GenelYazarlardanYazılar

ABD’ndeki İç Mücadelenin Açtığı Alanda “BARIŞ PINARI” Harekâtı

Bu ayın gündemi bir hayli yoğun… Şüphesiz biz yoğun gündemde öne çıkan bir konuyu analiz etmeye çalışırken diğer konulara da kısa kısa değinmek durumundayız…

(Ilımlı)Laik-Demokrat Türkiye Cumhuriyeti’nin daha önce gerçekleştirmiş olduğu “Fırat Kalkanı” ve “Zeytin Dalı” harekâtlarının bir devamı olan “Barış Pınarı” Harekâtı, gerek bölgesel ve gerekse de küresel aktörler açısından stratejik bir öneme sahiptir. Bahse konu harekâtı, daha doğru bir tanımlamayla Türkiye’nin güneyindeki “koridoru” analiz ederken, öncelikle, değişen dünya ve bölge şartlarını ve bölgede yeni denge arayışı sürecinin geldiği aşamayı dikkate almak zorundayız. Ve bu bağlamda Türkiye’nin -tarihsel ve stratejik- derinliği ve önemini de tespit etmemiz gerekmektedir. Aynı zamanda, yeri geldiğinde yazılarımızda, bölgedeki yeni denge oluşumu sürecinde Türkiye’nin, konum ve misyon itibariyle eskiye oranla daha belirleyici bir öneme sahip olduğunu da fark etmekteyiz. Bölgesel gerçekler ve dinamiklerin Türkiye’nin lehine olduğunu, sürecin seyri -orta ve uzun vadede- bu durumun daha da netleşeceği ve derinleşeceğini de göstermektedir. Bazılarının iddialarının aksine Türkiyesiz bir Irak-Suriye haritası çizilemeyeceği anlaşılmaktadır. Tarihsel ve stratejik derinliği ile Türkiye’nin “etki sahası”(hinterlandı) diğer bölgelerde de reel-politik bir gerçeklik olarak kendini göstermektedir…

Yine “Barış Pınarı” Harekatına gösterilen tepkilerin niteliğinin doğru tanımlanması ve söz konusu tepkilerin sahibi aktörlerin konum ve misyonlarının doğru okunması da bir gereklilik olarak karşımıza çıkmaktadır… Bu bağlamda, BMGK’ne sunulan ve Türkiye’nin kınanmasını talep eden malum teklifin ABD ve Rusya’nın “veto”larıyla reddedilmesi de manidardır. Ve Türkiye’nin stratejik öneminin bir gereği olarak okunabilir…Küresel ve bölgesel düzlemde “yeni denge arayışı süreci”nde “çok kutuplu” bir dünyaya doğru yol almaktayken ABD ve Rusya’nın yanı sıra Çin açısından da Türkiye’nin öneminin giderek arttığını tespit etmek durumundayız…

ABD açısından konuya yaklaşıldığında, yazının başlığından da dikkatlerinize sunduğumuz gibi “ABD’ndeki İç Mücadelenin Açtığı Alanda” bu harekat yürütülmektedir. ABD Başkanı Donald Trump’ın “başkanlıktan azledilmesi” sürecinin devam ettiği ve başkanın Türkiye politikası konusunda sıkıştırılması, harekatın seyrinden çok ABD-Türkiye ilişkilerini etkileyici zemine kayabilir. Geçmişte yaşandığı gibi “ekonomik savaş”ın tekrar gündeme gelmesi kuvvetle muhtemel gözükmektedir…ABD’ndeki küreselciler/ABD müesses nizam ile “güçlü ABD” diyenlerin arasındaki  tartışmaların basına yansımaları ve bölgedeki “Amerikancıların” çıkardığı gürültüye bakılırsa güya “Türkiye’nin mahvedileceği” beklenebilir. Lakin gerek yeni dengeler ve gerekse de Türkiye’nin stratejik önemi bunun kolay olmayacağının emareleridir. Değişen dünya ve bölge şartlarında yeni dengelerin oluşum sürecinin kendine has dinamikleri de hatırlatılarak -bahse konu çevrelere- fazla beklentiye girmemelerini tavsiye etmek gerekmektedir…

