
Dönüşmek ve Dönüştürmek
Hayatı dönüştürmeye/düzenlemeye dair iddiası olan her dünya görüşü, kendini sahiplenenden öncelikle içinde bulunduğu halden çıkıp istenilen hale dönüşmeyi ve akabinde içinde yaşadığı toplumu da dönüştürmeye yönelik bir çabasının olmasını ister. Bu ikisi yapılmadığı taktirde inanç ve eylem arasında tezat oluşur. Bir düzenin dönüşümünün sağlanabilmesi için, düşüncenin (fikir) kendinden kaynaklanması gereken ‘temel esaslara’ ihtiyaç duyulur. Bundan dolayıdır ki, düşünceyi sahiplenen her birey ‘temel esaslara’ uyumlu hareket etmek zorundadır ki, dönüşümde intizam sağlansın. Değişme, bir halden başka bir hale geçiş ya da önceki durum veya davranıştan uzaklaşma biçimi olarak tanımlanır. Toplumsal değişme ise, bir toplumun sosyal sistemi içerisindeki kurumların, sosyal rol kalıplarının ve insanlar arasındaki ilişkiler ağının değişmesi anlamına gelmektedir. (A. Kalkan. A. Kur’an Kavramları C 2.)
İslam öncelikle ferdi/bireyi fonksiyon olarak hedef alır, dönüşme ve dönüştürme işini öncelikle ferdden başlatır. Ferde iman ettirmekle ile şahsiyet/ bilinç kazandırır ve değerler manzumesi üzerinden ona hayatını düzenler/ düzenlettirir. Fert zaten doğal olarak toplumu oluşturmaktadır. İslam’ın (dinin) toplumlara fonksiyon kazandıran onları organize eden bir yapısı vardır. Organizasyon düzenliliği ve toplumların disipline olmasını sağlar, organize olamayan toplumlar ciddiye alınmaz, başarıya ulaşamazlar bu aynı zamanda devlet olmaya giden yolda ilk adımdır. Bundan dolayıdır ki; Mü’min belirli normlarla hareket eden, ayartıcıların ve hainlerin tuzaklarına düşmeyen/kanmayan, neye inanacağını ve nasıl yapacağını bilen, hayata dair elinde şaşmayan kılavuzu olandır. Vahyin geçmiş toplumların (kıssalar) değişim sürecine sürekli atıfta bulunması, toplumların değişim sürecinde fıtri ve tabi olanı hatırlatmadır. Bu aynı zamanda değişim ve dönüşüm sürecinde sünnetullah boyutunda evrensel yasalardır. “…Bir kavim (topluluk) kendi nefislerindekini değiştirmedikçe, Allah onların halini değiştirmez.” (Rad 11)
Dönüşme ve Dönüştürme rolüne soyunan kişi öncelikle toplumun temel düşüncesini, ideolojisini, üzerinde ittifak ettikleri dünya görüşlerini, değer yargılarını, adetini, töresini, örfü ve hukuki normlarını (yasalar) iyi tanıyıp iyi tahlil etmelidir. Toplum doğru tanımlanıp doğru tahlil edildiğinde neye nereden ve ne şekilde başlanılacağı konusunda isabetli karar verilmiş olur ve dönüştürebilmek toplumla hemhal olmak, dertleriyle dertlenmek, hayırlı işlerinde yardımcı olmak velhasıl-ı kelam onlara birer rol model olmakla olur. Sadece teori üretmekle olacak iş değildir. Bu bağlamda içinde yaşadığımız topluma kısaca bir göz atacak olursak; Laik-Demokratik Liberal sistem hukukunun icra edildiğinden habersiz, hatta bunların ne demek, ne menem şey olduğunu da bilmeyen, bunlarla İslam’ı mecz etmeye çalışan (Demokratik İslam) aynı zamanda toplumun kahir ekseriyeti kendisini İslam’a nispet eden İslam’ı da gerçekten çok seven hatta ‘aşık’ fakat sevdiği İslam’ın ne olduğunu da bilmeyen, bilinçli bir tercihi olamayan, İslam’la atadan kalma duygusal bir bağı olan, düşünsel ve bilinçli sevgi bağı olamadığından