç birisi Kur’an değildir. İsmi üzerinde dua ve tesbihattır. Allah: “Kur’andan kolayınıza geleni okuyun” (73/20) buyurduğu sadece namazlarda farz olan kıratla ilgilidir. Duada kulun içinden dilediği gibi Rabbine iltica etmesi esastır. Çünkü:” Rabbinize yalvara yakara ve gizlice dua edin. Bilesiniz ki O, haddi aşanları sevmez.” (7/55) buyurmaktadır. Bu noktadan hareketle şunu söylemek mümkündür: Bir konuda birden fazla okunabilen bir dua varsa ve bunların her biri Peygamberimize dayandırılıyorsa bu demektir ki bu dua vahyi değil peygamberimizin tercih etmiş olduğu bir dua etme metnidir. Bunun aynıyla bir kimse tarafından tercih edilmesi söz konusu olduğu gibi, edilmemesi de söz konusu olabilir. İşin tabiatına uygun olan da budur. İnsanların içinde bulunduğu durum, ihtiyaç, ruh hali daima değişik olacağından Allah-u Teâlâ bile “kolayınıza geleni okuyun” buyururken,
Peygamberimizin insanları bir metne mahkûm etmesini düşünmek abesle iştigal olacaktır. Bizdeki sıkı aile eğitiminin sonucu olarak henüz küçük yaşlarda ezberletilen bu dualar Kur’an metni gibi görüldüğünden biraz garip karşılanmaktadır. Netice kulun Rabbine yönelerek ondan bir şeyler istemesinden ibarettir. Kendisinden istenilen ise şöyle buyurmaktadır: “Kullarım sana Beni sorarlarsa, bilsinler ki Ben, şüphesiz onlara yakınım. Benden isteyenin, dua ettiğinde duasını kabul ederim. Artık onlar da davetimi kabul edip Bana inansınlar ki doğru yolda yürüyenlerden olsunlar.”(2/186) Bahsini ettiğiniz çeviride bir yanlışlık yok. Hanefilerin tercih etmiş olduğu kunut duasının meali olarak doğru meallendirilmiştir.
Buradaki günahkârlardan kasıt genel manada Allah’ın emir ve yasaklarını rahatlıkla çiğneyen, İslam gibi bir derdi olmayan batılı hakka tercih eden kimselerdir. Bu değişik bir ifadeyle Fatiha Suresinde “Maqdub ve Daalliyn” olarak ifade edilmiştir. Bu zümre Firavunlar, Nemrutlar ve Allah’ın gazabına uğrayan diğer kavimler gibi olan kimselerdir. Allah’ın dinini, Elçisini ve kitabını gale almayan, Hevalarını ilah edinmiş şahıslar, guruplar, sistemler bu kategoriye girmektedir. Kısaca Kâfirûn suresinde bahsedildiği gibi İslam’ın Vahye dayanmayan bir dünya görüşü ile ortak bir noktası olmadığı gibi, Müslüman’ın da İslam olmayanla bir işi, ortaklığı, dirsek teması olmayacak demektir. Peygamberimizin: ”Sizden birisi bir kötülük görürse onu eliyle değiştirsin. Bunu yapamazsa diliyle mani olsun. Bunu da yapamazsa kalbinden buğz etsin ve o kötülükle/ kötüyle beraber olmasın.” Buyurduğu bir durumdur. İyi ve kötü düşünce kendisine taraf olanların gayretiyle hayat bulur. Bu nedenle Müslümanların İslam’dan olmayana rağbet etmemeleri gerekmektedir. Müslümanlar bu bilinci canlı tutmak için her gece kunut yaparak yinelemektedirler.