“Barış Pınarı” Harekâtına gelinceye kadar yaşananları, Mümbiç’te yaşanan “ABD’nin oyalama taktiklerini” ve sonrasını kısaca hatırlayarak konunun daha net anlaşılmasına katkıda bulunmaya devam edelim…

Hatırlayalım, 2013 öncesi bölgedeki gelişmeleri ve BOP çerçevesinde bölgede uygulamaya konulan “Kontrollü Demokratik Değişim” sürecini ve söz konusu projenin stratejik ortaklarından Türkiye’nin -sürecin belirli bir aşamasında- ABD ile stratejik düzlemde karşı karşıya gelme nedenlerini tekrar gündemimize alalım… “Arap Baharı” sürecinin tersine döndürülmesi, Irak-Suriye ekseninde, daha doğrusu sürecin Suriye ayağında Türkiye ile ABD’nin gelecek beklentileri ve çıkarlarının ayrışmasını tekrar göz önüne getirelim; ABD’nin “Kaos” stratejisi sonrasında olanları konuşalım… ABD-İsrail ikilisi başta olmak üzere DEAŞ’ın önünün açılması ve lojistik destek verilerek malum olayların yaşandığını da ıskalamayalım. Hatta bugün konuştuğumuz “koridor” hususunun oluşumunda DEAŞ’ın bölgeyi kontrol altına almasının ve PKK/PYD’yi de güya DEAŞ ile mücadele ediyor göstererek “meşrulaştırmak” istemelerini tekrar gözden geçirelim…

Tüm bu gelişmelerle birlikte Suriye konusundaki “öğretilmiş yanlış”ların ciddi bir sorgulama gereği duyulmadan koro halinde tekrar edilmesi söz konusu. Aynı zamanda, malum süreçte, özellikle de 2015 yılında küresel güçlerin kontrolündeki medyanın canhıraş desteğiyle bir “algı yönetimi” çalışmaları gündeme gelmiş ve çok etkili olmuştu…Ve ABD ve malum müttefiklerinin, Suriye’nin kuzeyinde, Türkiye’nin güneyinde, bölgede yeni bir dengenin oluşum sürecinde kritik öneme sahip bir “koridor” tesis etme yolunda önemli bir mesafe aldıkları bir gerçekliktir. Söz konusu koridora, “Kürt koridoru” ismi verilip bunu PKK/PYD ile irtibatlandırdıkları; hatta Irak’ın kuzeyindeki özerk yönetim ile de yakınlaştırmaya çalışarak stratejik bir sonuç almaya çalışmışlardır. Adım adım bu doğrultuda mesafe de kaydettiler. Ne var ki burada oluşturulmaya çalışılan koridorun bir “ABD-İsrail” koridoru olduğu, PKK/PYD’nin de ABD’nin paralı askeri olarak, bir süredir, hazırlandığı -doğruyu arayan- herkesin malumuydu. Ve böyle bir yapıya Türkiye başta olmak üzere komşu ülkelerin kayıtsız kalmaları beklenemezdi. Kürdüyle, Türküyle, Arabı ve Acemi ile bölgenin tüm asli unsurlarının geleceği açısından oluşturulmaya çalışılan bu tehdit genelde fark edildi. Ancak küçük hesaplar peşinde koşan ve “(yetişkin görünümlü) bir ergen refleksi” ile süreci okumaya çalışan küçük bir kesim, ısrarla konuyu farklı zeminlere kaydırmakta yarar umdular…