istismara açık sevgisi olan; İslam denildiğinde göğsü kabaran, gururlanan, bundan dolayı onun elçisinin hırkasını, sakalının telini bile gördüğünde gözleri dolan, ona gül diyen, doğum gününü bile kutlayan, hacca gitmek için yıllarca sabırla bekleyen, Kur’an’ı doğumun da , ölümünde özel günlerinde okutan, (Arapça) okunduğu zaman huşu! ile dinleyen fakat ne demek istediğiyle pek ilgilenmeyen, dine en ufak bir saldırıda hiddetlenen hatta gözünü kırpmadan canını bile verebilecek bir toplum!.. var karşımızda!.. ‘Mecnunun Leyla’sına olan sevdasına’ benzeyen bir sevgi. Oysa ayette ne buyuruyor Allah: “Allah’ı seviyorsanız bana (elçinin getirdiklerine) tabi olun ki; Allah da sizi sevsin” (Al-i İmran 31)
Sevilen seven tarafından karşılık bekler, fedakarlık ister. Körü körüne sevmek platonik aşka benzer. ‘Aşk’; türü ve niteliği ne olursa olsun (hamr) ‘ haramdır’; çünkü aklın önüne geçmekte insanı sağlıklı düşünmekten alı koymaktadır. Yukarıdaki ayetin muhatapları olan Mekke müşrikleri gibi, yoksa onlar Allah’ı sevmiyorlar mıydı? Elbette seviyorlardı.! Çünkü onlar Allah’ı kabul ediyor inanıyorlardı, ama buna rağmen Kur’an onlara müşrik diyor. Çünkü müşrik olabilmek için öncelikle Allah’a iman edilmesi gerekmektedir. Müşrik: Allah’a iman etmekle birlikte Allah’ın alanını sınırlayan, hayatının bazı kısmına; siyasetine, ticaretine, hukukuna, kamusal alana… müdahale ettirmeyendir. O’nu kollektifleştirendir. Dolayısıyla Allah+başka ilahlar. İşte müşriklik budur.! “ Ant olsun, onlara: “Gökleri ve yeri kim yarattı, güneşi ve ayı kim emre amade kıldı?” diye soracak olursan, şüphesiz: “Allah” diyecekler. Şu halde nasıl oluyor da çevriliyorlar?” (Ankebut 61) Allah elçisine tabi olmak demek; onun Allah’tan getirdiklerinin tamamına iman ve gereklerini yerine getirmek; namazı, orucu, haccı, siyaseti, ekonomiyi hayatın her alanın da onun yaptığı gibi yapmak, toplumu dönüştürürken de onun nebevi metodunu takip/ihya etmekle olur. İçinde yaşadığımız toplumun temel saiklerini doğru etüt edip reel olmak zorundayız. Toplumumuzda değişmesi gereken ne kadar örfü, adeti, töresi var ise tamamını değiştirmek, Mağ’ruf olanları ise demirbaşa kaydetmekle olur. Allah’tan elçiye gelen direktifler de bu yöndeydi. “ İşte benim yolum budur. Ben ve bana uyanlar Allah’a çağırırız Allah’ı noksan sıfatlardan tenzih ederim. Ben müşriklerden değilim.” (Yusuf 108) “De ki; ey kafirler ben sizin (sizde benim taptığıma) taptıklarınıza tapacak değilim” (Kafirun 1-3) Bu ayetleri Allah elçisi Muhammed (as) kimlere söylüyor, Muhatapları kimler Rasul o toplumun bir ferdi olduğuna göre; amcası, halası, yeğeni ve hemşerileri…değil mi? Onun kendisinden önceki Allah elçilerinin yaptığı gibi nebevi bir metot takip ettiği aşikar; çünkü kendinden önce gelen elçilerin kıssalarına atıfta bulunması adeta “sen bu yolda bir türedi değilsin” sen de onların yaptığı gibi yap. O da sırtını Allah’a dayamış O’na öyle iman etmiş ki o imanın kendisine verdiği özgüvenle karşısında bulunan ne kadar fikir/ ideoloji (Müşrik, Yahudi, Nasrani…) var ise hepsine ‘sizler yanlış yoldasınız’ diyerek onların yanlışlarını düşüncelerinin içyüzünü ortaya koyarak deşifre ediyordu.