Bu gün okuduğumuz kunut dualarında o günkü kavimlerle ilgili açık bir ifade geçmemektedir. Özellikle ‘beddua’ denilebilecek nitelikte bir ifade de yer almamaktadır. İstenilen şey çok genel ifadelerle hak batıl ayrıştırmasının gereği olan şeylerdir. Bu ise her zaman ve zeminde bir Müslüman’ın olması gereken halidir. İlk başlarda henüz olay sıcaklığını korurken bu gibi şeyler var idiyse de Ali İmran 138. ayetinin inzali ile bu sayfa kapanmıştır. Daha genel geçer bir vaziyet almıştır. Mezheplere göre değişik kunut duaları vardır. Ancak Hanefi mezhebi mensuplarının okumuş olduğu kunut dualarının anlamı şöyledir: Allahım! Senden yardım isteriz, günahlarımızı bağışlamanı dileriz. Razı olduğun şeylere hidayet etmeni isteriz. Sana inanırız, sana tevbe ederiz. Sana güveniriz. Bize verdiğin bütün nimetleri bilerek seni hayır ile överiz. Sana şükrederiz. Hiçbir nimetini inkâr etmez ve onları başkasından bilmeyiz. Nimetlerini inkâr eden ve sana karşı geleni bırakırız. Allahım! Biz yalnız sana kulluk ederiz. Namazı yalnız senin için kılarız, ancak sana secde ederiz. Yalnız sana koşar ve sana yaklaştıracak şeyleri kazanmaya çalışırız. İbadetlerini severek yaparız. Rahmetinin devamını ve çoğalmasını dileriz. Azabından korkarız, şüphesiz senin azabın kâfirlere ulaşır. Görüldüğü gibi kulun rabbine ilticasını anlatan bir metindir. Fakat tüm dualarda olduğu gibi Kur’an ayeti değildir. İsmi üzerinde duadır. Kul Rabbine dua ederken içinden geldiği gibi dua edebilir.
Bu konuda birden fazla tahıyyat ve kunut’un olması bunun en açık delilidir. Şirk koşanlar da bu günahkâr zümreye dâhildir. Şirk günahtan öte bir anlayıştır. Allah şirk için şöyle buyuruyor: “Şüphesiz Allah, kendisine ortak koşulmasını asla bağışlamaz. Bunun dışında kalan (günah) ları ise dilediği kimseler için bağışlar. Allah’a şirk koşan kimse, şüphesiz büyük bir günah işleyerek iftira etmiş olur.” (4/48) Burada günahkâr insanlarla ilgiyi kesmek insanlarla aramıza duvar örmek anlamına değildir. Onlar içinde bulundukları hal üzere oldukları sürece bizden destek alamayacaklar demektir. Fakat onlarla diyalogumuz devam edecek ve doğruları anlatmanın gayretini çekeceğiz. Allah Firavunu bile gözden çıkarmıyor ve elçisini göndererek “kavli leyyin “ ile tebliğde bulunmasını istiyor. Bizim muhataplarımız da bu şahıslar gibi olabilir. Olsa bile durum değişmiyor. Bizler gaybı bilici değiliz. Biz doğruları yaşayıp hal ve kal ile (davranış ve söz ile) tebliğ etmek zorundayız.
Burada dikkat edilmesi gereken şey, batıla dalmamak, dalanlara payanda olmamak, hakkın ve haklının yanında, zulmün ve zalimin karşısında durmaktır. Bununla vurgulanmak istenen bir dünya görüşünün hayata geçirilmesi için elzem olan toplumsal duyarlılıktır. İnsanın tarafını belli etmesi, duracağı yeri bilmesidir. Hiçbir düşünce uğrunda her şeyi göze almış taraftarları olmadan hayat bulmaz. Saflarını ayırmayan, tarafını belli etmeyen, dostunu düşmanını bilmeyen kimseden hayır çıkmayacağı izaha muhtaç değildir. Nice yumuşak dikenler vardır melek görünümünde şeytanlar gibi. Allah bunları şöyle tanımlıyor: “Onları gördüğün zaman kalıpları hoşuna gider. Konuşurlarsa sözlerine kulak verirsin. Onlar sanki elbise giydirilmiş kereste gibidirler. Her kuvvetli sesi kendi aleyhlerine sanırlar. Onlar düşmandır, onlardan sakın! Allah onları kahretsin! Nasıl da (haktan) çevriliyorlar! “ (63/4) Bunlar sadece o güne mahsus tipler değildir her toplumda yerlerini koruyan kimselerdir. Şeytanın sağdan yaklaştığı gibi insanlara damardan girerek haktan saptırmaya çalışırlar. Bunlarla da mesafemizi korumalıyız.