Velhasıl Türkiye, kendisinin güney sınırı boyunca dokuz yüz küsur kilometre uzunluğunda koridoru -kendi ideolojik ekseninde- doğru okudu. Ve 15 Temmuz darbe girişimiyle birlikte işin ciddiyetini daha da net bir şekilde kavrayarak “Fırat Kalkanı”, “Zeytin Dalı” harekâtlarından sonra “Fırat’ın doğusuna” müdahale konusunu hiç gündeminden düşürmedi…Zira bahse konu “ABD-İsrail” koridoru, Türkiye’nin güvenliği ve gelecek beklentileri bağlamında hayati öneme sahip olduğu kadar bölgenin yeni denge oluşum sürecinde de belirleyici bir niteliğe sahipti…Dolayısıyla Türkiye, “denge politikası” ile Rusya ve İran ile birlikte ortak çıkarlarını korumak maksadıyla Astana Zirvelerini çok etkin bir şekilde kullanmaya devam etmektedir…

Türkiye’nin söz konusu koridoru ortadan kaldırmak için yaptığı müdahaleler, ciddi riskler içermekteydi. Ama Türkiye, güvenliği ve en önemlisi de gelecek beklentisi açısından buna mecbur olduğunun da farkındaydı…

“BARIŞ PINARI” HAREKATI

Türkiye’nin bölgedeki tüm harekâtları ciddi riskler taşımaktaydı. Ancak özellikle son harekâtta ABD ile karşı karşıya geldiği hususlar çok daha fazlaydı. Ve ABD, PKK/PYD ile Türkiye’yi “uzlaştırmak” için birçok manevra yaptı. Tehditler savurdu, Mümbiç’te olduğu gibi Türkiye’yi oyaladı. Amiyane tabirle “çimene bağladı”. Buna karşın Türkiye’deki yönetim, bir taraftan kararlı bir duruş sergilerken diğer taraftan da sabırlı davranmayı tercih etti. Küresel ve bölgesel güç dengesinin yanında, atmak zorunda olduğu adımlarda stratejik kayıplar vermek istemiyordu. Görünürde ABD ve AB’ye karşı dik bir duruş sergilerken “sistem-içi”nde kalarak meşruiyetini koruyor, eski müttefikleri karşısında  moral üstünlüğünü hep elinde tutmaya özen gösteriyordu. Nitekim son harekatı birkaç kez ertelemek zorunda kaldı. ABD’nin Fırat’ın doğusuna birlikte harekat yapalım teklifini -bunun bir oyalama taktiği olduğunu bile bile- kabul etti. Aralarında bir “mutabakat” sağlandı. Yaşanarak görüleceği üzere bahse konu mutabakat da sonuç vermedi. Ve nihayet, bir gece Erdoğan-Trump görüşmesi sonrası Türkiye başlama kararı alırken ABD askerlerinin operasyon bölgesinden çekilmesi için zaman tanıdı. ABD’den “Türkiye girerse çıkmak zorunda kalırız” açıklaması geldi… Ama sürecin çetin geçeceği belliydi ve harekatın hemen sonrası ABD içindeki çekişmelerin yansımaları gündeme düşmeye başladı. Tabii Trump’ın çelişkili tweetleri de peşi peşine geldi. Trump’tan istenilenler, üç maddelik tepki olarak tweetlere yansıdı: Neydi bunlar? Bir, “Asker göndermek” (bölgeye ve/veya Türkiye’ye) iki, “Yaptırım uygulamak” (Geçmiştekilerinin benzeri ya da daha ağırları), üç, PKK/PYD ile Türkiye arasında arabuluculuk yapmak(uzlaşma sağlamak)… Daha önce de konuşulduğu anlaşılan ve istismara müsait olan  ABD isteğiyse bölgede tutulan DEAŞ’lıların sorumluluğunun Türkiye’de olduğu açıklamasıydı… Bu bağlamda ABD ve Rusya’nın DEAŞ ile aynı kefeye koydukları İdlib’deki muhaliflere yönelik spekülasyon ve istismarlarını da unutmamak gerekir…