Çünkü Allah rasulü insanların sahip olduğu temel düşünceleri değişirse toplumun da dönüşeceğini çok iyi bilmekteydi, çünkü inanç eyleme yol gösterir. Bundan dolayıdır ki içinde yaşadığı müşrik toplumun inanç sisteminin nelerden oluştuğunu, nerelere dayandığını, gücünü nereden aldığını, onların hayatlarını şekillendiren akla ve vahye ters düşen örf ve adetlerini acımadan eleştirip, onların önderlerini, rol modellerini (hakaret, alay etmeden) yerden yere vururken, tek ve mutlak doğrunun kendisinde olduğunu ortaya koyuyor, diğerlerinin batıl olduğunu söylüyor, insanları Tevhide çağırarak “ La’ilahe illallah deyin kurtulun” diyordu. ‘İlah’ ne idiydi ki o toplumun elebaşları bu sözü söylemekten niye ictinab ediyordu? Hatta ona ‘bize (Tevhidi) bunu söyletme bunun dışında sana on tane kelime söyleyelim’ diyorlardı. İlah genel manası itibariyle; hayatı şekillendiren buna dair kurallar koyanın adıdır. Yani hayatınızda kural koyan (Neyi nasıl yapacağınızı belirleyen) kim/ne ise o sizin ilahınızdır. Onlar Allah’ı “İLAH” kabul ettiklerinde hayatlarının dönüşeceğini biliyorlardı. Bu çok zor bir işti; bugüne kadar alıştığınız, kabullendiğiniz anlayışlardan ve birlikte yaşadığınız insanlardan ayrışmayı, yani dönüşmenizi gerektirecektir. Ama bir de hakikat vardı ki insan fıtratının red edemediği, işte Allah elçisi de İslam’dan başka doğrunun olamadığını, tek doğrunun alternatifsiz bu olduğunu adeta haykırıyordu. Bundan dolayıdır ki kendisine ‘gel uzlaşalım’ denildiğinde “Hayır, bir elime güneşi, öbürüne de ayı koysanız ben bu işten dönecek değilim” Bu kararlı duruşuyla bütün dünyaya meydan okuyordu. “Gelin teslim olun kurtulun.” Nebevi metodun bir diğer ilkesi de mesaj da açıklık, duruşta tavizsizlik ve istikamette karalılıktır. İşte bu vakarlı duruşu sayesinde Allah elçisinin Mekke müşriklerinin amentülerine yönelik getirdiği köklü eleştirileri sonucunda onların inandıkları değerler konusunda şüpheye düşürüyordu; insan fıtratına yakışmayan ahlaki çöküntü, hak ve hukukun ayaklar altına alındığı, fahşanın yaygınlaştığı, mazlumların paryalaştığı bir dönemde düşünen ve akıl eden insanlar hakkı ortaya koyduğunda batıl yok olmak zorundadır.
Çünkü ‘hak’ karşısında tutunacak batıl yoktur, yeter ki ‘hak’ ile insanlar buluşsun. “ De ki: ‘Hak geldi, batıl yok oldu. Hiç şüphesiz batıl yok olucudur.” (İsra 17) Allah elçisinin izinden giderek ‘rıza-i ilahiye mazhar olup’ dönüşmek ve toplumu dönüştürmek istiyorsak onun takip ettiği nebevi metodu ilke edinerek insanımızı ifsat eden Modernizmin, hurafeler ve bunların içeriğini oluşturan kavramlar ile amansız fikri bir mücadele içerisinde olmak, meselenin farkında olmayan toplumumuza fark ettirmek zorundayız. Çünkü toplumu dejenere eden yozlaştıran, haktan ve hakikatten uzaklaştıran cahili sistemin temel dayanaklarını bunlar oluşturmaktadır…