Son planda, ABD içindeki güç ve strateji mücadelesinin yansımalarıyla birlikte zaten sıkışmış durumda olan başkan Trump’ın çelişkili açıklamalarının devam edeceği anlaşılmaktadır. Lakin bunların uygulamaya konulmasının -ABD’nin bölgede hesapları ve Türkiye’ye ihtiyacı düşünüldüğünde- ne kadar mümkün olduğu da tartışılacaktır. “Çok kutuplu” bir dünya dengesine doğru yol alırken ve bölgedeki hassasiyetler düşünüldüğünde Türkiye’nin eski Türkiye olmadığı ve stratejik öneminin giderek arttığı gerçekliğini tüm aktörlerin hatırlaması bir gereklilik olarak görülecektir… BMGK’de ABD ve Rusya’nın Türkiye aleyhine bir kararı veto etmeleri ve Çin’in benzer yaklaşımları da bu çerçevede okunabilecek hususlardandır.

“Barış Pınarı” harekatı sonunda yapılması planlanan “bölge halkının yerlerine iskanı” konusunda hem bölgenin geleceği hem de Türkiye’nin Suriye’de/bölgede etkinliğinin artması açısından çok büyük öneme sahiptir. Önceki harekat bölgelerinde olduğu gibi Fırat’ın doğusunda da bu insani uygulamanın başarılması mülteciler ve Suriye’nin geleceğini de olumlu anlamda etkileyeceğinden de şüphe yoktur. Ne var ki AB ülkelerinin “Barış Pınarı”na tepkileri ve bu harekatı “işgal” olarak nitelendirmeleri karşısında Türkiye’nin sert ve düşündürücü cevabı sonuç doğurucu bir adım olarak değerlendirilmelidir… Bir başka husus da, Türkiye’nin güvenliği ve geleceğini tehdit eden söz konusu koridorun ortadan kaldırılarak buralarda Türkiye’nin kontrolündeki güçlerin hakimiyeti, Türkiye’nin “toprak işgali” olduğu yönündeki spekülasyonlardır. Bu tür ifadeleri kullananların bölgedeki konumlarına ve stratejilerine bakıldığında söz konusu ifadelerin, değerlendirmeye dahi alınamayacak bir tanımlama olarak nitelendirilmesi de kaçınılmazdır. Eğer -orta ve uzun vadede- Türkiye’nin etki alanının genişlemesi endişesinin bir yansımasıysa, bu ifadelerin  gerçeklik payı da inkar edilemez…

Süreçle ilgili tartışmalar küresel ve bölgesel düzlemde devam ederken ABD başkanının daveti üzerine Erdoğan-Trump görüşmesi (13 Kasım) önemlidir. Ancak ABD içindeki güç ve strateji mücadelesine bir de ABD’deki başkanlık seçimleri süreci eklendiğinde neler olabileceğini tahmin etmek zor gözükmektedir…

Ezcümle, değişen dünya ve bölge dengeleri çerçevesinde yaşananları, öncelikle “ideolojik” ekseni/çizgisi üzerinden ele almak gerekmektedir. İkincil olarak bahsekonu ideolojik çizgi de reel-politik gerçeklikleri değerlendirmek durumundayız. Burada, “Ilımlı İslam” ana çizgisindeki süreç hala etkin olduğundan Türkiye Cumhuriyeti’nin, reel-politik olarak avantajlı ve moral-motivasyon açısından da diğerlerinden farklı bir konuma sahip olduğu açıktır. Yeni Türkiye derin yapısının tarihi ve stratejik derinliği de bu sürecin belirleyici faktörü olarak okunmalıdır.

Türkiye’nin söz konusu çeldirici, Batılı değerler ile Müslümanların değerlerini telif edici/sentezci ideolojisi de öncelikle Müslümanları ilgilendirmektedir. Ve kendilerini bütüncül anlamıyla Müslüman olarak niteleyenlerin ideolojik olarak net bir duruşa sahip olmaları elzemdir. Keza kendilerini İslam’a nispet etmekle birlikte telifçi/sentezci yaklaşıma sahip olan malum çevreler için de reel-politik olarak dikkatli okumalar yapmaları beklenebilir… Kürdüyle, Türküyle, Arabıyla, (yetişkin görünümlü) bir “ergen psikolojisi”nden bir an önce sıyrılarak ilkesel ve ahlaki bir duruş sergilemelerinin zamanı geldi de geçmektedir. Zira bölgede yeni denge arayışı süreci bu coğrafyadaki tüm kesimleri ilzam edecektir…

Unutmayalım ki referansı Batı olan Türkiye Cumhuriyeti, kuruluşuyla birlikte tercih ettiği birinci modeli/paradigması ile kendi insanlarına ve bölgenin tamamına -ciddi olarak- ihanet düzeyinde “kaba” yanlışlar yapmış ve zamanla bu paradigma iflas etmiştir. Değişen dünya ve bölge şartlarının ideolojik düzlemini -referansı aynı kalmak şartıyla- revize ettiği ikinci modelde ise kendi insanı ve bölgenin gerçeklikleriyle çatışmak yerine uyum sağlamanın kendi güvenliği ve geleceği için hayati öneme sahip olduğunun farkına varmıştır. Ne var ki Türkiye Cumhuriyeti’nin model değişimi -kendilerini Müslüman olarak tavsif edenlerin büyük bir kesimi tarafından- özellikle “ideolojik” olarak yanlış okunmuştur. Dahası Ilımlı-Laik-Demokrat Türkiye Cumhuriyet’i, hatalı tanımlanmış, hatalı anlamlandırılmış ve hatalı bir “duruş” sergilenmiştir. Ne yazık ki bahsekonu hatalı duruş, derinleşerek devam etmektedir…

Gündemin  Diğer Başlıklarıyla İlgili Kısa Kısa

Ilımlı-Laik-Demokrat T.C.’nin Cumhurbaşkanı/Başkanı Recep Tayyip Erdoğan, BM’nin 74. Genel Kurulu’nda yaptığı konuşma da -küresel sistemin içinde kalmaya özen göstererek- sisteme yönelik itiraz ve önerilerini tekrarladı…

-BM’nin potansiyeli ve etkinliğinin güçlendirilmesi gerekmektedir,

-BMGK’de adalet ve hakkaniyet esaslarına uygun köklü reformlar derhal gerçekleştirilmelidir,

-Türkiye’nin girişimci ve insani dış politika anlayışıyla tüm dünyayı ve insanlığı kucaklayan, sorunlara adil çözümler bulmak için çalışan “demokratik” bir ülke olduğunun da altını çizdi ve Yeni Türkiye’yi bu düzlemde tanımladı,

-Dünyayı Suriye’deki insani krizi durdurmak için inisiyatif almaya davet etti…

Erdoğan aynı zamanda BMGK’daki konuşmasında;

-“İsrail’in sınırı neresi?” siye sorarken İsrail’in -Batı desteği ile- Filistin’i işgal sürecini resmeden haritalar gösterdi; “İsrail’in daha başka bir sınırı mı var ?!” diyerek kritik bir konuya parmak bastı…

-“1967 sınırları” temelinde bağımsız bir “Filistin Devleti”nin bir an önce kurulması gerektiğini güçlü bir şekilde vurguladı,

– “Eğer BM, İsrail’i durduramıyorsa o zaman bu BM ne işe yarar?” tespitiyle malum odaklara mesajını verme gereği duydu…

Ancak Erdoğan’ın BMGK’de birçok konuya -kendi ideolojik çerçevesinde- değinmesine karşı Çin sınırları içindeki “Uygurlar”a yönelik baskı ve zulme değinmemesi nedeniyle ciddi eleştiriler aldı; tartışma konusu oldu…

(50+1) mi, (40+1) mi?

Gündemin bir başka konusu da Cumhurbaşkanlığı sisteminin bütünlüğü içinde önemli bir yeri olan , “(50+1) ile ilk turda seçilebilme” konusu, eski bir bakan tarafından, (40+1)’e çekilmesi teklifiydi… Aslında bu çıkışı anlamaya, okumaya çalıştığımızda karşımıza iki kaygı çıkmaktadır. Bunlardan birincisi, söz konusu oran, yerel seçimlerde görüldüğü üzere muhalefeti -özellikle de CHP ve İYİ Parti’yi- PKK/PYD’nin siyasi uzantısı olarak davranan HDP ile işbirliğine zorlamasının önüne geçmekti. İkincisi ise uzun süredir “iktidar”da bulunmanın getireceği yıpranma ile ileriki seçimlerde ilk turda (50+1)’in bulunmasının zorluğu, dolayısıyla Cumhurbaşkanlığı seçiminin ikinci tura kalma ihtimalinin güçleneceği kaygısıdır. Erdoğan gibi güçlü bir lider birkaç kez yüzde 50 üzerinde oy almıştır ancak bundan sonra güçlü ve karizmatik liderin dışında birinci turda seçimin sonuçlanmasının güç olduğunun farkına varılmıştır, bundan dolayı seçimin ikinci tura kalma ihtimalinin güçlenmesinin sakıncalarının giderilmesi istenilmektedir. Ne var ki “iktidar”ı, hedeflemekten çok Erdoğan’ı zayıflatmak, mümkünse başkanlıktan indirmek isteyen muhalefet, sistem düzleminde konuyu tartışmak yerine siyasi malzeme yapmaya çalışınca da -devreye giren- Recep Tayyip Erdoğan’ın inisiyatifiyle konu, “şimdilik” gündemden çıkarılmış gözükmektedir.

Kılıçdaroğlu Komisyonu…

MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli, yazılı açıklamasında, yaşanan süreçte; “…CHP tamamen kontrolden çıkmış, siyasi ahlaktan vahim şekilde savrulmuş, millete aidiyet bilincinden hızla uzaklaşmıştır. ‘CHP-HDP-İP-SP arasında kurulan’ anayasa hazırlık masaları, kirli bağlantılar, Türkiye muhaliflerini umutlandıran sinsi ve gizli pazarlıklar birer birer gün yüzüne çıkmaya başlamıştır. Bilhassa CHP ile HDP’nin aynı kulvar ve kumanda merkezine sabitlenmesi büyük bir sorun olarak karşımızdadır. CHP’nin milli meselelere sırtını dönerek PKK’dan medet umar hale gelmesi skandal ötesi bir sapma halinin tezahürüdür. CHP Genel Başkanı ikbal hesaplarını ikmal ederek kaos ve krize siyasi istikbalini bağlamıştır.” ifadelerini kullandı. Bu bağlamda, “özellikle CHP Genel Başkanı için dokunulmazlığın kaldırılması ve mahkeme yolunun ardına kadar açılmasını talep etmiştir. Ve bu yönde “MHP Başkanlık Divanı”nın bir komisyon kurduğu belirtilmekteydi. CHP de buna karşı çok sert bir tepki verdi… Lakin araya “Barış Pınarı” Harekatının girmesiyle yine şimdilik bu konu da gündemden düştü…

*Zorunlu açıklama: Kıymetli kardeşlerimden dikkatli bir şekilde okumalarını rica ediyoruz.

Bilindiği üzere 25 yılı aşkın gerek “İktibas” imzalı, gerek “Abdullah Burak Bircan” imzalı ve gerekse de “Abdullah Pamuk” imzalı yazılarımızla ilgili son dönemlerde, özellikle “kötü niyetli” spekülasyonların yapılması bizleri üzmektedir. Ve öncelikle “iyi niyetli” ama yeterli dikkati göstermeyen refiklerimizin de doğru tanımlayamama, doğru anlamlandıramama, doğru bir “duruşu” yakalayamamanın ortaya çıkardığı “hatalı okumaları”nı tekrar gözden geçirmeleri gereğini kendilerine salık veriyor, dikkate davet ediyoruz…

Dergimizi takip edenler ve bizleri tanıma zahmetine katlananlar bilmektedir ki 40 yıldır “ilkesel ve ahlaki” duruşumuzdan taviz vermedik. “Tevhidi/Nebevi” çizgimizden hiçbir zaman sapmadık, bırakın “ilkesiz değişimi”, “ilkeli bir değişim”i de yaşamadık. Özellikle “siyasi duruşumuz”daki netliğimiz tavizsiz devam etmektedir.

Şüphesiz bu durum, “ilkeli değişim”e kapalı olduğumuz anlamına gelmez. Tam tersine, -geçmişte olduğu gibi- temel düşüncelerimizde bir yanlışlığın gündeme gelmesiyle, öncelikle bu eleştiriyi ciddi olarak değerlendiririz. Temel referansımız olan Kur’an ve Kur’an’ı 23 yılda örnekleyerek yaşayan (Üsvetül Hasene) Peygamberimizi anlamakta, anlamlandırmakta ve bunu günümüze taşımakta bir hatamız varsa hatamızı düzeltir ve kamuoyunun dikkatine sunarız; geçmişte bunu yaptığımız bilinmektedir. İnsanların levminden çekinerek bu konulardaki değişimleri gizlemekten Allah’a sığınırız…

İktibas (Çizgisi) olarak “düşünsel ve siyasal duruşumuz”daki netliğin yanlış anlaşılması ve bunların “doğrusu”nu öğrenmek ve/veya eleştiri ahlakı içinde konuyu netleştirmek yerine speküle edilmesi bizleri üzmektedir. Bu nedenle de “duruşumuz”u tekrar dikkatlerinize sunmak istiyoruz.

(Ilımlı)Laik-Demokratik Türkiye Cumhuriyeti, değişen dünya ve bölge dengeleri ve yeni denge arayışı sürecinde -Müslümanların büyük çoğunluğunca- hatalı okunmaktadır. Bu hatalı okumalar, ya “sistem-içi”ne savrularak gerçekleşti ya da aldatıcı bir “sistem-dışı” söylemin “Nebevi Yöntem”in ilkesel boyutlarıyla çelişerek küresel sistemin istediği vasatın oluşmasına -çoğu zaman bilincinde olmadan- hizmet edildi. Ve ne yazık ki Müslümanların büyük bir kısmının İslami mücadelenin temel ilkelerini/Nebevi Yöntem’in ilkesel öğretilerini dikkate almayarak, “ilkesiz şiddet”e/ “Terör”e yeterince net bir “duruş” sergileyememelerinin sonuçlarını yaşarken “şeytan taşlamaktan tavaf etmeye zaman bulamıyoruz”…

Aynı zamanda “ideolojik” duruşlarını/ “Tevhidi” duruşlarını -hayatın tüm boyutlarında- netleştiremeyenler, “Müslümanca” bir bakış açısıyla, reel-politik gelişmeleri okumakta zorlanmaktalar. Zaten bir Müslümanın “Tevhidi” duruşu net değilse, reel-politik okumaları doğru bile olsa konuyla ilgili bağlamları doğru kurgulaması söz konusu olmayacaktır… Dolayısıyla bütünselliği içinde okunan bir metnin doğru okunduğundan bahsedebilmek için metin yazarının “İdeolojik”/ “Tevhidi” duruşunu öncelikle fark etmemiz belirleyici olacaktır. Söz konusu yazarın reel-politik okumalarının “ideolojik” bağlamının ötesindeki tespitlerinin konunun gerçeklikleriyle ne kadar uyumlu olduğu da şüphesiz tartışılacaktır…

Yani, yorumcunun “İdeolojik”/ “Tevhidi” duruşundaki netlik, tutarlılığın hemen akabinde mücadele “yöntemi”nin “ideolojik” tercihiyle uyumlu olup olmadığı kritik öneme sahiptir.

Selamların en güzeliyle hepinizi selamlıyorum.

Daha Fazla

İlgili Makaleler

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir